Denizde Gece Yolculuğu

                                                                             Yavuz Erten

 

           

 

         “Melankoli” kavramının varlığını sürdürüyor olmasının, sadece tarihçi veya nostaljik meraklardan kaynaklanmadığını düşünüyorum. “Melankoli” kavramının günümüzün kuru ve steril DSM tipi Depresyon kavramının içerdiklerinden fazlasını barındırdığına inanıyorum. Bu fazlalık bir tarafı ile onun içindeki “şizoid” ögelerle ilgili. 1951’de Rapaport’un dediği gibi Melankoli psikotik tabiatta bir depresyon. Bu hali ile şizoaffektif bir entite olan melankolinin  psikotik bozukluklarla geçişler içerebildiğini unutmamak gerekiyor.  Ayrıca yüz yılı aşan süreçte deskriptif psikiyatri ve psikanaliz alanında yapılan  melankoli üzerine gözlemler/çalışmalar, DSM’nin sıralı belirti satırlarının ötesine taşan bir derinlik ve zenginlik perspektifi yaratıyor. Melankolide çoğunlukla trajik ve destansı bir fenomenoloji ile karşıkarşıya kalıyoruz. Bu trajik ve destansı hal, onun sanrılara doğru giden bir yolda yürümesinden de kaynaklanıyor. Biraz sonra söyleyeceklerimin fenomenolojinin bu trajik ve destansı boyutunu işaret ettiğini düşünüyorum.

 

          Freud’a göre, melankoli ve sağlıklı yas süreci birbirlerinden farklıdır. Sağlıklı yasta, kaybedilen nesneden çekilen libido yeni bir nesneye aktarılabilir. Oysa, melankolide libido tekrar iç dünyaya yatırılır. Bir başka deyişle, bir nesne yatırımının yerini, egoya yedirilen bir nesne özdeşleşmesi almıştır. Bu bir anlamda bir ikincil narsizm düzeneğidir. Kendi kendine kapanılır, kendine yutulunur. Yutan ve yutulan bir bünyede toplanır. Melankolinin nasıl yamyamsı düşlemler barındırdığını anımsamamız yerinde olur. Bu yamyamsı ögeler şizoid süreçlerin oral şiddetini yansıtırlar.

 

                    Fenichel’in (1945) aktardığı bir melankoli vak’asına kısaca kulak

verelim: “Hasta balık yiyemiyordu, çünkü ona göre balıkların da “ruhu” vardı ve dolayısı ile balık, hastanın henüz bir yaşındayken ölmüş babasını temsil ediyordu. Bu hastanın sindirim sistemi belirtileri vardı ve diyaframının hasta olduğuna inanıyordu. Bu belirtilerle, ölmüş babasını yeme isteğini önlüyordu. Hastanın konuştuğu Almanca dilinde, diyafram sözcüğünün karşılığı olan Zwerchfell’i (tsverhfel) zwergfell (tsvergvel)  (zwerg=cüce) gibi söylediği ortaya çıktı; hasta karnında küçük bir cücenin sıçrayıp durduğunu tasarımlıyordu. Onun “zwerchfell”i, yenip yutulmuş babasını (...) simgeliyordu”.  Evet, balık yiyemeyen hasta...Bu balık meselesine çok kısa bir süre sonra tekrar döneceğiz ancak bu sefer memeli bir balıktan sözedeceğiz ve yenilen değil, yiyen bir balık olacak o.

 

