Marksistlerin imanı

 

 

Sadi Idem          

                  

                 

            Marx'ı mistikleştiren "Marksist İman"ın sınırları içerisinde kalmaya

            mahkumdur. Oysa hayat sadece Marx mı!

           

           

            Feminizm ve kadın sorununun revaçta olduğu dönemde sık sık

            Marxizm'in kadın sorununu sınıf eksenli siyasetin kuyruğuna taktığı

            tartışılırdı. Bu argümana karşı olarak da çoğu Marxist, aslında

            Marx'ın kadın meselesi üzerine de çok önemli tespitlerinin olduğunu

            savunup, Das Kapital'den ve Marx'ın külliyatından pasajları "kanıt"

            olarak ileri sürerdi. Ekolojik problemlerin daha görünür ve

            hissedilir olduğu bir dönemde, benzer şekilde bugün de, Marx'ın

            "aslında herkesten önce" ekolojik sorunlar üzerine önemli

            tespitlerde bulunduğu ileri sürülüyor. Hatta Marx'ın düşüncesinin

            "sistematik biçimde ekolojik" olduğu, bu düşüncenin Marx'ın "tarih

            biliminden kaynaklandığı" dillendiriliyor.

           

Oysa sormak zorundayız: Marxist külliyatın "derinliği" karşısında

            hayrete düşen, onu aşmayı tahayyül bile edemeyen Marxistlerin bu

            davranışları ile, Cebelitarık Boğazı'ndaki "görünmez duvar"ın

            sırrını "kutsal kitap"larında arayan imanlı "ilahi şifre çözücü"ler

            arasında fark var mı! Marx'ı "ilahi bir şahsiyet", yazdıklarını

            "kutsal metinler" olarak kabul edersek; Marx'ı bırakın aşmamız, O'nu

            gerçekten anlamamız mümkün olabilir mi? Tarihin devinimi içerisinde

            elbette Marx'ı yeniden ve değişik gözlerle okumalıyız, tıpkı

            Aristoteles'i, Cicero'yu, Spinoza'yı, daha pek çok filozofu olduğu

            gibi. Ama bu çaba onun bilgeliğini, tartışılmazlığını, doğruluğunu

            kanıtlama değil, sadece "okuma" çabası olmalı.

           

Bu yazıda, Marx'ın "düşüncesinin sistematik olarak ekolojik"

            olmadığını, bunun da tarihsel materyalizmden kaynaklı olduğunu ileri

            sürebilirdim. Bunun için Marx'ın doğayı "zorunluluk alanı" toplumu

            da "özgürlük alanı" olarak kabul ettiğini, teorisini bu hatalı

            kabulleniş üzerine kurduğunu, doğayı daha çok edilgen nesneler

            yığını, hammadde ve kaynak deposu olarak algılama eğiliminde

            olduğunu, doğaya hükmetme düşüncesini sorgulamadığını, doğaya

            hükmeden insanın şekillendireceği toplumsal yapılanmanın "herkesin

            yeteneğine göre, herkesin ihtiyacına göre" şekillenemeyeceğini,

            insanın doğayla uyum içinde birbirlerini zenginleştirerek

            özgürleşebileceği düşüncesinin aksine "insanın doğayı emek potasında

            eritilerek özgürleşeceğini" düşündüğünü iddia edebilirdim. Ve hatta

            bu cümleler ile yetinmez, "kanıt" olarak Marx'ın külliyatından

            onlarca pasaj aktarabilirdim. Ama bunu yapmayacağım, çünkü bu

            yaklaşım yukarıda eleştirdiğim Marx'ı mistikleştiren "Marxist

            İman"ın sınırları içerisinde kalmaya mahkumdur. Oysa hayat sadece

            Marx mı!

 

            Yeni sorular

           

Kanımca üçüncü binyılın dünyasında "yeni sorular"a ihtiyacımız var:

            Homo Sapiens'i doğal evrimin bir sonucu olduğunu kabul ettiğimizde,

            insanın toplumsal evriminin başlarında doğa ile organik bir ilişki

            içinde olduğunu ileri sürebiliriz. Öyleyse henüz doğayı

            "öteki"leştirmemiş insanın "kendi doğasına hükmetmeden dışsal doğaya

            hükmetmesi" mümkün müdür? Yaşlıların gençler, erkeklerin kadınlar

            üzerinde kurduğu tahakküm ilişkileri gibi birçok toplumsal

            hiyerarşik yapılanmanın ve hükmetme ilişkisinin belirleyici olmadığı

            toplumlarda, insanların doğaya hükmetmesi ve bunu meşrulaştırması

            olanaklı mıdır? Ekolojik problemleri toplumsal bağlamdan arındırıp

            tartışmak ne kadar doğrudur? Küresel iklim değişikliğini, nükleer

            enerji sorununu, GDO'lu ürünleri ve biyoteknolojiyi; Irak

            savaşından, küresel açlık ve kıtlık sorunundan, ulusötesi

            şirketlerden, kapitalizmden, zengin ile yoksul arasındaki gelir

            uçurumundan, sosyal adaletsizlikten, makro ve mikro iktidar

            ilişkilerinden, kısacası toplumsal ilişkilerin tümünü içerecek

            biçimde, Marx'tan "kaçmadan" ve sadece onunla yetinmeden tartışmamız

            gerekmez mi?

            

Ekolojik problemlerimizin kökenini irdelerken insanın insanla ve

            doğanın geri kalanıyla kurduğu ilişki tarzını sorgulamak gerektiğini

            düşünüyorum. "Doğaya hükmetme düşüncesi"nin insanın insan üzerinde

            tahakküm kurmasından ve onu sömürmesinden bağımsız olmadığını kabul

            ettiğimizde ancak, ekolojik problemleri sadece bir "çevre sorunu"

            olmaktan kurtarıp, "toplumsal-politik" bağlamda ele alabiliriz.

 

            Öneri, katki ve elestiri

            Yakamoz

            Anasayfa