Hakan Kızıltan
Doğanın insanlaşmasıyla bilginin serüveni de
başlamıştır. Kendini bilinmezliklerle dolu bir dünyada bulan insanoğlu bu
dünyaya uyumunda ona yetecek davranış dağarından da yoksundu. Belki de bu
yoksunluğun bir tazminatı olarak, doğa insana bilgi edinme yoluyla dünyaya uyum
sağlama kapasitesi bahşetmiştir. Böylelikle içinde yaşadığı dünyanın
güvensizlik hissi veren belirsizliğini gidermek ve kendi varlığını
anlamlandırmak için insan, kendisi ve dünyası hakkında bilgi edinme savaşına
girişmiştir. Bu bilgi edinme etkinliğiyle insanoğlu doğaya uyumunu gittikçe
pekiştirmiş, organik yaşamdan inorganik yaşama dönüşünü giderek ertelemiştir.
İnsan mitoloji, din,
felsefe, amprik bilgiler yoluyla kendini ve doğayı anlamaya çalıştı, uyumunu
pekiştirdi. Tarih ve kültür bu bilgilenme serüveninin tanıklarıdır.
Bilim, insanoğlunun
bilgi edinme sürecindeki son virajı temsil eder. Bilgi edinme formlarından
yalnızca biri olup daha güvenilir, kontrole açık bilgi üretme kaygısının
ürünüdür.Onu diğer bilgilenme formlarından ayıran onun kendine has yöntemidir.
Bu yöntemin yaslandığı temel varsayım şudur: somut planda gözlemlediğimiz
birbirinden farklı olayları doğuran soyut, değişmez ilişkileri içeren bir
mekanizma vardır. Her somut olay yasallık çerçevesinde işleyen bu mekanizmanın
birer ürünüdür. Değişmez ilişkileri belirten yasada olayların farklı
koşullardaki somut tezahürlerinin tümünü belirleyen, ancak o farklı koşullardan
bağımsız ideal bir durumu temsil eden bir soyutluk ve genellik vardır. Claude
Bernard’ın da belirttiği gibi, yasaların etkileri onları ortaya çıkaran
koşullara göre değişir ancak yasalar değişmezler.
Yasada,olayların oluşumunda
kritik rol oynadığı düşünülen kavramsallaştırılmış öğeler arasında değişmez bir
ilişki kurulur. Somut plandaki olaylar arasındaki farklılaşmaların, aralarında
değişmez ilişki bulunduğu düşünülen kritik değişkenlerin, o somut koşula bağlı
olarak aldıkları farklı değerlerden kaynaklandığı ileri sürülür. Değişkenler
farklı değerler alsalar da aralarındaki ilişki değişmemektedir. Bilimin amacı
inceleme alanına bağlı olarak böylesine, soyut, genel ve her somut olayı
açıklayan, değişmez ilişkileri kapsayan teoriler oluşturmaktır.
Bilim doğayı anlamaya
çalışırken, çalışma tarzı olarak doğanın farklı cephelerini soyutlayarak
branşlara göre farklılaşan farklı inceleme alanlarını önplana çıkarır ve onu
teorik olarak inşa eder. Psikoloji araştırmaları, insan zihninin çalışma
mekanizmasını keşfetmek ve bu mekanizmanın ürünleri olan davranışların oluşma
ve değişmesini açıklamak için yapılır. Her psikoloji branşı zihnin bir yönünün
soyutlanıp kavramsallaştırılmasına dayanır. Freud, insanı ele alırken
nesneleştirdiği iç dünyasını tutarlı bir bütün olmaktan çok zıtlaşan arzuların
birarada bulunduğu çatışmalı bir alan olarak kavramsallaştırmıştır. Bu iç
dünyanın zihinsel süreçlere tekabül ettiğini belirtmeye gerek yok sanırım.
