Psikanaliz ve Bilişsel Yaklaşım.
Bir Entegrasyon Olası mı ?
Yavuz
Erten
Sayın Dr. Hakan Türkçapar
konuyu Bilişsel Terapiler penceresinden bakarak irdeledi. Ben konuya, elimden geldiğince ve zaman
sınırı izin verdiğince, ‘öteki taraf’tan bakacağım. Psikanalitik kuram ve Bilişsel Terapi’nin birbirlerine
yakınlaşmaları ve ortak bir düşünsellik ve eylem oluşumu içine girmeleri son
yıllarda pekçok kuramcının beklediği ve makul (hatta mübah) gördüğü bir gelişmedir. Ülkemizde de Psikoterapi Platformu’nun
düzenlediği 1. Psikoterapi Günleri’nde bu konu üzerinde tartışılmıştır. Sayın Dr. Erol Göka’nın Psikanaliz’in
geleceğinde Bilişsel Terapi ve Yorumsamacılık (Hermeneutics) ile bir kaynaşma
ihtimali gördüğünü ileten sözleri, benim zihnimde de benzer fikirler olduğu
için olsa gerek, hala hatırımda.
Psikanalizin son kırk
yılındaki evrim ve dönüşümler, bu köklü kuramın ana yatağında bir yer
değişikliğini yaratmıştır. Kuramın
‘dürtü’ odaklı bakışı, ‘ilişki’ odaklı bir yaklaşıma devrilmiş ve evrilmiştir. Nesne İlişkileri kuramı, Kendilik
Psikolojisi, Öznellikler-arası kuramı ve yenidoğan araştırmaları bu büyük
dönüşümün sebepleri ve sonuçlarıdırlar.
Bu büyük dönüşümü kısa bir
sunumun sınırları içinde nakletmek hiç kolay değildir. Yapabileceğimiz ancak konumuzla ilgili
noktalara kısa değinmeler ile bir kuşbakışı olacaktır. Bu kuşbakışı kısaca Kohut, Kernberg, Basch,
Fosshage ve Stern gibi çağdaş psikanalizin en önemli kuramcılarından beşini
içerecektir.
İnsanlaşma serüveni dil ve
lisanın gelişim öyküsüdür. İnsan yavrusu ilişkiye girdiği ‘öteki’ ve
‘ötekiler’in gözündekilerin ortalaması olmayı dil ve lisan aracılığı ile
öğrenir. İlişkiye girdiğimiz ‘öteki’, kendimizi bulduğumuz, gördüğümüz ve
tanıdığımız aynadır.
Kohut
(1984) eşduyumun (empathy) bir gelişim çizgisi üzerinde en ilkel olandan
gelişmiş olanlara doğru evrildiğini iddia eder. Eşduyum ilk önce annenin
dokunmalarında, tutma ve kavramalarında, gülümsemelerinde kendini gösterir. Yüz ifadeleri ve bakışlar zaman içinde
gitgide önplana çıkar. Bebek annenin
kendisini izlediğini, onayladığını, cesaretlendirdiğini, sorularına yanıt
verdiğini, vs. onun yüzünde izler. Annenin
yüzü bebeğin baktığı bir ‘ayna’ gibidir.
Bebek baktığı bu aynada kendi varlığını izler ve insanlaşma serüveninin
ilk adımlarını atar. Tura’nın (1998)
dediği gibi, kökeninde böyle bir ‘ayna-öteki’ yaşantısı olmayan bir yaşama
‘insani’ sıfatını veremeyiz. Olsa olsa,
orada ‘tabiat’tan sözedilebilir. Bir
sonraki aşama insanlaşma serüveninin en ‘ayırıcı’ ve ‘farklılaştırıcı’ adımını
barındırır. ‘Dil’ ve ‘Lisan’ devreye
girer. Dokunuşlar ve bakışlardan sonra şimdi de sözler, anneden bebeğe anlamı
taşırlar. Konuşma, sözle paylaşma ve
anlamı oluşturma, insani çevrenin vazgeçilmez ögesi olur.
