“BAŞTAN ÇIKARMA KURAMI”
ETRAFINDA, FREUD’UN YAPITINDAKİ DIŞ GERÇEKLİK VE TOPLUMSALLIK
Bella Habip
Psikanaliz bireyin kişisel alanının, kamusal olmayan alanının, yani psişenin analizini kapsayan bir pratikse toplumsallığın ve dış gerçekliğin psikanalizle ne ilgisi var diye sorulabilir. Psikanalizin kuramsal yapısının salt bireyin metapsikolojisi üzerine kurulduğunu göz önünde bulundurursak, topluluk olgusunun burada ne işi var diye de sorulabilir.
Freud’un nörofizyolojist araştırmacı olarak çalıştığı laboratuvardan ayrılıp 1885’te aldığı bir bursla Paris’e Charcot’nun yanına staja gidip, daha sonra Viyana’da hekim olarak histeriklerle çalışmaya başlamasından itibaren ruhsal rahatsızlıkların temelinde toplumsallığın izlerini takip ettiğini ileri sürebiliriz. Freud için toplumsal alan psişik alan ile aynı ilgi ve merağı içerir gibiydi. Freud ruhsal hastalıkların etiyolojisini salt psişik aygıtın işleyişindeki kimi tuhaflıklara bağlamıyor, bu tuhaflıkların tetikçisini bir dizi dış etkenle de bağlantılandırıyordu. Bu konuşmamda Freud’daki bu toplumsal hassasiyeti öncelikle, epeyi vulgarize olmuş, özgünlüğü bir kenara bırakılıp popüler yönü muhafaza edilmiş bir kuramı, “baştan çıkarma kuramı”nı öne çıkararak anlatmaya çalışacağım. Bu kuram ve kuramın içerdiği bağ kurma meselesiyle Freud’un toplumsal içerikli metinleri arasında bir paralellik kurarak, bu metinlerde kısa bir gezintiyle de konuşmamı sonlayacağım.
Freud’un araştırmalarının başlangıcında, önce hipnoz, sonra katarsis daha sonra da psikanaliz pratiğinin başlangıçlarında ileri sürdüğü, histeriklerin etiyolojisinde önemli yer tutan “baştan çıkarma” olgusunun etrafında geliştirdiği “baştan çıkarma kuramı”nı ele almadan önce baştan çıkarma kavramına eğilmekte fayda var. Ne demek birini baştan çıkarmak? Kısaca birisini etkilemek veya söz konusu kişinin etkilenmesini sağlamak demek. Buraya kadar bir sorun yok... Örneğin bir erkek bir kadına kur yapar: Kültürel bağlamına göre erkek kadının hoşuna gidecek şeyi bulmaya (eğer biraz libidosu narsisizminin önüne geçerse) ve bu şeyi o kadına sunmaya çalışır ki, kadın da kendisinde olmayan şeyin (arzusunun nesnesinin) sadece o erkekten, ya da o erkek dolayımıyla sağlanacağını sansın. Bu tür bir baştan çıkarma meşrudur ve cinsiyetler arasındaki karşılaşmaların temelindeki sosyo-psiko ve hatta etolojik bir şemaya tekabül eder. Ya da bu sefer kadınla erkek farklı sosyal statülerden olsunlar, örneğin bir üniversite profesörü, kır saçlı ama dinç, genç talebesini baştan çıkarır. Veya bir hastanenin klinik şefi genç bir kadın asistanı baştan çıkarır. Biraz daha ileri gideyim. Bir şirket yöneticisi sekreterine cinsel imalarda bulunarak baştan çıkarmaya çalışır ya da, artık kelimeyi söyleyeyim, tacize yeltenir. Ya da erişkin bir erkek veya erişkin bir kadın (örneğin bu bir çocuk bakıcısı olsun) küçük bir kız veya erkek üzerinde cinsel temaslara başvurabilir, ki bu temaslar tecavüze kadar gidebilir.
Neden bunları söylüyorum? Bir erkekle bir kadının eşitlik ilişkisi içinde karşılaşmalarıyla, bir kişinin otoritesini kullanarak suistimal yoluyla istediğini elde etmeye çalışması arasında önemli bir fark vardır. Bazen bu karşılaşmanın aktörleri görünürde karşılıklı rıza gösterir gibidirler ama yine de bir mesele var gibidir: Örneğin bir psikotik (kız veya erkek) annesiyle aynı yatağı paylaşıyorsa ve annesine cinsel girişimlerde bulunuyorsa, anne, ya da sapkın diyebileceğimiz anne de bu durumdan hiç şikayetçi görünmüyorsa, kim kimi taciz ediyor sorusuna verilecek yanıt gittikçe zorlaşır. Ama bu da zaten başka bir meseledir.
Görüldüğü gibi baştan çıkarma pratikleri çok çeşitlidir ve karşılıklı haz arayışından tutun da bir kişinin kendi otoritesini ve sosyal statüsünü kullanarak bir diğer kişi üzerinde cinsel şiddet uygulamasına kadar gider. Tabii üzerinde şiddet uygulanan kişi bu duruma hayır diyebilecek serbestliğe sahip değildir: Bir sekreterse işini kaybetmekten korkar, bir ebeveyni tarafından taciz edilen bir çocuksa, çocuk sapkın ebeveynini o haliyle sevmeye mahkûmdur...