Bilim olgularla uğraşsa da
onun asıl derdi olguların ardındaki, stratejik olarak varsaydığı realiteyi /
hakikati yine olgulardan yola çıkarak inşa etmektir. Bilim, kelimenin tam
anlamıyla bir inşa çabasıdır; zira, varsaydığımız o realite kendini somut
planda, farklı koşullara bağlı olarak birbirinden farklılaşan olgularla
dışsallaştırır. Olgular realitenin koşullara göre işleyişinin ürünüdürler.
Bilimin ise o realiteye ulaşmak için olgulardan yola çıkmaktan başka bir umarı
yoktur; zira, realite kendini duyu kanalları aracılığıyla bir biçimde
duyumsanan olguların dışında,”ne ise o olarak” doğrudan ortaya koymaz.
Bilim her ne kadar
realiteyi sembolik olarak inşa etme çabasıysa da, bu her zaman beyhude bir
çabadır; zira stratejik olarak varsaydığımız realitenin kendisiyle, bir başka
deyişle realitenin kendinden menkul haliyle, o ana dek elde edilmiş ve bireysel
ve türsel algısal çarpıtmalarla malul sınırlı olgulara dayanılarak inşa
edilmiş, sembolik ve dilin sınırlarıyla çevrelenmiş realite arasında hiçbir
zaman giderilemeyecek epistemolojik bir uçurum vardır. Dolayısıyla, inşa edilen
teorinin realitenin kendisi olduğu büyük bir yanılsama olup bilimsel dinamizmi
köstekleyen bir anlayıştır. Olgular çoğaldıkça ve algısal çarpıtmalardan
giderek kurtulup olgularla şeffaf ilişkiye sahip, üzerinde ittifak edilebilir,
yani objektif kavramlar geliştirdikçe olguların üzerinde yükselen, inşa edilmiş
realite tekrardan bir inşaya maruz kalacak, bu tekrardan inşa edilmiş realite
kendisiyle tutarsız potansiyel olgular elde edilinceye dek realitenin yalnızca
bir temsili olarak, geçici bir süre geçerliliğini koruyacaktır. Realite her
zaman bir yanılsama olarak, ulaştım, dediğimizde yitip giden bir ufuk çizgisi
olarak bilimsel dinamizmin motoru olmaya devam edecektir. İnşa edilmiş
realiteyle tutarsız her yeni olgu kavrayışımızın yetersizliğini yüzümüze vuran
bir işaret olacaktır. Dolayısıyla, belirli bir anda inceleme nesnemize dair
bilimsel bilgi, inceleme nesnemizi zamanın o momentinde kavrayışımızı
yansıtacaktır.
Felsefe tarihinde iradecilik
ve nedensellik arasındaki zıtlaşma şimdilerde yerini anlama-açıklama
karşıtlığına bırakmış görünüyor. Artık sanki sorun, insanın “iradi” bir varlık
mı yoksa “belirlenmiş” bir varlık mı olduğu tarzındaki ontik hipotezlerin
doğruluğunu tartışmaktan çok, insanın, nasıl ele alınırsa derli toplu üzerinde
düşünülüp, düşünsel işlem yapılabilecek bir bilgi bütünü oluşturabileceği
tarzında epistemolojik kaygılara taşınmış gibidir. Bu anlama-açıklama
ikileminin psikanalizdeki izdüşümü metapsikoloji-fenomonoloji arasındaki
gerilimli ilişkide kendini gösterir. Metapsikoloji insan ruhunu adeta maddi bir
süreç gibi ele almakta, mekansal metaforlara dayanan soyut bir dille açıklama
yönelimli teorik bir çabayı gerçekleştirmektedir. Buna karşılık klinik
fenomenoloji, insani deneyimi anlama çabası olarak karşımıza çıkmakta,
deneyimleri, arzuları, fantazileri çözümlemeye çalışmaktadır. Metapsikoloji
psikanaliz çerçevesinde en soyut kavramsal çerçeveyi isimlendirmek için
kullanılır. Bu düzeyde, teori deneyimden uzaklaşmış, soyut bir model
çerçevesindeyken klinik fenomenoloji deneyimlere, iç yaşantılara, ilişkilere
dayanır. Aslına bakılırsa bu iki düzey birbirine alternatif düzeyler değil,
birbiriyle ilişkili, geçişleri olan alanlardır. Metapsikoloji psikanalizin en
soyut teorik düzeyi olmakla psikanalitik psikoterapinin sürdürülmesinin esas
dayanağı olan klinik fenomenoloji düzeyine de açıklama getirme iddiasındadır.