İnsanlaşma serüveninin
vazgeçilmez ögesi bu eşduyumsal ortamdır.
Bebek ‘ayna-öteki’ye bakarak hem varolduğunu anlar ve özümser, hemde
onun ‘göz’ünden ve ‘söz’ünden kendini görerek ve bu görüşü ve sözü, özünde
varolanlar ile kaynaştırıp- içselleştirerek kişiliğini oluşturur.
Kendilik sürekliliğimiz,
kişilik örgütlenmemiz ve fenomenolojik deneyimimizin dokusunu oluşturan bu
etkileşim iç dünyamıza imge, simge ve semantik birimler olarak kodlanır. İç
dünyamızın ham maddesi olan bu birimler her zaman bir ‘ilişkisel bağlamın’
ürünüdürler. Her imge, simge ve anlamsal içerik ötekilerin huzurunda vücud
bulmuştur.
Kernberg’ün
gelişim kuramında, kişilik örgütlenmesinin yapıtaşı, bir başka deyişle ‘psişik
atom’u şu öğelerden oluşur: Kendilik imgesi, nesne imgesi ve bu ikisini
renklendiren bir dürtü ve duygulanım rengi (Kernberg, 1976).
Bu psişik atom, bebeğin ‘öteki’ (nesne) ile girdiği etkileşimin
sonucunda oluşur. Bebek bu etkileşimi
‘içe-yansıtır’ (introjection). Bebek
ile ‘önemli öteki’nin, örneğin annenin herhangi bir etkileşimi bu psişik atomun
hammaddesi olacak katkıyı sağlamaktadır.
Örneğin, bebek acıkmıştır ve gerilim içindedir. Ağlamaya başlar. Sonra anne görünür ve
kendisine yaklaşır; meme verir. Bebeğin
gerilimi sona erer; yavaş yavaş uykuya geçer.
Bu etkileşim örneğini incelersek, ‘acıkma-ağlama-doyurulma ve uykuya
geçme’ bağlamında, bebeğin kendisine dair bir imge oluştuğunu varsayabiliriz.
Buna karşılık nesnenin (annenin veya memenin) de bir imgesi oluşur. Bu
etkileşim bu iki imgeyi belli bir ‘zarf’ veya ‘çerçeve’ içine alır. Bu da o spesifik etkileşimin ‘duygulanım
rengi’dir. Bebek gelişimi boyunca bu
tür etkileşimler sayısız kere yaşanır.
Bu etkileşimler içe-yansıtıldıkça, yapısallaşmaya başlayan bir kişilik
örgütlenmesinin ‘tuğlaları’ olurlar.
Yukarıdaki örneğe dönersek, bebek yüzlerce kez acıkacak, ağlayacak ve
annesi tarafından beslenecektir. Yüzlerce kez yaşanacak bu spesifik etkileşim,
her seferinde bir öncekinin tıpkı-kopyası gibi olmayacak, kendilik imgesinde,
nesne imgesinde veya duygulanım niteliğinde çeşitlilikler oluşacaktır. Psişik yapılanma, bu çeşitlilik arzeden
etkileşimlerin ‘ortalama’ bir ‘imgeselleşme süreci’dir. Gelişimin ileriki aşamalarında, çocuk oral
bir gereksinimin gerginliğini yasadığı anlarda, bu yapısallaşmanın etkisi
altında kendi imgesi, rolü ve
beklentisi; nesnenin imgesi, rolü ve beklentisi hakkında bir izlenim içinde
olacaktır. Ayrıca bu izlenimler
bütününü belli bir renge boyayan bir duygulanım veya duyguyu da
deneyimleyecektir. Farzedelim ki, bebek
tüm oral gereksinime dayalı gerginlik anlarında, ona karşı çift-uçlu
duygulanımlar ile yüklü bir annenin davranışlarına maruz kalmış olsun. Bebek
bazen yarım kalmış beslenme seansları, bazen ağlamalarına duyarsız kalan bir
anne, bazen de suçlulukların güdülemesi ile, gereksinimi olmadığı halde
beslenmesi için kendisini zorlayan bir anne ile yaşanan etkileşimleri
içe-yansıtmış olsun. Böyle bir
etkileşimin yapılaşması, nesne imgesini ‘güven verici olmayan, ne zaman ne
yapacağı belli olmayan, nefretli, vs.’ kılabilir. Bu nesne ile ilişki içindeki kendilik imgesi ise ‘nesne üzerinde
kontrol kurmaya çalışan, korkulu, güvensiz, vs.’ olabilir. Bu iki imgeyi ilişkilendiren ‘duygulanım
zarfı’ ise ‘öfke, haset, yas, vs.’ olarak belirginleşebilir.
