Siyasetin hukukunu kim koruyacak?
Ertugrul Günay
Demokrasinin olmadığı
ortamlarda ne düşünce özgürlüğü içsellik
kazanabilir ne de laiklik anlamlı
ve gerçekçi olabilir
Önceki hafta, Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı'nın laiklik konusunda
yaptığı açıklama, hukuk ve siyaset
çevrelerinde ilgiyle karşılandı.
Sayın Başsavcı'nın sözlerini ve
laiklik konusunda duyarlılığını,
bazı çevreler, iktidar partisine
bir "gönderme" olarak niteledi.
Açıklama, AKP çevrelerinde de bu
tür kaygılara yol açmış olmalı ki,
Adalet Bakanı konuyu Başsavcı'ya
sorduğunu ve "somut bir olay
üzerinde değil, genel bir
duyarlılık ifadesi olarak konuştuğu"
yanıtını aldığını söyledi.
Yargının en üst organlarının laiklik
konusundaki bu dikkat ve
özenini elbette saygıyla
karşılamak gerekir. Çünkü laiklik, bizim
hukuk düzenimizde anayasal bir
ilke olmanın ötesinde anlamlar
taşıyan bir kavramdır. Bir bakıma
düşünce özgürlüğünün zemini ve
güvencesidir. O nedenle, yargının
laikliğe yönelen eylemli
karşıtlıklar konusunda -hele
siyasal alanda- gösterdiği duyarlılık
doğal ve önemlidir.
Aslında, sınırlı birkaç olay
dışında, yargı çevrelerinin bu konudaki
dikkatli tutumu bugüne değin
tartışılmayacak kadar açık ve kesindir.
Yargı, zaman zaman siyasal
taraflılık çağrışımı yapacak üslup ve
ölçülere de taşarak, Anayasa'nın
ve devletin "laiklik" ilkesini hep
özenle korumaya çalışmıştır.
Ancak, ülkemizde anayasal düzenin
temel niteliği sadece "laiklik"ten
ibaret değildir. Anayasa'nın "Cumhuriyetin
nitelikleri" başlıklı 2.
maddesinde Türkiye Cumhuriyeti'nin
"... insan haklarına saygılı ...
demokratik, laik ve sosyal bir
hukuk devleti" olduğu yazılıdır.
Öyleyse, ülkemizde anayasal
düzenin ve cumhuriyetin temel
niteliklerini koruyup kollamakla
görevli olanlar, yalnızca
"laikliği" değil,
"demokratik ve sosyal hukuk devleti" ilkelerini de
aynı özenle gözetmek durumundadır.
Türkiye'de siyasal sistem çok
partili parlamenter demokrasidir. Bu
sistemde siyasi partiler,
Anayasanın 68. maddesinde yazılı olduğu
üzere "demokratik siyasi
hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır". Yine bu
madde, siyasi partilerin "tüzük
ve programları ile eylemlerinin ...
insan haklarına, eşitlik ve hukuk
devleti ilkelerine aykırı
olamayacağını"
öngörüyor. Anayasa'nın 69. maddesinde "siyasi
partilerin faaliyetleri, parti içi
düzenlemeleri ve çalışmaları
demokrasi ilkelerine uygun
olur" deniliyor. Yürürlükteki 2820 sayılı
Siyasi Partiler Kanunu da,
Anayasa'nın bu hükümlerini çeşitli
maddelerinde yineliyor.
Demokrasinin vazgeçilmez unsurları
Yürürlükteki Anayasa ve yasalarımıza
göre demokrasi kurallarına
uygun davranmak, "demokratik"
olmak devletin ve cumhuriyetin temel
niteliklerinden birisi, hatta birincisidir.
Demokrasinin
"vazgeçilmez
unsurları" olan siyasi partiler de, iç işleyişlerinde
ve genel siyasalarında laiklik
ilkesine olduğu kadar, demokrasi,
insan hakları ve sosyal hukuk
devleti ilkelerine de uygun davranmak
zorundadır.
Oysa Türkiye'nin siyasal partiler
düzeni demokrasi ve hukuk devleti
ilke ve kurallarına -neredeyse
tümüyle- aykırıdır. Partiler iç
işlerinde, üye, örgüt ve kendi
birimlerine karşı uygulamalarında tam
bir keyfilik ve başına buyrukluk
içindedir. Hemen bütün siyasal
partilerde yasa ve tüzük hükümleri
kağıt üzerindedir. Yönetimler
diledikleri gibi davranıyor. Genel
merkezleri ellerinde tutanlar,
disiplin kurallarını, parti içindeki karşıtlarını tasfiye için
diledikleri gibi kullanıyor, bir
anlamda "dikensiz gül bahçesi"
yaratmaya kalkışıyor. Partilerde
en küçük bir denetim ve eleştiriye
yer yok. Hazinenin yaptığı kamu
yardımı bile tam bir kapalılık ve
keyfilik içinde kullanılıyor.
Genel merkezler istemedikleri il ve
ilçe birimlerini görevden alıyor,
yasada yazılı sürelerde yeni
kongreleri toplamıyor, böylece sadece
iç tüzüğü değil, yasa
hükümlerini de fütursuzca
çiğnemekten kaçınmıyor.