           Bundan yıllar önce beni çok etkileyen ve bence Türk Sinema Tarihinin en iyi filmlerinden birini seyretmiştim. Ömer Kavur’un “Gece Yolculuğu”. O sıralar Jung okuyordum ve filmi seyrederken, onda yakaladıklarımın bir “senkronisite” olduğuna inanmıştım. Film Jung kuramının çok başarılı bir uygulamasıydı. Ya Ömer Kavur bilinçli bir Jung uyarlaması yapmıştı, ya da Jung’ta kendini ifşaa eden, “Gece Yolculuğu”nda da ifşaa etmişti. Film, senaryo yazarken Ege’de dolaşan bir yönetmenin, terkedilmiş bir rum köyüne yerleşerek yavaş yavaş gerçekliğin dışına çıkışını ve en sonunda ortadan kayboluşunu anlatır. Son karede, onu fellik fellik arayan arkadaşı senaryonun sayfalarını denizin kenarında bulur. Senaryonun ismini (Gece Yolculuğu) seyirciye de göstererek okur ve denize bakar. Filmin adı ile Jung’un kuramındaki önemli bir kavram arasındaki bağlantı hemen dikkat çekiyordu. Jung’un destan, masal, efsaneler üzerinde yaptığı araştırmalardan ortaya çıkan bir kalıp vardır: “Denizde Gece Yolculuğu” (Night Sea Journey). Jung bu kalıbın özünde “yeniden diriliş” inanışı olduğuna inanır. Fiziksel dünya deneyimlerinin en etkileyicilerinden biri olan güneşin batışı ve doğuşunun ilkel zihinlerde yer eden bir kalıp oluşturduğuna inanır. Güneş akşamla birlikte denizin bir yakasında (batıda) yavaş yavaş sulara gömülür. O artık yokolmuştur; ortalığı karanlık basmıştır. O karanlık gecenin sonunda, denizin öbür yakasından (doğudan-doğumdan) doğar. Güneş bir gece boyunca “dipte” yaptığı yolculuk sonunda diğer yakaya ulaşmıştır ve ölümünün ardından yaşama tekrar döner. 

 

          “Denizde Gece Yolculuğu” temasının en çarpıcı öykülerinden biri Yunus Peygamber efsanesidir. Bu efsane, dinlerin de sahip çıktığı bir Ortadoğu  halk hikayesidir. Pekçok değişik versiyonu vardır. Bu versiyonların farklılaşması ona sahip çıkan ve anlatanların hikayeyi kendi çıkarlarına göre eğip bükmelerinden  kaynaklanır. Bu versiyonların bir ortalamasını alıp anlatmak gerekirse Yunus Peygamber’in efsanesi şöyledir:

 

          Bir öksüz olan Yunus Peygamber (Sahib-i Hut, Zin-nun) 33 yaşında bir Asur kenti olan Nineva’ya Tanrının buyruklarını tebliğ edip, onları içinde yaşamakta oldukları günahkar yaşamdan çekip çıkarması için yollanır. Eğer gittikleri yoldan vazgeçmeyeceklerse başlarına büyük felaketler geleceğini onlara söyleyecektir. Doğrusu pek başarılı olamaz; onunla alay edilir. “Tek bir kişinin hatırı için azap inip herkesi yok edecekse, müsade et bu azap gelsin” bile denir ona.  Yunus Peygamber umutsuzluğa kapılır ve kendinden şüpheye düşer (zelle). Musevi-Hristiyan kaynaklara göre, bir Yahudi olan Yunus Peygamber Yahudilere çok eziyet eden Asurlularla ilgili çelişik duygulara sahipti. Bir yandan peygamberliğinin gereğinin başarılı şekilde tamamlanmasını –ve dolayısıyla Asurluların doğru yolu bulmasını- istiyordu. Bir yandan da, Asurluların yaptıklarının cezasını görmelerini –yokolmalarını- istiyordu. Böyle bir çelişiklik, bir psikanaliz divanını gerektirecek yaman bir ikilemdi. Bu arada, “Yunus”un Batı Dillerindeki karşılığı olan “Yonah” sözcüğünün ikinci anlamını anımsamak manidar olabilir. “Yonah” “uğursuzluk getiren” anlamını da taşır.

 