Bebeğin çevresindeki
nesneler ile etkileşimlerinin sonucunda içe-yansıtılıp kişiliğin yapı-taşları
olan benliğe ve nesneye dair bu tip
imgeler zaman içinde “temsilleşmeye” (representation) başlarlar. Artık çocuğun iç-dünyasında, dış-dünyanın
nesne ilişkileri bir ‘temsil drama’ olarak yeralmaktadır.
Psikanaliz veya psikanalitik
psikoterapiler çoğunlukla bu temsiller üzerinde çalışırlar. Psişik yapının
özünü oluşturan bu temsillerdeki eksik yapılanma veya çatışmayı gidermeyi
amaçlarlar.
Temsillerin yapısını
yakından incelediğimizde bilişsel, duygulanımsal ve biyolojik özellikte
olduklarını farkederiz. Bu temsiller üzerine çalışmayı amaçlayan bir terapi
yaklaşımının bilişsel, duygulanımsal, biyolojik ve -tüm bu değişkenlerin edim
düzeyindeki ifadesi olarak- davranışsal boyutların tümünü dikkate alması
gerekmektedir.
Psikanalizin önde gelen ismi
Michael Franz Basch’a (1980) göre bireyi kendi düşüncelerini ve açık
davranışlarını anlamaktan alıkoyan şey algı setlerindeki sınırlardır. Kişinin
deneyimleri ve bu deneyimleri yorumlaması, beklenti kalıpları doğurur. Bu
kalıplar bilinçdışıdırlar ve yeni ortamlara uyum sağlamada otomatik olarak
kullanılırlar. Birey ancak görmeye hazır olduğunu görür.
Basch’a göre herkesin
yaşantısında tekrarı acı veren çünkü korku, utanç ve suçluluk yaratan
deneyimler vardır. Acıdan kaçınma, savunmaların kısıtlayıcı işleyişini devreye
sokar. Bu durum algısal esnekliğe zarar verir. Sonuç olarak beynin işini yapma
kapasitesi, yani sinyalleri örgütlemesi ve mesajları iletmesi zarar görür. Bu
işlevsel bir beyin hasarıdır.
Basch’a göre her durumda
terapistin ilk önce yapması gereken, hastanın içinde yaşadığı durumları nasıl
algıladığını ve yaşantısal beklentilerini öğrenmektir. İkinci olarak terapist
hastasına içinde yaşadığı durumları çarpıtma yapmadan algılayabilmesi için
yardım etmelidir. Hastanın yaşadığı problem bazen bu algı setlerindeki
değişimle ortadan kalkar; bazen de algı setlerindeki değişime paralel olarak,
sorunun çözümüne ulaşmak için hastanın yeni davranışlar edinmesi yani öğrenmesi
gerekir. Bir başka deyişle, hasta yeni algısal özgürlüğü ile çözümü değişik
seçenekler arasından seçer ve uygulama için öğrenir.