Bir psikoterapötik süreci
bir diğerinden ayırdeden onun bağlı bulunduğu metapsikolojidir. Bir anlamda
metapsikoloji fenomenolojinin zıddı bir düzey değil, fenomenolojik süreci
açıklamaya, ona yön vermeye çalışan, ilişki sürecinde nelere bakılması
gerektiğini gösteren bir kılavuz olmanın yanı sıra fenomenolojik düzeyde ortaya
çıkan yeni olgularla da kendini değiştirebilen soyut, teorik bir modeldir.
Klinik fenomenoloji, metapsikolojinin o somut durumda sınandığı, farklı bir
bilinçlenme deneyiminin yaşandığı uygulama alanıdır. Bu nokta ileride daha
geniş bir biçimde tartışılacak; ancak psikanalizle bilim ilişkisini kurmak için
hemen şunu söyleyebilirim ; psikanalitik metapsikoloji insan ruhunda özerkleşmiş,
“gayri iradi” bilinçdışı belirleyici yapıların bulunduğunu çeşitli bulgulara
dayanarak ileri sürerken psikanalitik bir bilim de imkan dahiline girmiş
oluyor. Artık psikanalizde de “öteki” için, bilgi edinilebilecek bir “inceleme
nesnesi” olduğunu kabul edebilecek noktadayız. Ne mi o ? Şimdi o noktaya
yaklaşıyoruz.
Her bilimin bir görünmez
alanı, bir unutma alanı vardır. Sözgelimi fizik bizden “masa”yı fizik içinde
bir nesne olarak düşünebilmek için öncelikle bildik bazı niteliklerini unutmamızı
ister. Fizik içinde masayı düşünebilmek için onu bir “cisim” olarak ele almamız
gerekir. Fizik açısından artık bu masa “cisim”e devşirilmiş, kütle, kuvvet gibi
fiziğin “teorik-hipotetik” kavramları aracılığıyla düşünülebilen bir bilgi
nesnesine dönüşmüştür. Teorik-hipotetik kavram derken gerçekte, doğrudan
gözlenebilir bir nesneden, bir özellikten değil, gözlenebilir bazı olayları
açıklamak için kabul edilmesi gereken kavramlar kastedilmektedir. Böylece,
bilimlerin bir unutma, bir ihmal etmeyle belirlenen ve gerçekliği kendi
teorik-hipotetik kavramlarıyla düşünebilir kavramlara devşirerek içine
aldıkları bu özel sorgulama alanına Althusser’den esinle “teorik sorunsal” adı
verilir. İşte psikanalizde görünmeyen, unutulan, ihmal edilen bu şey, yani gerçek
gerçeklik sayesinde bir görünür alan, bir inceleme alanı yaratılır ki
psikanaliz kendi teorik-hipotetik kavramlarıyla söz konusu ihmal etme,
indirgeme sayesinde ön plana çıkan bu alanı düşünür. Psikanalizin bilgi nesnesi
Sandler ve Rosenblatt’ın tabiriyle “temsili dünya” ya da “iç dünya”dır.
Psikanaliz bilinçdışı ve daha pek çok teorik-hipotetik kavramı sayesinde
düşünülebilir kıldığı, kendi bilgi nesnesi haline devşirebildiği bu “iç
dünya”yı düşünür.