Mesleğinin ilk yıllarında histerikler Freud’un özel ilgi alanıydı denilebilir. Histeriklerin konversiyonlarındaki, rüya ve çağrışımlarındaki, bilinçli hayat öykülerindeki cinsel travmalara dikkat çeken Freud tıpkı Paris’li hocası Charcot gibi “cinsel şey”in izini sürmektedir. “Histerik anılarından ötürü acı çeker” diyen Freud travmaların gerçekleştiği tarihe göre bir nosografi bile hazırlar. Örneğin obsesif kompulsif nevrozluların travmasının histeriklerinkinden çok daha eski bir tarihte gerçekleştiğini söyler Freud. Çocuk 4 yaşından önce bir erişkinle (ki bu erişkin sık sık babadır) haz aldığı bir cinsel deneyim yaşamıştır. Histeri için 8 yaşını ileri sürer; daha sonraları bu tarihleri daha geriye alır, 1 yaşına, hatta 6 aya kadar götürür. Travmayı mekanik bir biçimde ele alan Freud, sebep sonuç ilişkisinde bir doğrusallık modeliyle, hastaların anlattıkları öykülerde nesnel gerçekliğin, yani olmuş bitmiş travmanın izlerini bir dedektif gibi arar, hatta ısrarla hastalarına itiraf ettirir. Freud, bu cinsel travmanın çocuğun cinselliğinin çok erken ve zamansız bir biçimde uyanmasına sebep olduğunu, dolayısıyla, çocuğun psikolojik donanımı bu uyarılmayı kaldıracak güçte olmadığı için bu deneyimi halihazırdaki kişiliğine entegre edemediğini, dolayısıyla da çocuğun dürtüsel ve duygusal düzenlemesinin bozulduğunu ileri sürer. 1897 yılına kadar Freud için cinsel travma ruhsal rahatsızlıkların, özellikle histeri ve obsesif kompulsif nevrozun temelindedir.
Dolayısıyla en başından beri Freud hastalarının aile çevresiyle yakından ilgilenmekte, özellikle güç ve otorite ilişkilerine ve bunlardan kaynaklanarak ruhsal hastalıkları doğurduğunu düşündüğü cinsel istismarlara özel bir ilgi göstermektedir. (Dikkat ederseniz baştan çıkarmanın günümüzdeki versiyonunu kullanıyorum: Bu da Freud’un çağdaşlığını –postmodern?- bir kez daha vurgulamak için bir vesile sayılabilir). Güç ve otorite ilişkilerinin ruhsal hayattaki izdüşümlerinin izlerini Freud’un neredeyse tüm eserlerinde bulabilirsiniz; daha ilerideki satırlarda bunlara değineceğim. Ama toplumsallık içeren bu metinlere göz atmadan önce Freud’un “Düşlerin Yorumu” metnine bile bakılacak olsa (bile diyorum, zira bu metinde ruhsal aygıtın işleyişinin neredeyse mühendisliği yapılmıştır), Freud’un kendi kendine yaptığı analizde, yakın çevresiyle olan hesaplaşmalarını ve “güç ilişkilerine mahkûm yalnız birey sorunsalı”nın etrafındaki bu hesaplaşmaların sansüre takılmamak için nasıl kılık değiştirdiklerini bireysel düzeyde okumak olanaklıdır[1]. Yeniden Freud’un 1897 yılına kadar savunduğu “baştan çıkarma kuramı”na dönecek olursak, ki bu kurama Freud “benim nörotikam” adını vermiştir, Freud bu kuramdan 1897’de birçok nedenden ötürü vazgeçer ama hiçbir zaman bütünüyle terk etmez. Vazgeçme nedenleri olarak dört ana neden ileri sürer Freud. Bunlar:
1) Öncelikle Freud analizlerinin sonlanamadığını söyler: Hastalar zamansız olarak tedaviyi terk ediyorlar dolayısıyla Freud kuramının tutarlılığını tam olarak doğrulayacak durumda olamıyordu. Bu nedenin konjonktürel bir neden olduğunu ileri sürebiliriz.
2) İkinci nedenin metapsikolojik olduğu söylenebilir. Freud bilinçdışında gerçeklik ile hayal ve kurgu arasındaki farklılığı oluşturacak bir kategori olmadığını ileri sürer. Dolayısıyla baştan çıkarılma öykülerinin dış gerçeklikle olan bağlantısı meselesi hallolmamıştır.
3) Tüm histeriklerin sapkın bir babaya sahip oldukları gibi bir saptama Freud’a artık abartılı gözükmeye başlamıştır. O zaman histeriklerin sayısından (histeriklerin birkaç baştan çıkarma olayıyla histerik oldukları düşünülürse) çok sapkın baba sayısı varsaymak gerekir ki bu da, yani bu kadar çok sapkın babanın varlığı da, Freud’a pek akla yakın gözükmez.
4) En sonuncu gerekçe de bilinçdışının apaçık olduğu psikozlarda bu tür anılara fazla rastlanmamasıdır.
Histeriklerin babaları tarafından tacize uğradıkları için hastalandıkları şeklindeki kuramı Freud bir kenara bırakır ama hiçbir zaman tamamiyle terk etmez. Freud kendi kendine yaptığı analizinde başka bir tür gerçeklikle karşılaşır; bu paylaşılabilen bir gerçeklik olmayıp, kişiye özel bir gerçekliktir ve hayallerin dünyasını kapsar. Özellikle rüyalarını çözümlediği kendi kendine yaptığı analizde, ilk çocukluk yıllarındaki bakıcısının cinsel uyarmalarını, annesine olan aşk duyguları ile babasına olan düşmanlık duygularını keşfeder. Oedipus trajedisinin küçük insanın toplumsallaşmasının temelindeki temel şema olduğunu ileri sürer. Tabii bütün bu keşifler “baştan çıkarma kuramı”nı yeniden gözden geçirmek için bir fırsattır. Kendi üzerinde keşfettiği çocukluk hayallerini histeriklerde izleyen Freud, “çocukluk cinselliği” kuramını ortaya atar. Bu kurama göre çocuk dünyaya yaygın ve çift cinsiyetli bir cinsellikle gelir ve hayal dünyası cinsellikle dopdoludur. Anne ve baba, ya da çocuğun bakımıyla ilgilenen kişi çocuk için en ayrıcalıklı cinsel nesnedir. Örneğin kız çocuk önce annesinin