Basch geçmişin önemli
olduğuna inanır ancak sadece geçmişin etkilerinin hastanın kişiliğini nasıl
belirlediğini saptamanın ve hastaya bunları iletmenin tedavi edici olmadığını
iddia eder. Terapide daha sağaltıcı olan, hastanın, geçmişin etkisi ile
oluşan algısal setlerinin güncel
yaşamında neleri kaçırmasına, ıskalamasına sebep olduğunu anlamasıdır. Kendi
algısal kalıpları içinde kalmaya devam ettikçe, bir adım öteye gidemeyecektir.
Klasik psikanalizin sınırsız serbest çağrışımı, hasta ve analistin çözümsüz
kısır döngüler içine girmelerine sebep olur çünkü hastanın söyledikleri kadar
söylemedikleri de önemlidir. Terapist, hastasının algısal setleri sebebiyle
kaçırdığını ve dolayısı ile söylemediğini yakalamalı ve ona göstermelidir. Bu
gösterme ve anlamasına yardım etme uğraşı, algısal setin çerçevesinin
genişlemesine yardım eder ve hastanın kendini doğrulayan kehanetlerinin
kırılmasını sağlar.
Basch’a göre psikoterapinin
sağladığı değişikliklerde ilk adım, üst-beyinsel bir hakimiyet ve
düzendir. Hastanın bilişleri kendi
içlerinde düzen ve esneklik kazanmışlardır.
Bu düzen ve esneklik, değişik duygulanımların yarattığı anarşik kaosu da
giderir. Bu gelişimin sonucunda,
duygulanımlar ve bilişler arasında bir ‘arayüz’ (interface) olarak duygular
oluşurlar. Duygu iki dünya (duygulanım
ve düşünce) arasında dengeyi oluşturur.
Psikanalizin son dönem ünlü
kuramcılarından James Fosshage’ye (1990, 1992 & 1994) göre aktarım olgusu
deneyimlerimizi düzenleme çabalarımızın bir sonucudur. Deneyimleri düzenleme
etkinliği zihinsel ‘öteki ile kendilik’ şemaları aracılığıyla gerçekleşir. Bu
şemalar zihnimizin algısal-duygulanımsal-bilişsel düzenleyici ilkeleridir.
Kendilik sürekliliği ve uyumu bu şemaların yeni deneyimleri bütüne entegre
etmesiyle oluşur ve korunur.
Fosshage için ‘tekrar
aktarımı’ evrensel bir süreçtir. O her zaman, her yerde, herkesin dünyaya
bakışında vardır. Zaten o olmasa kendilik sürekliliği olamaz. Aktarımın
temelindeki şemasal düzenleyici etkinlik, şemaların erken çocukluk
dönemlerindeki travma izlerini taşımaları sonucunda esneklik, çeşitlilik,
deneyime açıklık ve bilinçlilik düzeylerinde daralma, fakirleşme ve
kısıtlanmaya uğrayabilir. Bu da sorunlu şema etkinliğini ortaya çıkartır.
Patoloji olarak adlandırılan olgu, zihinsel etkinliğin , deneyimi hep belli
şekil ve içeriklerde düzenlemesinden kaynaklanır. Kişiler genellikle bu sorunlu
şema etkinliğine mesafe kazanmış ve bilinçli değillerdir. Bu düzenleyici
etkinlik onların gerçeklik olarak algıladıkları varoluşlarının koşuludur.