Yunus Peygamber, görev yerini (Nineva’yı) terkederek, kendini çöle vurur. Daha sonra bir kıyıya varır (Kimi kaynaklara göre Dicle, kimilerine göre Fırat, kimilerine göre Kızıldeniz. Ama her halukarda, Yunus Peygamber için, intihar gibi bir çöl yürüyüşü planı içindeyken, sürprizli). Bir gemiye biner. Gemi giderken büyük bir fırtına çıkar. Gemi fırtınada hiç ilerleyemez. Çekilen kürekler boşunadır. Yunus Peygamber denizcilere “Ben Tanrının buyruğuna uymadım. Başınıza gelen bundan, tüm bunların sebebi benim. Beni denize atın” der. Onu karaya çıkarmaya çalışırlar ama kürekler çekilemez. Gemideki kaçağın (veya suçlunun) kim olduğunu anlamak için kura çekilir. Kura Yunus’a çıkar; bir daha çekilir, gene Yunus’a çıkar. Son defa çekilir; Yunus’a çıkar. Yazgısından kaçamayan veya kaçmayan Yunus denize atlar veya atılır; fırtına durur. Onu denizde dev bir balık yutar. Balık balina veya yunustur (memeli bir balık !). Yunus balinanın karnında kırk gün kalır (kırk günün ölüm ritüellerindeki yerini gözardı etmemek gerek). Bu süre zarfında hiçbir şey yemez. Kemikleri yumuşamaya, etleri erimeye başlar. Yunus balığın karnında karanlıklar içinde, Tanrıya yakarır. “Senden başka ilah yoktur. Seni bütün noksanlıklardan tenzih ederim; ben gerçekten sana haksızlık edenlerden oldum” der. Balık kırk günün sonunda onu karşı kıyıya kusar. O kaybolduktan sonra gelen felaketin işaretlerini görmeye başlayan ve imana gelen Nineva halkı onu aramaktadır. Onu bitkin bir şekilde yattığı o kıyıda bulurlar. Tövbe etmişlerdir. İmana gelmişlerdir. Böylece başlarına gelecek felaket bertaraf edilmiştir. Yunus Peygamber seksen yaşına kadar o kavimle yaşar.

 

            Yunus Peygamber hikayesi  neler düşündürtüyor ?  Öncelikle Yunus’un Nineva’ya karşı yaşadığı çelişik duygular üzerinde kısaca durmak gerek. (Peygamberler tarihinden, ümmetine tüm çabalarına ve asla zelleye kapılmamalarına rağmen yardım edemeyen bir sürü peygamber biliyoruz. Oysa, Yunus Peygamber kaçması, isteksizliği ve öfkesine rağmen ümmetinin başına gelecek felaketi önlemiştir. Oldukça paradoksal ve ironik bir durum). “Peygamber-Ümmet ilişkisi”ni “Anne-Çocuk ilişkisi” ile karşılaştırarak bir paralelliğe çekersek, Yunus Peygamber’in vurgulanmış öksüzlüğü ile, ümmetine yönelik ambivalansını bağlantılandırabilir miyiz ?  Şüpheye düşen Yunus, Tanrı ile kurduğu bağı kaybetmiş, bundan sonra da Nineva’yı terketmiştir. Böylece Anne-Tanrısı ile bağını kaybeden, bir anlamda terkedilen Yunus, Nineva’ya, daha önce kendi hissettiği gibi hissettirmektedir. Kökensel deneyiminde terkedilen, bu sefer terketmektedir. Bu konuda, Yunus Peygamber Nineva’ya döndükten sonra olanlar ilginç bir perspektif yaratabilir. Mesnevi’ye gore, Yunus Peygamber şehire döndükten ve Tanrı azap yollamaktan vazgeçtikten sonra, “ben de bundan korkuyordum...” der ve şehirden çıkıp gider. Doğu yöresinde bir çadır kurup, içinde tek başına yaşamaya başlar. Bu arada artık kendisinin içinde olmadığı şehire bir şey olup olmayacağını merakla gözetlemeye d devam eder. Bu arada, yerden bir kabak filizi biter, büyür. Yunus’u gölgelendirir. Yunus buna çok sevinir. Ne var ki, ertesi gün, kabağa bir kurt arız olur. Kabak kurur. Gün doğunca, Yunus’a vurur; o sırada, bir de çetin doğu yeli esmeye başlar. Yunus şikayete başlayınca, Tanrı der ki : “Dikmediğin kabak asmasına acıdın. Nineva’da benim yarattığım yüzyirmibinden fazla insan var; peki ben onlara acımayayım mı ?”.

 

          Tabi burada belirtmek gerekir ki, “öksüzlük” üzerine söylediklerim, reel anne kaybının doğal ve zorunlu sonuçları değildir. André Green’in “Ölü Anne” makalesinde belirttiği gibi, özdeşleşilmesi psişik yapıda bir kara deliğe dönüşen “ölü anne” bedensel olarak değil, ruhsal olarak canlı olmayandır. Yunus Peygamber kıssasında Yunus Peygamber’in 40 günlük ölümü veya ne sağ, ne ölü hali, veya hem sağ, hem ölü hali böyle bir özdeşleşmenin izlerini taşır.