İç dünya nisbeten kendi
içinde kapalı ve kendi iç dinamikleri olan bir sistem olarak ele alınır. İç
dünyanın bir bölümünü aslında herkes bilir; çünkü bu herkese doğrudan
verilmiştir. Söz konusu olan subjektif iç dünyadır ; algılar, heyecanlar,
düşünceler, fikirler vb. Genellikle bu iç dünyayı çok iyi isimlendirmeden,
kendimize bile tam olarak dile getirmeden, burada geçen olayların
bağlantılarını kurmadan algılarız. Meşru ve erişkin gibi duran taleplerin
ardında daha başka güdülenmeler, daha çocuksu arzuların olduğunun çoğu kez
bilincinde değilizdir. İç dünyanın bu yapısı onun birbiriyle karşılıklı,
geçişli ve çoğu kez çatışmalarla dolu bilinçli ve bilinçdışı süreçlerin
işlediği bir alan olduğunu gösterir.
Psikanaliz insanı öncelikle
karşıt eğilimlerin çatıştığı bir bölünmenin, bir yarılmanın farkında olmayan,
kendini bilmeyen bir nesne, bir “öteki için şey” olarak nesneleştirmeye
dayanır. Öte yandan daha yakından bakılacak olursa, birbiriyle çatışan
eğilimlerde bir amaçlılık, bir yönelimlilik gibi temelde özneye atfettiğimiz
nitelikler taşır. Bu yüzdendir ki Lacan “Bilinçdışı ötekinin söylemidir”
demiştir. O halde psikanalizdeki özneyi nesneleştiren şey, onun kontrolünde
olmayan bir amaçlılık, bir öznellik çoğulluğu içermesidir, diyebiliriz. Bu
bakımdan psikanalizde özne, bütünlüğü içinde birey olmaktan çok, karmaşası ve
çatışmaları içinde bir gruptur. “Özne bir bütün olmayı hedeflemez” der Lacan.
Öteki (terapist) özneden
kendi iç dünyasına yansıyan psişik olgulara dayanarak öznenin bilinç planında
bütünleştiremediği iç dünyasına ait bir “teori” inşa eder. Öznenin yarılmadan
dolayı yapamadığını karşısındaki, özneden kendine yansıyanlara dayanarak
becerir. Yarılma ötekiyle ilişki sayesinde giderilir. Psikanalitik özne, ötekinden dolayımlanarak kendi bilinçdışı bölümünün
farkına varır. Yani, aslında psikanaliz de insanı son tahlilde kendi iradi
çabasıyla başbaşa bırakır. Bu da insanın öznelliğini bize tekrardan hatırlatır.
Anlamsızı anlamlı kılan
psikanalitik yorum (önerme) teorinin,
özneyi farkında olmadığı bir bölümüyle nesneleştirip bir bilgi konusuna
dönüştürmesi sayesinde verilebilir. Psikanalizde özne bir cümle sayesinde yeni
bir şey öğrenmiş olmamakla beraber – zira cümleyle belirtilen, geniş anlamdaki
özneye atfedilen bir amaçlılıktır – bu cümleden önce olduğundan farklı olur;
çünkü dar anlamdaki bilinçli özne bilinçdışı gerçeğini öğrenmiştir. Ancak bu
ötekinin yardımıyla olabilmiştir.
Aslında ötekinin
(terapistin), öznenin iç dünyasına dair, özneden kendi fenomenal alanına
yansıyan psişik olgulara dayanarak inşa ettiği teori bu iç dünyanın hipotetik
bir temsilcisidir ve o ana dek ötekinin bilincine yansıyan olgularla
tutarlıdır. Klinik fenomenolojide öznenin iyileşmesini sağlayan, belki de,
öznenin kendi iç dünyasında bu teoriyle tutarlı yaşantılamaların farkına
varması ve terapistin iç dünyasına dair kurguladığı bu teoriyi makul ve
deneyimlerine yakın bulup benimsemesi sayesinde gerçekleşmektedir.
Psikanalitik öznenin öteki
için bilgi edinilebilecek bir nesneleşmeye müsait olması dolayısıyla
psikanalitik bir bilimin olabilirliğini gördükten sonra psikanalitik teorinin
bilimselliğe ne derece yatkın olduğunun bahsine geçelim.