Fosshage’nin kuramındaki en önemli kavramlardan biri ‘model
sahneler’dir. Bu sahneler hastanın iç-dünyasını ve o iç dünyanın ‘öteki’ ile
buluşmasını en güzel şekilde açıklayan ‘özetler’dir. Fosshage bu ‘özet’lere, ‘örgütleyici düğüm noktaları’
(organizing nodal points) adını verir. Bazen analitik çalışma, bir rüyayı, bir
anı parçasını veya bir filmden, bir romandan bir sahneyi böyle bir ‘örgütleyici
düğüm noktası’ olarak kullanır. Amaç asla klasik modelde olduğu gibi
bastırılmış bir bellek parçasını tekrar oluşturmak değil, fakat güncel bir
etkileşimin anlamını araştırmak, anlamak ve kavramaktır. Pekçok deneyimli
analist veya terapist hastanın anlattığı bazı rüya, anı veya olayların, süreç
içinde öncelik ve öneme sahip olduklarını farketmişlerdir. O rüya, anı, olay veya belli bir filmin
senaryosu spesifik bir dramayı barındırır.
O belirli drama hastanın iç-dünyasına ulaşmada yüksek düzeyde
‘anlatıcı’, ‘açıklayıcı’ ve ‘özetleyici’dir.
Fosshage terapinin sağladığı
değişimi çeşitli şekillerde açıklamaktadır.Sorunsal şemaların dereceli olarak
hakimiyetlerini yitirmeleri onun en önem verdiği açıklamadır. Bu değişiklik bir akomodasyon ve / veya
‘ilave örgütleyici şemaların oluşması’ ile gerçekleşir. Böylesi şemasal bir değişiklik hastanın
deneyiminin zenginliği ve çeşitliliğini arttırır.
Ünlü yenidoğan araştırmacısı
ve psikanalist Daniel Stern’e (1995) göre anne-bebek ilişkilerinde, klinik
olarak, birbirine paralel iki dünya düşünülmesi faydalı olacaktır: Gerçek,
nesnelleştirilebilir dış dünya ve imgesel, öznel temsillerin zihinsel dünyası.
Bu paralel dünyaların herbiri şunları içerir: Annenin kolları arasındaki gerçek
bebek ve annenin aklındaki hayali bebek. Bebeği tutan gerçek anne ve o anda
zihninde varolan, olmayı düşündüğü anne. O anda bebeği tuttuğu hareket ve o
özel tutuş için hayal ettiği hareket.
Temsili dünya, sadece, o
sıradaki, anne-babanın bebekle etkileşimsel yaşantılarını değil, aynı zamanda
fantezilerini, ümitlerini, korku ve endişelerini, rüyalarını, kendi çocukluk
hatıralarını, ana-babalık modellerini ve bebeklerinin geleceğine ait kehanet ve
tahminleri de içerir.
Temsili dünyayı oluşturan
temsiller etkileşim yaşantılarından, yani öteki ile beraber olma
deneyimlerinden oluşurlar. Temsiller ‘birlikte olma şemaları’ndan, bir başka
deyişle ‘içkin ilişkisel bilişler’den (implicit relational knowings) oluşurlar.
Temsili dünyanın deneyimsel
akışkanlığı ve sürekliliği bir öykü içeriğine ve şekline sahip olmasından
kaynaklanır. Stern’e göre benliğin gelişiminin son basamağı öyküsel kendilik
duyumudur. Öykü bir anlamda bir gestalt’tır, bir bütündür. ‘Bütün’, parçaların
toplamından fazladır. Parçalar nelerdir? Parçalar cümleler halindeki inançlar,
varsayımlar, aksiyonlar, düşünce kalıplarıdır. Stern’ün terapötik yaklaşımı
bütünden parçaya, parçadan bütüne bir salınım izler ve temsili dünyayı bir yapı
çözümüne tabii tutar. Bu yapı çözümü bileni, bilineni ve bilişi beraberce
mikroanalizden geçirir. Stern, hastalarının videoya çekilmiş beş dakikalık bir
kahvaltı sahnesini saatlerce irdeleyebilir. Bu mikroanaliz bizi deneyimin
çekirdeğindeki cümlelere götürür.