herşeyi olmak ister ve annesinin tüm arzu ve tasarısının ondan ibaret olduğunu zanneder. Annesinin kendisinin dışında da ilgi alanları olduğunu -örneğin babayı- keşfeden küçük kız, birden anneyi memnun edemeyeceğini, eksik olduğunu, psikanaliz jargonuyla söyleyeyim, iğdiş olmuşluğunu dehşetle keşfeder. Bu hem gerçek hem de eğretileme olarak küçük kızın ilk hayal kırıklığıdır. Hemen ardından ikinci bir hayal kırıklığı, cinsiyet farklılığının farkedilmesiyle ortaya çıkar. Penis eksikliğini salt kendinde değil ama annesinde de keşfeden küçük kız babasına doğru döner, ve annesinin ona veremediklerini babasından ister: Önce bir penis daha sonra bir bebek olarak. Bu değişikliğe “nesne değiştirmek” diyoruz. İşte böyle cinsellik çocukların kafasını meşgul eder ve üreme de çocukların (kız ya da erkek) belli başlı kafa yordukları bir meseledir. İşte bu cinsellik üzerine meşguliyetler ki, çocuklukta hayal olarak mevcutken ve daha sonra bastırılmışken (ki bu bastırma medeniyetin dürtüler üzerindeki yasaklayıcı etkisidir), ikinci bir zamanda, ergenlikte bir ikinci örgütlenme yoluna girer. Freud buna “sonradan etki” (Nachträglich) zamanı der. Bu, bu sahnelerin hatırlanma zamanıdır, ve hatıralar birden travmatik etki gösterirler, bir başka deyişle nesnel ve tarihsel olay (travmatik olay) hatıralar yoluyla sonradan travmatik etkisini gösterir. Bu sonradan etki kavramına biraz açıklık getirmek amacıyla Freud’un “Bilimsel bir Psikolojinin Eskizi” (1895) adlı metinindeki örneğini anlatacağım. Emma dükkânlara yalnız başına girmekten korkan genç bir kadındır. 13 yaşında bir dükkâna girdiğinde, orada çalışan iki tezgâhtarın güldüğünü görmüş ve kendi kıyafetiyle alay ettiklerini düşünmüştür. Bu arada bu iki tezgahtardan biri Emma’nın ilgisini çeker; Emma onu çekici bulduğunu hatırlar. Ama Freud’la yaptığı analizden sonra Emma bir diğer sahneyi hatırlar: Sekiz yaşındayken bir şekerci dükkânında, satıcının tacizine uğramış ve bu sonuncusu Emma’nın cinsel organlarını ellemişti. Bu teması Emma, o sırada ve hemen akabinde unutmuş yani bastırmıştı. Freud’un açıklaması şöyledir: Bu cinsel temas, yaşından ötürü, küçük kız tarafından o şekilde adlandırılmamıştır ve cinsellik öncesi bir deneyim, böyle bir deneyimle ilgili olarak çocuğun herhangi bir tasarımlaması ve duygulanımı var olmadığından dolayı, anlamlandırılamadan bastırılmıştır. Ergenlikte ikinci bir sahne, ilkini yakından hatırlatır, onu canlandırır ve bu hatırlama, söz konusu o ilk sahneyi “sonradan” travmatik hale sokar. Freud şöyle der: “Olay gerçekleştiği sırada ortaya çıkamayan ama daha sonradan olayın anısıyla canlanan cinselliğin itkisi kaygıya dönüşür”. Bastırılmış bir anının daha sonradan travmaya dönüştüğünü neredeyse hep görürüz. Ergenliğin geç bir zamanda oluşması birincil süreçlerin zamanından sonra[2] üretilmesini olanaklı kılar.
Bu örnekten de görüldüğü gibi bir olayın travmatik olup olmadığı ÖZNE’nin o olayla ne yaptığına, o olayı nasıl yaşadığına bağlıdır. Bir başka deyişle öznenin dürtüsel donanımının, psişik ekonomisinin bu olaya nasıl tepki verdiği ile ilgilidir. “Olayın kendisi” değil “öznenin o olayı yaşama biçimi” bizi doğrudan “psişik gerçeklik” diye adlandırılan, salt özneye ait bir alana yönlendirir. Bu anlamda “sonradan etki” kavramı salt psikanalize aittir, psikanalizin dayandığı temel alandır. Bu kavramı anlayabilen ve kuramda bir yere koyabilen bir kişi, psikanalizin nasıl birşey üzerinde çalıştığını anlamıştır diyebilirim.
“Sonradan etki” kavramıyla, tabii ki, “baştan çıkarma kuramı” bir revizyona uğrar: Artık söz konusu olan, travmatik olayın salt kendisi değil, öznenin onu yaşama biçimidir. 1903 yılına gelelim ve Freud’un dürtüsel hayat ve libido kuramı üzerine yazdığı “Cinsellik kuramı üzerine 3 deneme”yi ele alalım. Bu metinde Freud çocukulukta cinsel bir hayatın varolduğunu ileri sürer ve bu cinselliğin, genital öncesi kısmi dürtülerden oluştuğu için, sapkın türden olduğunu ileri sürer. Bilimsel çevrelerde skandal yaratan bu kuram bir ikinci skandalı da içinde barındırmaktadır; o da, annenin çocuğun ilk baştan çıkarıcısı konumunda olmasıdır. Anne sevgisi o kadar masum ve özgeci değildir, çocuğun cinselliğini ilk ateşleyen bir “ilk baştan çıkarıcı”dır. Freud bu etiyolojiden hiç vazgeçmez. Anne, çocuğuna bahşettiği bakım, sevgi sözcükleri ve şefkat dolu dokunuşlarıyla çocuğun cinselliğini uyarır. Burada histeriyi neredeyse çocuğuna bulaştıran sapkın suçlu babanın yerine anne tüm masum görünümünün ardında baştan çıkarıcı olarak sahneye çıkar. Anne çocuğun erojen bölgelerini uyararak kendi cinselliğini de, kendisine rağmen sergiler: Çocuğu onun için neredeyse bir sevgili gibidir ve ona karşı bir sevgiliymiş gibi davranır. Her ne kadar Freud işin bu yönünü fazla irdelemediyse de, annenin cinselliğini burada vurguluyorum. Unutmayalım ki ilk baştan çıkarıcının izleri aynı zamanda çocuğun psikolojik ve cinsel gelişimine biçim vermesiyle kendisini belli eder.