Bu konuda örneğin, ülkenin en köklü
siyasal kurumu olduğu varsayılan
ana muhalefet partisinde sayısız
hukuk ihlali yaşanıyor ve yaşanmaya
devam ediyor. SPK'nın 19.
maddesinde görevden alınan illerde 45 gün
içinde yenileme kongreleri
yapılacağı yazılı olmasına karşın 400
günden bu yana kongreleri
yapılmayan iller var. Şimdi bu uygulamanın
görevden alınan onlarca yeni il
biriminde yaygınlaştığı görülüyor.
"Yok kanun/yap kanun"
Varolan yazılı kuralların ayak bağı
olduğu durumlarda, hiçbir etik
anlayışa sığmaz biçimde, her yönteme
başvurularak bu hükümler
değiştiriliyor, bir anlamda "yok
kanun/yap kanun" zihniyeti
yerleştiriliyor. Bütün gelenekler
ve hukukun temel ilkeleri gözardı
edilerek, her kurultayda, o
toplantı için hükümler değiştiriliyor ve
uygulanıyor. Bir benzetme yapmak
gerekirse, yarışma başladıktan
sonra yarışın kuralları
değiştiriliyor. Eşitlik, objektiflik,
hukukilik gibi kavramlar yok
düzeyinde. Gizli oyla yapılması gereken
seçimler, çeşitli tüzük hileleriyle açık oya dönüştürülüyor,
kişilerin aday olabilme, seçme ve
seçilme hak ve özgürlükleri fiilen
engelleniyor.
Türkiye'nin siyasal partiler
düzeninde genel başkanlar birer "şef"
ya da "şeyh"
konumunda. Sadece partinin yönetimini ve siyasasını
(yahut siyasetsizliğini)
etkileyip, belirlemekle kalmıyor, genel
seçimlerde bütün parlamento
adaylarını bile tek başına (bazen eş,
kardeş ya da birkaç yandaşını
katarak) tayin ediyor. Son üç genel
seçimde hemen bütün partilerin
uyguladığı bu yöntemle -bir anlamda-
milletin egemenlik hakkı gasp
ediliyor, egemenliği sonuçta bir kişi
yahut bir siyasi oligarşi
kullanıyor.
Ancak, bütün bu yasa tanımazlık karşısında, hukuku çiğnenen siyasi
parti üyelerinin
-özellikle tüzük ihlalleri
konusunda- yargıya yaptığı başvurular
bugüne kadar hemen hiçbir olumlu
sonuca ulaşamadı. Parti
tüzüklerinde yapılan anayasa ve
hukuk dışı düzenlemeler ve yaşanan
uygulamalar karşısında, hukukun
suskunluğu şaşırtıcı. Geçen yıllarda
bir yüksek yargı mercii, siyasi
parti üyelerinin tüzüğe ilişkin
itirazları durumunda,
başvuracakları yargı yolunun bizim hukukumuzda
belirlenmiş olmadığını karar
altına alabildi. Böylece siyasi parti
üyeleri, bizim yargı sistemimiz
önünde bir dernek üyesinden daha
"hukuksuz" konuma
düşürüldü.
Öte yandan, Anayasa Mahkemesi de, Başsavcılığın 2002 yılında
benzer
bir konuda açtığı davayı kabul
etmedi. Bu karara göre, siyasi
partilerin en üst karar organına,
genel başkanların ayrıcalıklı
yöntemlerle üye seçtirebilmesi
anayasanın eşitlik ilkesine aykırı
bulunmadı. Bütün bu kararlardan
anlaşıldığı kadarıyla, Türkiye'de
yüksek yargı organları, hukukun ve
demokrasinin korunmasını
Anayasa'da -hamasi bir söylemle-
yazılı olduğu gibi "demokrasiye
âşık Türk evlatlarının vatan ve
millet sevgisine emanet ve tevdi"
etmiş görünüyorlar.
Laikliğin korunması konusunda takdirle karşılanması gereken,
duyarlılık gösteren
-başta yargı organları olmak
üzere- bütün kurumların ve aydınların,
demokrasi konusundaki bu
duyarsızlığı anlaşılır gibi değil. Herhangi
bir parti üyesinin laiklik karşıtı
bir tek sözcük sarf etmesi
durumunda ayağa kalkanların,
demokrasiyi, Anayasa'yı, hukuku
çiğneyen siyaset adamları
karşısında suskun kalması, gerçekte
Türkiye'de laikliğin de,
demokrasinin de yeterince
içselleştirilmediğini gösteriyor.
Çünkü, evet laiklik düşünce özgürlüğünün güvencesidir. Ama
demokrasi
de, laiklik başta olmak üzere
bütün öteki hak ve özgürlüklerin
zemini ve güvencesidir.
Demokrasinin olmadığı ortamlarda -yakın
tarihte komşularımızda örneklerini yaşadığımız Baas'cı rejimlerde
olduğu gibi- ne düşünce özgürlüğü
içsellik kazanabilir, ne de
laiklik anlamlı ve gerçekçi
olabilir.