Popper’a göre bilimsel
teoriler, içlerinden mantıksal bir zorunlulukla çıkarılan deneysel önermeler
sayesinde yanlışlanmaya açık teorilerdir. Bilimsellikte aranan teorinin yanlış
ve doğru olmasından çok bu yargılarda bulunmamızı sağlayacak herkese açık
yolların olup olmadığıdır. Teori hakikatin birebir temsicisi bile olsa (bunu
nasıl bilebiliriz ki ?) eğer sınamaya açık değilse bilimsel olamaz,
metafiziktir. Zira, bir teori stratejik olarak, inceleme alanına ait gözlenmiş veya gözlenmesi muhtemel tüm
olgularla tutarlı olduğu iddiasını taşır. Bu iddianın haklılık derecesi yeni
olgularla sınanması sayesinde tesbit edilebilir. Eğer teori yeni olguyu
açıklayamıyorsa, bu olguyla tutarlı değilse yanlışlanmış olur; ancak yeni
olguyu da açıklayabiliyor ve bunu bize ikna edici bir biçimde gösterebiliyorsa
desteklenmiş olur; fakat hiçbir zaman bilimsel metodoloji gereği, doğrulanmış,
diyemeyiz. Zira, daha sonra elde edilebilecek bir olgu potansiyel olarak
teoriyle tutarsız olma olasılığını her zaman üzerinde taşır.
Yanlışlanabilirlik
bilimselliğin en önemli kriterlerindendir. Bilimadamı olgulardan yola çıkıp bir
teori inşa ederken olguların oluşumunda birinci derecede rol oynadığını
düşündüğü kritik ögeleri soyutlar, kavramsallaştırır ve birbiriyle ilişkili
duruma getirir. Bu ilişki sabittir ve inceleme alanına ait tüm gözlenmiş ve
gözlenmesi muhtemel olguların bu değişmez ilişkiye bağlı olarak ortaya
çıktıkları varsayılır. İlişkiye geçirilen kritik ögeler (değişkenler) her somut
koşulda farklı değerler aldıkları içindir ki sonuçta birbirinden farklı olgular
meydana gelir ancak bu değişkenler arasındaki ilişki değişmez. Bilimadamının bu
aşamada dikkat etmesi gereken nokta kavramsallaştırdığı değişkenlerin net,
belirgin, herkesin üzerinde ittifak edebileceği yani objektif ögeler olması
gerektiğidir. Çoğu kez teorinin yanlışlanabilirliğini kavramlardaki
belirsizliğin imkan tanıdığı “teorik kıvırtmalar” zedelemektedir. Bu sabit
ilişki oluşturulduğunda herhangi bir somut koşulda değişkenlerin o somut
koşulda alacağı değerler saptandığında sonuç öngörülür. Bilimadamı bu durumda,
“Eğer inceleme alanıma ait olaylar teorimde kurguladığım ilişkiyle tutarlı
olacak şekilde meydana geliyorlarsa, verili somut bir koşulda ilişkiye
geçirdiğim değişkenlerin aldıkları değerleri bilirsem ortaya çıkacak olguyu
öngörebilirim.” demektedir. Eğer sonucun teorinin öngördüğü gibi olduğu
gözlenirse bu olgunun teoride sabitlenmiş ilişkiyle tutarlı bir biçimde meydana
geldiğini gösterir ve teori açıklayıcı gücünü korur. Eğer değilse de
yanlışlanmış olur. Bilimsel bir teori somut bir koşulda teorinin zorunlu
mantıksal sonucu olarak ne olması gerektiğini söylediğinde ne olmaması
gerektiğini de zımnen söylemiş olur. İşte yanlışlanabilirlik, teorinin verili
somut bir koşulda ne gözlenirse olgularla tutarlı olduğu iddiasından feragat
edeceğinin de bir ilanıdır. Eğer bir teori nasıl bir sonuç alındığında yanlış
sayılması gerektiğini söylemiyor ise bilimsel değil metafiziktir.