Freud’dan sonra çağdaş Fransız psikanalisti Jean Laplanche “baştan çıkarma kuramı”nın bu son halini daha zenginleştirerek “kökensel baştan çıkarıcılık” (séduction originaire) diye adlandırdığı ilginç bir kuram ortaya atar. Annenin baştan çıkarıcı cinselliğini bir “bilmece” ya da “muamma” gibi yaşayan çocuk, ebeveynlerin ya da yaşamındaki tüm erişkinlerin ona sunduğu bilmeceler dizisiyle istilaya uğrar. Bu bilmece yüklü mesajlar çocuğu erişkinlerin dünyasına ve onların cinselliğine açar.
Freud’un ileri sürdüğü dış etken etiyolojisinin altını çizmek için epeyi dolaylı bir yol seçmiş olabilirim. Ama şu ince ayırımı yeniden vurgulamak isterim. Freud dış etken derken, dışarda, özneden bağımsız olup bitenlerden söz etmez. Örneğin, dürtü kuramında dürtüler bir iç uyarandır ve benliğin onlardan bir dış etkenden kaçar gibi kaçabilmesi söz konusu değildir. Bu durum da dürtülere bir dışsallık özelliği atfeder. Çocuk dürtülerini dışardan geliyormuşçasına algılar, zira onlarla henüz tanışmamıştır; nevrozlu da öyledir, onları bastırdığı için ya da, Freud’un deyişiyle, başını onlardan başka yöne çevirdiği için... Freud, çocuk olsun, nevrozlu olsun, insanın dürtülerle nasıl başa çıktığını soruşturur. Ruhsal hayatta cinsel dürtüyü algılayışımızdaki şaşırma ve itiraz boşuna değildir. Bu durum, içeride ve bize ait olanı (Freud bunu “yabancı cisim” diye adlandırır) yabancılaştırmakla ilgilidir.
Dürtü somatik olanla psişik olan arasındaki ince sınırda yer alır Freud’a göre. Bir üçüncü alan olarak sosyal alan vardır. Bu alan kamusal alan, dürtüsel öznelerin biraraya gelip birlikte birşeyler yapıp ettikleri alan, dürtülerin ihraç olduğu alandır. Bunun için savaş haberlerine, politik hayattaki tutkulu çekişmelere, fallik güç arayışına, arkadan güç kazanmaya yönelik sinsi iktidar oyunlarına (anal nüfuz), kadınların kamusal hayattan dışlanmalarına (kadınsının reddi) ve totaliter rejimlere (farklılığı, çeşitliliği ve çelişkiyi yoksayan ideolojiler) bakmak yeterlidir. Dürtülerle çevriliyiz ve bunlarla başetmemizin yolunun herzaman rasyonel yöntemlere başvurmak olmadığını da gördük. Dürtülerin ihraç olduğu alanda dürtüler deşifre olmayı bekleyen bir atık yığınına benzerler. Toplulukların, medeniyetlerin de bu cinselliği takip etmek, izlemek (Michel Foucault), yönetmek ve kodlamak gibi bir misyonları var gibidir. İlişkiler ister heteroseksüel olsun ister homoseksüel olsun, her zaman için 2 farklı psişizmin buluştuğu bu cinsellik farklılıklar ve çoğulluklar içerir (her ne kadar sevgililer karşılıklı ülküleştirdikleri -idealize ettikleri- aşklarında “biz ikimiz biriz” deseler de).
Tekrar Freud’a dönecek olursam, “baştan çıkarma kuramı”na göre, baştan çıkaran ister sapkın baba olsun isterse bakım ve sevgisiyle anne olsun, dürtünün toplumsal alanla kesiştiği noktadayız. Bu bizim Freud’u sosyolog bir düşünür olarak da okumamızı sağlar.
Freud’un toplumsallığı bir diğer metinde daha da belirginleşir. 1913 yılında yayımladığı Totem ve Tabu’da ilk insanın örgütlenmesini kurgular. “İlkel Kabile Miti” diye adlandırdığı bu kurguda Freud insanlığın başlangıcında zalim bir kabile şefinin hükümranlığındaki bu ilk toplulukta –ki bu kabile şefi erkek çocuklarını ona rakip çıkacak yaşa geldiklerinde öldürüyordu- bir gün erkek kardeşler baş kaldırıp biraraya gelirler ve kabilenin tüm kadınlarına sahip olan babayı öldürürler; totemik bir ziyafetle de babayı yerler ve akabinde ant içerler: Bundan böyle kimse kimsenin kadınına el sürmeyecek ve kadınlar eşit bir şekilde paylaşılacaktır. Neredeyse Rousseau’ist denilecek bu ilk “toplumsal sözleşme”de yasanın ve bu yasayı işler hale getirecek kuralların temelleri atılır. Bu arada bu ilk sözleşmenin kadınların paylaşımı üzerine olduğunu da hatırlatalım; ve o günden beridir ki toplumlar cinselliğin yönetimini kadınlar aracılığıyla yaparlar, bu da bir başka konudur. Ama Totem ve Tabu “toplumsal bağlar” ve bu bağlarda yaşanılan zorluklar üzerinedir. Bir de bu metnin yazıldığı sırada psikanaliz hareketinin içindeki bölünmelerin Freud’un kafasını epeyi meşgul ettiğini kolayca görebiliriz (Jung ve Adler’in kopuşları).
Toplumsallık üzerine bir diğer metin de Freud’un 1.dünya savaşının akabinde ortaya çıkan ulusal kimliklerin arka planında, 1921 yılında yayımladığı, “Kitlelerin Psikolojisi ve Benliğin Analizi”dir. Bu metinde Freud şöyle bir soru sorar: Kitleleri, halkları, toplulukları birarada tutan şey nedir? Yanıtı ise libidodur, yani cinsel enerjidir; insanları baştan çıkaran cinsel enerjidir yine konumuza dönecek olursak! Bir topluluğun üyeleri libidinal enerji sayesinde birleşirler ve o topluluğun şefi yerinde olan kişiyle özdeşleşerek birbirleriyle özdeşleşirler. Özdeşleşme, unutmayalım ki, sevdiğimiz bir kişinin özelliklerine sahip çıkmaktır; tabii sevdiğimiz derken cinsel bir sevgiden, aşktan söz ediyorum. Bu aşkla sevilen şefle özdeşleşen topluluk üyeleri, şefin ideallerini de doğrudan, uç durumlarda hiç sorgulamadan benimserler: Kolektif hipnoz diye de adlandırılabilecek bu durum kitlelerin şiddetle sevme ve sevilme arzularını yansıtır gibidir, tıpkı bireyde olduğu gibi ya da daha çok çocukta olduğu gibi! Yine Freud’un çok hassas olduğu baştan çıkarma ve güç ilişkileri konusuyla karşılaşıyoruz!