Çağdaş Psikanalizin beş
modern kuramcısının kuramlarını kuşbakışı incelediğimizde görmekteyiz ki,
çağdaş psikanalitik kuramın insana bakışında Bilişsel yaklaşımlara benzerlikler
oluşmaya başlamıştır. Hatta denebilir
ki, bu yakınlaşma benzerliğin ötesine geçmiştir. 20. ve 21. Yüzyıl kavşağının
gelişmeleri, kısaca söylemek gerekirse, lingüistik araştırmalar, bilgisayarın
gelişimi, bilgi işlem modelleri, Genel Sistem Teorisi, psikoloji biliminin
öğrenme olgusunu ileri derecede irdelemesi, yeni doğan araştırmaları,
multidisipliner gelişim araştırmaları, tüm bunlar, Psikanalizin Bilişsel
yaklaşımı dikkate almasına sebep olmuştur.
Çağdaş Psikanalitik uygulamalarda insan zihinsel etkinliğini örgütleyen
şemalar ile incelenmektedir. Bu
şemaların en önemli parçası dil-düşünce koşutluğu ile belirlenmiş semantik
yapılardır. Semantik yapılar bir ‘iç-konuşma’ şeklinde öyküsel kendilik
sürekliliği sağlamaktadırlar. Bu iç-konuşmaya odaklanan terapötik çalışma önce
semantik yapılara, daha sonra da kişinin kendini, ötekileri ve evreni içinde
algıladığı “haller”e yani şemalara ulaşmaktadır. Bilişsel Terapi ve Çağdaş
Psikanalizin Psikanalitik Psikoterapi uygulamaları bu uygulama özelliklerinde
önemli ölçüde buluşmaktadırlar.
Ne var ki, bu yakınlaşma ve
neredeyse bütünleşme, Klasik psikanaliz sözkonusu olduğunda ortadan
kalkmaktadır. İki yaklaşımın terapötik müdahele boyutlarında bütünleşmeyi hatta
yakınlaşmayı zorlaştıran unsurlar bulunmaktadır. Bu unsurların bir kısmı sadece teknik özellikler olarak kalırken,
bir kısmı da geriye dönüşümlü olarak kuramsal uzaklaşmalara da yolaçmaktadır.
Psikanalitik
ve Bilişsel Terapilerin Entegre Olma Zorlukları
a)
Terapi süresi
Psikanaliz
geleneksel olarak uzun bir sürece yayılan bir terapötik etkinliktir. Oysa
bilişsel terapilerin geleneği kısa süreli terapi olmalarıdır. Bu fark ilk bakışta çok önemli bir sorun
gibi gözükmese de, derine inildiğinde iki yaklaşım arasındaki yarık büyür. Bu yarığın ne olduğu daha sonraki maddelerde
daha açık hale gelecektir.
b)
Aktarım
Psikanalitik bir terapinin ‘olmazsa olmaz’
koşullarından biri, ‘aktarım’ üzerine çalışılmasıdır. Aktarımın veya klasik olarak ifade etmek gerekirse aktarım
nevrozu’nun gelişmesi, terapinin uzun bir sürece yayılmasını
gerektirmektedir. Bilişsel
Terapilerdeki kısa-süreli yaklaşım geleneği, aktarımın bütünüyle oluşumu için
bir engel olarak görülmektedir. Bilişsel terapiler ve bir kısım analitik
terapiler derinlemesine bir aktarım çalışması yerine aktarım türevleri üzerine
çalışmaktadırlar.
c)
Terapötik Konum
Klasik Psikanalizin üzerinde ısrarla durduğu
anonimite, nötralite ve abstinans olguları, diğer terapötik yaklaşımların
bütünü ile benimsedikleri ve terapi odasında konumlandırdıkları ilkeler
değildirler. Psikanaliz, bu konum özelliklerini de, terapinin süresi gibi,
aktarımın şekillenmesi için vazgeçilmez bir öge olarak görmektedir. Benzer bir şekilde, analistin diğer
yaklaşımlardaki terapistlere göre, çok daha passif olması bir mahrumiyet ortamı
yaratarak, hastanın iç-dünyasını yansıtma ve çarpıtmalar ile kusmasına
yolaçmaktadır. Bilişsel terapistin
hastası ile aktif ve katılımcı bir ‘problem çözüm’ partneri olarak çalışması,
analitik konumun ilkeleri ve passif terapist olgusu ile karşıtlık içindedir.