 

          Yunus Peygamber’in öyküsündeki karşıtlıklara dair başka şeyler söylemek gerekirse...Yunus’un bir kabir ızdırabı yaşadığı balığın karnındaki esaretinde, etleri dağılma, kemikleri erime noktasına gelmişken, bir başka deyişle, ölümün kıyısında iken, varoluşun yaratıcısı ile onun gözünde oldukça hatırlı bir ilişkiyi sürdürüyor olması , Cotard Sendromunun ikilemlerini anımsatır gibidir. Büyük bir yalnızlığın ortasında, bir yanda parçalanmanın, yokolmanın sefaleti, diğer yanda, Tanrısal olmanın enormitesi. Yunus’un deneyiminin bu iki uç noktası birbirlerinin sebepleri ve bedelleri gibi görünmekteler. Islam Tasavvufu bu çileli yolculuğu büyük bir onurla taçlandırır. Onu Hazreti Muhammed’in Miracıyla karşılaştırır. Muhammed Burak’a binmiş ve Allah katına yükselmiştir. Hazreti Yunus ta bir balık tarafından yutulmuş ve Tanrı ile deniz dibinde karşılaşmıştır.

 

          Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa adlı eserinde, onun balıktan çıkmış halini “pelte”ye benzeterek tarif ederken bir doğumu anlatır gibidir. Doğrusunu söylemek gerekirse, bir fırtınanın ortasında denize atılıp, kırk gün bulunamayan (ve de dev bir balık tarafından yutulmuş) birisinin ölmüş olması normal bir beklentidir. Daha önce de belirtildiği gibi, bu bir nevi “yeniden diriliş” öyküsüdür. Aklımıza Freud’un da bir dönem bağlantı kurduğu şekilde buzul çağı ile melankoliyi veya depresyonu ilişkilendiren fantezinal düşünceler gelebilir. Melankoli bir “küçük ölüm” olan “kış uykusu” mudur ? Bir başka deyişle, geçici bir ölüm müdür ? Jung’un “Denizde Gece Yolculuğu” bu tam ölüm olmayan ölümün veya yeniden doğumla nihayete erecek ölümün özü müdür ?

 

Melankoli bu bağlamda bir düşlem projesi veya bir proje düşlemi olarak görülebilir. Bu düşlem, anne-çocuk ilişkisinde varolan yoğun ambivalansı, ileri derecede bir regresyonla psişik ve/veya fiziksel ölümün sınırına kadar giderek ve böylece anne-çocuk ilişkisini yeniden kurmak yani reset etmek yolu ile çözmek projesi olarak tanımlanabilir.

 

O karanlık gece boyunca, yani “Denizde Gece Yolculuğu” boyunca, bu çok hatırlı yolcusunu taşıyan balık, aynı zamanda yuttuğu bu yolcusunun katili de olabilirdi. Bir anlamda ölüp yeniden doğan Yunus’un hikayesi  bir sınav başarısızlığı veya eğitim zayiatı olarak, doğumla değil ölümle noktalanabilirdi. Melankoliğin içe-yansıtılmış nesnesi ile dipte giriştiği bu ölümüne hesaplaşma her zaman selametle sonuçlanmayabilir. Bu yolculuğun bir yerinde yolcu kaybedilebilir. Öykünün sonu, psişik ve hatta bazen fiziksel ölüm olabilir.

 

Sözlerimi Enis Batur’un “İblise Göre İncil” adlı eserindeki Akrep Dönencesi sayfalarından Yunus Peygamber için yazılmış satırlarla bitirmek istiyorum:

 

“Bir bilinmeyen Yunus. Karanlıklardan çıkan bir süreklilik. Göçü izleyen çağlarda toprağa yerleşmiş. Gözleri iki bilinmedik odak. Yüzü bütün kağıtlardan silinmiş bir pafta. Kapkara bir anıta sığınmış bir eski yaz gecesi, dipsiz öfkesiyle. Orada, Zaman’ın aşınmasını bekliyor. Ülkesinin bütün saatleri durmuş: Günleri gece duyarlığı ile sönedursun, gecesi ışık çölü”.

 

Öneri, katki ve elestiri

Yakamoz

Anasayfa