Bu iki metin insanlararası ve kuşaklararası kurulan bağların kökenindeki cinselliği ve baştan çıkarıcılığı tespit ederler. Baştan çıkarma kuramı Freud’un yakasını hiç bırakmaz: Önce hipnoz ilişkisinde, daha sonra da aktarım ilişkisinde, sarhoş kalabalıklarda, hep baştan çıkmış kişiler cömertçe sergiledikleri dürtüleriyle karşımıza çıkarlar... Baştan çıkma bir yandan toplumsal hayata katılımın bir koşulu olarak dursa da, idealizasyon yönelimli olduğunda libidoyu da kilitleyen faktörlerden birini oluşturur.
Baştan çıkarma kuramı ve tüm Freud yapıtındaki gelişimi ile etkileri, imaj toplumu çağı diyebileceğimiz postmodern çağımız üzerine düşünmemiz için bir fırsat yaratır: Bilgisayarlarla ve datalarla kuşatılmış kitleler, kurulan kişisiz bağlarda, imgeler aracılığıyla toplu bir cinsellik yaşarken baştan çıkarak hipnotize olmuş gibi değil midirler?
Sayın Bella Habip’in
zengin ilhamlar yaratıcı –hadi çekinmeden söyleyeyim- “baştan çıkarıcı”
sunumunu dinledikten sonra, kendimi “tartışmacı” konumunda buluyorum. Doğrusu bu kelime “tartışmacı” mı yoksa
“tartışan” mı olmalı, ondan da çok emin değilim. “Göçmen” ve “göçebe”
kelimelerinin arasındaki yakınlık ve uzaklığa benzer bir şey var “tartışan” ve
“tartışmacı” arasında. Ben “göçmen” ve “tartışan” olmayı tercih edenlerdenim.
Çoğunuzun bildiği gibi,
uzun zamandır “Kendilik Psikolojisi” ve “İlişkisel Psikanaliz” ile
ilgilenmekteyim. “İlgilenmekteyim” ifadesinin anlamını kendi konumum açısından
doğru buluyorum çünkü bu bakış açıları ile aramda hala duran bir fren mesafesi
olduğunu gösteriyor. Onlar ve diğer psikanaliz ekolleri arasındaki
etkileşimlere açık olmayı da seviyorum.
Sayın Bella Habip’in
belli bir paradigmanın kavramlarını geçerlilik ve tutarlılıklarını gözeterek
sunduğu bu malzemeye, özellikle Kendilik Psikolojisi persepektifinden
yaklaşarak tartışmaya başlamak isterim.
Kendilik Psikolojisi’ne
göre, yenidoğanın gelişim programı kendiliğin bütünlük, süreklilik, uyum ve
esnekliğe ulaşmasını içerir. Kendiliğin yapısal özellikleri dış dünyada
kendilik deneyimleri (self experiences) ile tebarüz eder. Kişinin kendiliğinin
durumunu ifade ettiği kendilik deneyimleri ve bunların zarfları olan
“hal”lerini görürüz. Bizi bu “hal”lerin kalbine götüren kırmızı iplikler ise
duygulanımlardır.
Bebeğin gelişim öyküsünün önemli bir boyutu Stern’ün tanımı ile onun
“Kişilerarası Dünya”ya (Interpersonal World) yerleşmesidir. Stolorow, Atwood ve
Orange’ın deyimi ile, “çocuk dünyaya yerleşirken, dünya da ona yerleşir”. “Kişilerarası Dünya”nın temeli ilk
bakıcıların, bebeğin kendilik deneyimlerini yani ağırlıklı olarak
duygulanımlarını izleyerek, alarak, kabul ederek, taşıyarak ve işleyerek ona
geri vermelerini içerir. Kohut buna “içinden geçirme” (passing through)
demişti. İlk bakıcılar, bebekten yüzlerine, gözlerine, sözlerine duygulanımsal
ifadeler “almak”la kalmazlar –ki bu “alma”lara aynalama, yankılama, hassas ayar
kurma gibi isimler veriyoruz- onlara her zaman bir şeyler ekleyerek, onları
işleyerek bebeğe geri verirler. Winnicott’ın etkileşimsel squiggle oyununu
anımsayalım.
Stolorow ve Socarides,
bu olguyu bebeğin duygulanımlarının, ilk bakıcı etkinlikleri ile, kendilik
deneyimine entegre edilmesi olarak adlandırırlar. Bu işlemlerden geçmeyip,
kendilik deneyimlerine entegre edilmeyen duygulanımlar ve daha kapsayıcı bir
ifade ile haller, kendiliğin içinde, bütünlüğe katılmayan ilkel
enkapsülasyonlar olarak kalıp, ileriki psikopatolojinin temellerini
oluştururlar.
Kohut ilk bakıcıların bu
işlevlerine “kendiliknesneliği” (selfobject) adını verir. Kendiliknesnesi bir
insan değil, bir işlevdir. Winnicott’ın “geçiş nesneliği” kavramı ile
yakınlıklar içeren “kendiliknesneliği”, sadece “ilk bakıcı-bebek” ilişkisinin
hammaddesi değil, aktarımsal süreçlerin rol oynadığı her yerin, özellikle
analiz ve terapinin dokusunu oluştururlar. (Küçük bir parantez açarak eklemek
gerekirse, aktarım kavramında “gereksinim aktarımı” ve “tekrar aktarımı” gibi
bir farklılaşmaya da yol açarlar. Kohut’un “her tekrar aktarımdır; ancak her
aktarım tekrar değildir” sözünü anımsayalım.)