d) Bilinçdışı
İki yaklaşımın
bütünleşmesindeki en önemli engellerden biri ‘bilinçdışı’ kavramına
bakışlarıdır. Psikanaliz için aktarım,
rüya ve dışavurum üzerine çalışmalar bilinçdışında olanın bilince
kazandırılması amacını taşır.
Bilinçdışının tam olarak bilince çıkarılması ancak analitik konum tam
olarak kurulduğu ve korunduğu ve dolayısı ile aktarım tam olarak oluşturulduğu
takdirde mümkün olabilir. Bilişsel
terapilerin otomatik düşüncelere, inançlara ve şemalara ‘yarı bilinçlilik’
atfettiğini görürüz. Bilişsel
terapilerde hastalar bu düşüncelere farkındalık kazanırlar ancak bu psikanaliz
kastettiği içgörü değildir.
d)
İrrasyonellik ve
Çatışma
Bilişsel terapi ve
çağdaş psikanalizin analitik terapi uygulamaları, klasik psikanaliz
uygulamalarının hedeflediği, psişenin birincil süreç katmanındaki irrasyonel ve
çatışma yaratan katmanlarına ulaşamamakta, (ya da böyle bir hedefin varlığına
inanmamaktadırlar). Birbirine
yakınlaşan bu iki uygulama ekolü, bilinçli düzeyde, rasyonel ve ikincil süreç
özellikleri gösteren olgular üzerinde çalışmaktadırlar. Eğer daha derinde bir
birincil süreç odaklı çatışma çekirdeğinin varlığına inanılıyorsa, çalıştıkları
alana ‘daha derindeki çatışmanın türevleri katmanı’ denilebilir.
Sonuç
20. yüzyılın son
çeyreğindeki gelişmeler Çağdaş Psikanaliz ve Bilişsel Terapileri bir insan
modeli üzerinde mutabakata götürmektedir.
Ancak klasik psikanalizin kuramsal ön kabulleri ve terapötik eylemi ,
böyle bir mutabakattan uzaktır. Klasik
psikanalizin bu yakınlaşmayı kabul edebileceği ya da mübah görebileceği tek
nokta, sınırlı şartlar ve sınırlı hedefler çerçevesinde uygulamaya koyduğu ve
“altın değil gümüş olarak kabul ettiği” analitik psikoterapi uygulamalarıdır.
Kaynaklar:
Basch, M.F.
(1980). Doing Psychotherapy. New
York: Basic Books.
Fosshage, J. L. (1992). Self
Psychology: The Self and Its
Vicissitudes within a Relational Matrix.
Relational Perspectives in
Psychoanalysis içinde, Ed. N.
Skolnick ve S.Warshaw. Hillsdale, NJ: The Analytic Press, pp.
21-42.
Fosshage, J. L.
(1994). Toward Reconceptualizing Countertransference, International Journal of Psychoanalysis, 75: 265 - 280.
Fosshage, J. L.
(1995). Self Psychology and Its Contributions to Psychoanalysis, International Forum Of Psychoanalysis, 2: 9-12, pp. 1-9.
Kernberg, O. (1976) Object relations theory and clinical
psychoanalysis. London: Aronson.
Kohut, H. (1984). How Does Analysis Cure ?.Eds. A.
Goldberg and P. Stepansky. Chicago and
London: University of Chicago Press.
Stern, D. (1995). The Motherhood Constellation. The Basic
Books: New York
Tura, S. M.
(1998). Benlik ve Vicdan.
Psikoterapi Platformu. Birinci Psikoterapi Günleri’ndeki basılmamış
bildiri.