Popper, Marksizm gibi
psikanalizi de bilimsel teorinin mantığına uymadığı iddiasıyla metafizik ilan
eder. Bana kalırsa genel anlamda haksız bir yargıdır bu. Kaldı ki psikanalitik
metapsikolojinin daha rafine hale geldikçe terapi odasının dışında deneysel
olarak sınanabilecek hale geleceğini de düşünüyorum. Bu aslında bir bakıma
teknik bir mesele. Şu an için bunun mümkün olmadığını düşünsek bile psikanaliz
kendi tarihi içinde büyük bir gelişim dinamiği göstermiştir. Bu gelişim
psikanalizin hiç de Popper’ın iddia ettiği gibi metafizik bir teori olmadığını
gösterir; çünkü kanımca bilimsel dinamizmin motoru deney yapmak değil olgularla
tutarlılık derecesinin artırılması, inceleme alanını açıklama gücünün
yükselmesidir. Bir başka deyişle, bilimsel teori ona inanmakla ufkumuzu
tıkamayan teoridir. Deneyleme teoriyi sınama yollarından biridir. Kaldı ki,
deneylemede yapılan, teoriyle tutarlılığı sınanacak olgunun bizzat
oluşturulmasıdır. Deneyleme koşullarında bizzat oluşturulan bu olgu teorinin kendine
dayanak yaptığı olgular gibi bir olgudur ve pekala daha önce gözlenebilmesi
mümkündür. Deneyleme sonucunda teoriyle tutarsızlık gösterip teorinin
yanlışlanmasına ve daha kapsamlı bir teoriyle yer değiştirmesine neden
olabilecek olgu teorinin kuruluş aşamasında diğer olguların yanısıra gözlenmiş
olsaydı kendisiyle ve diğer olgularla tutarlı bir teori daha baştan kurulmuş
olacaktı. Dolayısıyla, bilimsel gelişme olgularla tutarlılık derecesinin
artması sayesinde gerçekleşir. Deneyleme bu süreci hızlandıran bir sınama
yöntemidir.
Peki psikanalizde olan nedir
? Aslında psikanaliz her seansta kendini sınamaktadır. Her terapi süreci
psikanalitik metapsikolojinin sınanma sürecidir. Terapide, öznenin iç dünyasına
dair metapsikolojik kavramları kullanarak bir hipotez oluşturulur. Bu hipotez
özneden terapiste yansıyan psişik olgulara yaslanır.Her yeni olguyla bu hipotez
sınanır. Eğer yeni olgu hipotezle bir tutarsızlık gösteriyorsa yerini bu olguyu
da kapsayıcı başka bir hipoteze bırakır. Hipotez, teorinin içinden mantıksal
bir zorunlulukla çıkarılmamış, halihazırda meydana gelmiş olan somut olguları
açıklamak amacıyla psikanalitik kavramlar ve bu kavramların teorik
ilişkilendirilmelerinden yararlanılarak inşa edilmiştir. Dolayısıyla,
yanlışlandığında teori de yanlışlanmış olmaz, o teori içinde yerini daha
kapsayıcı bir hipoteze bırakır. Ancak bu, teorinin hiçbir zaman
yanlışlanamayacağı anlamına gelmez. Nitekim, Freudçu klasik dürtü teorisi
kendisiyle tutarsız olguların birikmesi ve ön kabüllerinin bu olguları taşıyamayacak,
onları açıklayamayacak noktaya gelmesi nedeniyle bugün büyük ölçüde kullanışsız
haldedir.
Bugün psikanaliz Freud’un
başladığı noktanın çok ötesinde, sürekli kendini sorgulayan, yenileyen dinamik
bir alandır. Psikanalistler Freud’a inanmakla düşünce ufuklarını kapatmamışlar,
onu aşmanın hatta bazı yönleriyle geçersiz kılmanın yollarını bulmuşlardır.