Bugünkü konumuzla ilgili
yere gelmek isterim. Kendilik Psikolojisi ekolü kuramının gelişim ayağını her zaman çağdaş 0-3 yaş anne-bebek
gözlemlerine dayandırmıştır. Başını Daniel Stern gibi kuramcı ve
araştırmacıların çektiği bu zengin bulgular alanı, bebeğin yaşamın başlangıcında
sergilediği bir özelliğe dikkat çeker. Bu özellik herhangi bir kategorik
duygulanım durumu ile tanımlanamayacak bir hali işaret eder.
Bu özel hali yaşayan
bebek yaşama açıklık ve hazır oluş içindedir. Uyarılmaya, etkileşime, ilişkiye
açlık durumunu yansıtır. Gözlerindeki yaşam kıvılcımı ateşe dönmek için annenin
katkısını bekler. Bebeğin herhangi bir kategorik duygulanıma ve onu içinde
ifade edeceği eyleme geçmeden hemen önceki bu yüksek enerjili potansiyel hali,
Stern’e göre yaşamsallığın başlangıcıdır ve diğer tüm duygulanımların
kaynağıdır. Stern bu olguya “canlılık duygulanımı” (vitality affect) adını
verir. Canlılık duygulanımı, tek başına yaşama geçmeyi, canlı olmayı,
yaşamsallığı sağlamaz. Gerekli şarttır ama yeterli şart değildir. Anne bu duygulanımı
kendiliknesnesi etkinliği ile işlerse, vitalizasyon çemberi tamamlanır. Bebek,
potansiyeli performansa geçirir ve yaşama tutunmaya başlar. Kıvılcım ateşe
dönüşür. Annenin, “canlılık duygulanımı” üzerinde kendiliknesnesi işlevlerini
sağlamaması sonucunda ise, canlılık duygulanımı sönmeye başlar ve ortaya
“cansızlaşma” (devitalization) çıkar.
“Cansızlaşma” bebeğin
yaşamdan geri çekilmesi, içine kapanması gibi bir sonuç doğurur. Böyle bir durum otistik ve/veya psikotik bir
iç dünya yaratır. Guntrip’in “nesnesiz regrese ego” diye adlandırdığı hal böyle
bir iç dünya özelliğini yansıtır.
“Cansızlaşma” bazen
sadece “psişik ölüm”le sınırlı kalmaz. Zaman zaman bu cansızlaşma Guntrip’in
kardeşi Percy’nin bahsinden anımsayacağımız gibi, bebeğin fiziksel ölümüne bile
sebebiyet verebilir.
Aşırı cansızlaşmış
bebeğin nesnesiz bir dünyaya geri çekilmesi ne demektir ? Bu otistik dünya
“arzusuz” bir varoluşu yansıtır. Arzu, canlılığın kendi sınırları ötesindekine
yani ötede olana, öteki’ne yönelişinin dinamiğidir. Ben’in ben olmayan’a (tüm
dünyaya) açlığı ve iştahıdır. Arzu nesnesi ulaşılabilen ama hiçbir zaman bütünü
ile elde edilemeyendir. O yakalandıkça kaçandır.
Her arzu bir vaadin
peşinden gider. Bu vaadin doğası baştan çıkarmadır. Annenin bebeği vitalize
etmesini “baştan çıkarma” olarak görebiliriz. Anne bebeği yaşam adına, yaşam
için, yaşama doğru baştan çıkarır. Anne bebeğin dünden –ezelden- razı olduğunu
tamamına erdirir. Ve tamamına erince, bebeğin yaşamı boyunca işleyecek arzu
zembereği gerilir.
Başlangıçta bir süre,
amaç ve araç nitelikleri üstüste binmiş görünse de, optimal gelişimde, annenin
bu baştan çıkarışı bir araç olarak kalmalıdır. “Yeterince iyi anne” arzu
zembereğini gerer ve geri çekilir.
Bebek baştan çıkarıcıda takılı kalabilir. “Baştan çıkarıcı” diyorum,
“baştan çıkaran” demiyorum. Konuşmamın başından anımsayacağınız “göçmen” ve
“tartışan”a bir de “baştan çıkaran”ı ekleyelim. “Baştan çıkarıcı” baştan
çıkarmada ısrarlıdır. Bu onun için bir araç değil bir amaç olmuştur. Onun
büyüsü, efsunu, hipnozu çözülemez.
Buradan sayın Bella
Habip’in değerli derlemesi “Bensizbiz”in içeriği ile bağlantılı noktaya
geçelim.
Sigmund Freud’un grup
psikolojisi üzerine öne sürdüklerini hatırlarsak, onun bireysel psikolojik devinimlerde
bile belli bir anlamda grup psikolojisi dinamiği gördüğünü idrak ederiz (her
sevişme altı kişiliktir…). Psikanalitik bakış açısı bireysel olanla daha geniş
çaplı olanlar, yani toplumsal, kültürel, siyasi olgular arasında köprüler
kurar. Özünde bireysel intrapsişik bir
perspektife sahip olan psikanaliz, toplulukların kaderini incelerken, bu mikro
evrenle makro plan arasında paralellikler kurar.
Bu ruhtan hareketle,
konuşmamın başında zikrettiklerimin grup süreçleri ile ilgisini kurarak, bir yüzü
“canlılaştırma”, diğer yüzü “baştan çıkarma” olan olgunun, toplumsal süreçlerin
de önemli bir parçası olduğunu iddia ediyorum.
Topluluğun lideri
(burada, değişik liderlik türlerini tek bir potada eriterek ifade ediyorum),
topluluk üyelerini bir ülküye, bir hedefe, bir ideolojiye, bir tutkuya doğru
canlandırır ve/veya baştan çıkarır.
Belli bir canlılığa ulaşmış grup süreçlerinin (burada, “canlılık” ile
dini, siyasi, ideolojik “enerjik oluşu” kastediyorum) çoğunun temelinde bunu
görürüz. Topluluk bir bütün olarak, ama aynı zamanda, onun içinde yer alan
bireyler kendi öyküleri ile toplululğun kaderinin kesişme noktalarında liderin
işaret ettiğini arzularlar. Liderin işaret ettiği ile lider sıklıkla bir
kondansasyona yani yoğunlaşmaya uğrar. Bu tür yoğunlaşma örneklerine pek çok
dini, siyasi ve ideolojik oluşumda rastlarız.
“İdeolojimizin hedefi (veya içeriği), liderimizin kişiliğinde
somutlaşmıştır” ifadesi herhalde çoğumuza tanıdık gelmektedir. Böyle bir
yönelimin doğası aktarımdır. Topluluk üyeleri oldukça karmaşık versiyonlara
bürünebilen şekillerde, narsissistik ve libidinal kateksislerle liderlerine
bağlanırlar.
İnsanlığın medeniyet
tarihinin ve onun özündeki kültürel oluşumların çekirdeğinde bu aktarımlar
yatar. İnsanoğlunun dünyaya kurduğu
bağlar, onun sosyal varoluşu perspektifinde bu aktarımları zorunlu kılmıştır.
Bu baştan çıkma, canlılığı, umudu ve arzuyu yaşayabilmek ve taşıyabilmek için
şart olan bir koşuldur.
Bu topluluk ruhu, bir
başka ifade ile, topluluğu birarada tutan bu telkin ve illüzyon ortamı,
insanoğlunun yağız toprak ve mavi gök arasındaki belirsiz varoluşunda bir
mitoloji yaratır ve ona belli bir öykü verir.
İnsanlık tarihinin bebekliği sayabileceğimiz dönemlerde bu tip
aktarımların yoğun bir şekilde varolması boşuna değildir. Bu aktarımlar medeniyetin kuruluşu için bir
araçtır.
İnsanın doğası ve bu
doğanın içerdiği dürtüler her zaman onu bu aktarımın içindeki devinimlere doğru
iter. Bu aktarım sabit bir durumda kalamaz. Tatmin yaşantısı süreklilik
arzedemez. Bir zaman sonra, topluluk ruhu hipnozun dışına doğru taşmaya başlar.
Bazı durumlarda, başlangıçta grubu baştan çıkaran ve ona canlılık veren araç
amaçlaşır ve bu hipnoz bir evrime uğrayamaz, çözülemez ve topluluğu zamansız
bir birincil süreç fanusuna kilitler görüntüsü verebilir. Böyle durumlarda, lider ve onunla
özdeşleştirilen ideoloji, inanç veya siyaset idealize edilir. Topluluğun
dürtüler kaynaklı doğal çözülme türevleri ise topluluk dışına yansıtılır. Lider
ve onunla özdeşleştirilen ideoloji temiz ve pak kalır; üzerine şüphe
bulutlarının gölgeleri düşmez. Böyle durumlarda, dışarıda “kötü ötekiler”
bulunur. Gitgide kapanan topluluk
“ötekiler”i paranoid bir şekilde gözetlemeye başlar.
İnsanlık tarihinde
sayısız kez tekrarlanmış olan bu olgunun sadece geçtiğimiz yüzyılda Kıta
Avrupası’nda kaç kez ortaya çıktığını ve milyonlarca insanın yaşamına malolan
soykırımlara dönüştüğünü hatırlayalım. Böylece, başlangıçta topluluğa can veren
baştan çıkarma, artık onu yaşayan bir ölü haline getirmiştir (yukarıda
hatırlattığımız örneklerde milyonlarca insanı da “yaşamayan ölü” haline
getirmiştir!). Yaşayan, canlı olan ülkü/lider yoğunlaşmasıdır. Topluluk üyeleri
ise değersiz zombilere dönüşmüşlerdir.
Aktarımın kaderi onu hep
yukarılardan aşağılara doğru iter, ancak bu onun her zaman aşağılara ineceği
anlamına gelmez. İdealizasyonlar içlerindeki deidealizasyon kaşıntıları ile
süperidealizasyonlara dönüşebilirler ve yukarılara, daha yukarılara kanat
çırpabilirler. Analiz veya terapi odalarındaki aktarım süreçlerinde bu
“aşağı-yukarı” dinamiği üzerine çalışan bir bilinç ve onun organları olan
yorumlar vardır (veya umud ederiz ki vardır). Bu bilinç, olgunlaşmanın,
büyümenin, telkin duvarları dışına çıkmanın anahtarıdır. Peki topluluğun
aktarım süreçlerinde topluluğun hipnozu aşmasını sağlayacak kimdir, nedir? Bu işlev gene lider/ülkü yoğunlaşmasından mı beklenecektir? Yoksa, bu
güç topluluğun kendi içindeki doğal dönüşüm süreçlerinin önünü açan bir
şeffaflık, demokratikleşme ve düşünce toplumu olma mıdır? Burada topluluğun
bağışıklık sistemi alerjik bir tepki oluşturabilir (alerjik reaksiyon metaforu
paradoksal bir duruma işaret eder. Bünyeyi hastalıklara karşı koruyan bu olgu,
bazen başlıbaşına bir hastalığa, hatta ölüme sebebiyet verir). Topluluk, tüm bu
grup-içi bilinç yükselmesini bir dağılma tehdidi olarak yaşayabilir ve hainleri
lanetliler bahçesindeki “ötekiler”in yanına püskürtebilir. Böyle bir durumda,
belli bir süre için rahat edilir, düşmanlar lanetlenir, lidere ve ülküye tekrar
sadakat yeminleri edilir. Bir sonraki
krize kadar… Ancak endişeye gerek yoktur çünkü dünyada “hain”den bol şey
bulunmaz. Stalin dönemi Sovyetler Birliği ve Mac Arthur dönemi Amerika Birleşik
Devletleri’nde yazılan jurnal mektuplarını birbirine eklesek dünyanın çevresini
pekçok kez turlayan bir kuşak yaratırdık.
Dünyanın boğazını sıkan
bir kuşak.