Nasıl olmuştur bu ? Olgular karşısında tıkandıkları noktalarda yeni
kavramsallaştırmalara giderek, kavramları yeni olgular ışığında yeniden tanımlayarak;
bazı kavramları terkederek ve kavramlarla olgular arasında şeffaf ilişkiler
kurarak teoriyi sürekli bir revizyondan geçirmişler ve böylece psikanalitik
teori daha bilimsel bir teori haline gelmiştir. Artık psikanaliz “iç dünyayı”
nesnesinden elde ettiği verilere dayanarak kurgularken benlik deneyimiyle bağı
daha belirgin, üzerinde ittifak edilebilir ve dolayısıyla sınanmaya daha açık
kavramsallaştırmalara doğru gidiyor.
Psikanalizin bilim dışı bir
uğraş olduğunu iddia edenler, bireyin biricikliğini, kendine haslığını, onun
bir nesne sayılamayacağını; zira iradi bir varlıkla karşı karşıya olduğumuzu
argümanlarının dayanak noktası yaparlar. Aslına bakılırsa yazının içinde çoğu
yanıtlanmış olan bu eleştiriler psikanalitik bilim fikrini haksız çıkarmaz.
Hatta böyle bir eleştiri psikanalizin varoluşuna terstir; zira psikanalitik
metapsikoloji tüm bireylerde var saydığı süreçleri ve yapıları kapsar. Elbette,
her birey kendine hastır. Bilim zaten bunu reddetmiyor ve buna ilişkin karşı
bir iddiası da yok. Bilim, zaten ortada bireysel farklılıktan başka da bir şey
olmadığını söyler. Ancak asıl bir şey daha söyler ki o da, bireysel
farklılıkların teoride kurgulanan mekanizmanın yasallığından bağımsız
olmadığıdır. Bireysel özgünlükler teoride kurgulanan sürecin somut, farklı
koşullarda farklı sonuçlar vermesinden kaynaklanır. Dolayısıyla, bireysel
özgünlükler, sonuçlardaki somut farklılaşmaları açıklamak için kullanılamazlar.
Örneğin, psikanalitik teoriye göre her insan oidipal evreden geçer; ancak bu
evreyi nasıl yaşayacağı o kişinin somut, kendine has koşullarına bağlıdır.
Psikanalitik teori, kişilik oluşumundaki süreçleri metapsikolojisi içinde
kavramsallaştırır ve herkesin bu süreçlere maruz kaldığını iddia eder.
Psikanalitik psikoterapi ise, analistin karşısına gelen hastanın bu süreçlerden
geçerken kendisine has koşullardan dolayı neler yaşadığını ve sorunu yaratan
etmenleri belirlemeye çalışır. Bir başka deyişle, metapsikolojik süreçlerin ve
yapılanmaların birey özelindeki seyrine bakar. Dolayısıyla, psikanalitik klinik
fenomenoloji, metapsikoloji içindeki kavramsal yapılanmaların ve süreçlerin
bireyde nasıl bir tarihsel akış izlediğini belirlemeye çalışır.
Psikoterapi süreci
fenomenolojik bir süreçtir. Psikoterapi içinde terapist, karşısında, hakkında
bilgi edinilebilir bir nesne durumuna indirgenmiş hastasının iç dünyasını,
çeşitli tekniklerle ve ondan kendi fenomenal alanına yansıyan psişik
fenomenlere dayanarak, metapsikolojik süreçlerin o kişiye has koşullarda nasıl
işlediğine bakarak kurgular. Bu süreçte, terapistin yardımıyla bilinçdışı
problematik materyalin hasta tarafından bilince çıkarılması salt bilmekten
farklı bir deneyimdir. Dolayısıyla, psikanalitik psikoterapinin amacı öznenin
kendisini bilmesinden çok anlamasını sağlamaktır. Aslında, bu deneyim,
terapistin hastanın iç dünyasına ait hipotezinin hasta tarafından benimsenmesi,
kendi iç dünyasındaki fenomenlerle tutarlı ve onları açıklayıcı bir hipotez
olarak içselleştirmesi deneyimidir. Hasta, tümüyle farkında olmadığı kendi iç
dünyasına ait terapistin tasarladığı kurgulamayı anlama deneyimiyle elde eder.
İşte, bu, psikanalizin yaşanmadan anlaşılması mümkün olmayan en özgün ve
gizemli tarafıdır.