BH : Bunu söylediğiniz sırada Hanna
Segal’in bir cümlesi geldi aklıma. Hanna Segal halen hayatta olan, çok yaşlı,
Melanie Klein’ın takipçilerinden, İngiliz bir psikanalist; ve İngiliz ekolünde
grupların psikanalitik incelemesi Bion sayesinde çok ilerledi. Hanna Segal de
bu teorilerin içinde düşünen bir kadın. Bir grup nasıl işler? Schizo-paranoid
bölünmeler çok vardır mesela grubun içinde, iyiler, kötüler; ondan sonra
idealizasyonlar, lideri yüceleştirmeler… Hanna Segal der ki : Eğer bir
grubun işleyişini alıp da, onu bir bireye adapte ederseniz, bütün bu
mekanizmaları bir kişide görürsek, o kişiyi biz bunak diye adlandırabiliriz.
Ama bir toplulukta gördüğümüz zaman, bize gayet normal geliyor, değil mi?
Mesela şu son zamanlarda partilerin, DSP’nin bölünmeleri, o çekişmeler falan.
Bütün o işleyişleri bir kişinin içine alıp da o kişiyi ortaya çıkardığımızda,
nevrotik değil, yarı psikotik, yarı megalomanyak bir kişi çıkar ortaya.
Dolayısıyla bu ne demek? Bir grup ortamı olduğunda, - ki bu örgütlü bir grup da
olabilir, bir yasal parti gibi, bir klise gibi, bir ordu gibi; ya da amaçsız,
bir sebepten ötürü biraraya gelmiş insanlar da olabilir – bir zamandan sonra, o
grubun amacı birden şaşar. Yani o insanlar biraraya niye geldiklerini
unuturlar, ve tamamiyle farklı yerlere doğru gider o grup. Böyle bir şey
gözlemleniyor gruplarda, böyle bir olgu var. Bu niye oluyor? Çünkü, diyor
mesela Hanna Segal, ya da Bion (bu birçok kişinin gözlemlediği bir şey),
bireylerin kendi içlerinde barındıramadığı, halledemediği, split’e uğramış,
kabullenemediğimiz bir tarafımız var. Çalma arzumuz mesela, birisini öldürme
arzumuz, bütün bunlar medeniyet tarafından bastırılıyor. Ama grup ortamında,
anonim bir ortam olduğu için grup da, söz alabilirsiniz. Mesela şu anda belki
hepiniz birbirinizi tanıyorsunuz, söz alıp bir şey söyleme cesaretini
bulamayabilirsiniz, ama büyük bir grupta birbirinizi tanımıyor olsanız hemen
kendinizi ifade yoluna gidebilirsiniz, ve bir şekilde bastırmış olduğunuz,
split ettiğiniz yönlerinizi ortaya çıkarabilirsiniz. Grup ortamı anonim olduğu
için bunu sağlıyor, hemen bu yönlerinizi realize etmeye başlıyorsunuz.
Dolayısıyla dürtülerin çöplüğü diyorum ben ona, grup ortamı bunları topluyor.
Zaten topluluk da enteresan bir şey, topluyor bütün bunları. Dolayısıyla
dürtülerin iş gördüğü, ortaya çıktığı uygun bir ortam oluyor.
-
Dışsallıktan bahsederken, yabancılaşma dediniz.
Yabancılaşma nasıl oluyor, bastırarak mı yapıyoruz?
BH : Bunu dürtüyü yabancı cisim
olarak görme bağlamında söyledim. Çünkü birtakım uyarılmalar oluyor çocukta,
hareketleniyor, ve buna bir anlam veremiyor. Anne babadır bunlara anlam veren.
“Uykusu geldi, çişi geldi, huzursuz, acıktı”, derler. Çocuk kendisi neler
olduğunu bilemez. Dolayısıyla, kendi içindeki bütün bu dürtüleri yabancı bir
cisim olarak algılar, ya da dışarıda görmeye başlar. Mesela der ki, “bebeğimin
karnı acıktı, o çok öfkeli”, masaya bir tekme atar, “kızgın” der… Yani bütün bu
dürtülerini dışarıda görür. Aynı şekilde topluluklarda da böyle mekanizmalar
işler. Dışarıya ihraç ettiğimiz bütün bu dürtülere en güzel örnek
tarikatlardır. Tarikat lideri bir şekilde putlaştırılır, ve kötüler de dışarıdadır;
mesela o tarikatın işleyişine engel olmaya çalışan bir takım mercilerdir.
Kötüler dışarıda ve içerisi ideal bir ortamdır. İçimizde olan bir şeyi yabancı
gibi algılarız.
-
İlk uyarılma, annenin ilk baştan çıkarması önemli
tabii, ama özellikle toplulukları anlamaya çalışırken, daha ilerki safhalarda
ortaya çıkan duygulanımlar da önemli.
BH : Tabii. Benim söylemek istediğim
sadece şuydu: Bunu model olarak alırsak, baştan çıkaran annenin modelini göz
önünde bulundurursak -ki ilk defa çocuğun cinselliğini uyarıyor ve onu bir
şekilde sosyal alana doğru itebiliyor uyarması sayesinde- çocuğun orada anneyi
bir algılayışı var. Anne onun için her şey, bütün dünyası. Aynı şekilde
topluluklarda da, baştan çıkarma her zaman var, baştan çıkmıyoruz dersek yalan,
her an baştan çıkıyoruz, gördüğümüz bir vitrinle, okuduğumuz bir kitapla,
karşılaştığımız bir kişiyle her an baştan çıkmaya hazırız, baştan
çıkabildiğimiz için de ilerleyebiliyoruz. Önemli olan o baştan çıkaranın baştan
çıkarıcı olmaması Yavuz’un da dediği gibi. O zaman bunu meslek haline
dönüştürüp, insanları fikse edebilir bir kişi üzerine. Önemli olan bir kişiden
bir diğerine geçebilmek. Dolayısıyla anne modelini ben bunun için aldım. Çünkü
hep o model üzerinden devam ediyoruz ondan sonra… Birisini beğenip, birisini
idealize edip, ondan bir şey öğrenmeye çalışıyoruz. İdealize etmediğimiz bir
insana doğru gitmiyoruz hiçbir zaman. Aynı şekilde bu siyasal partilerde de
böyle oluyor, bilimde de böyle oluyor, baştan çıkarılıyoruz ve o yöne doğru
gidiyoruz. Bunu bir model olarak sundum. “Anneden ötürüdür ki...”, diye bir
sebep-sonuç ilişkisi içinde düşünmedim.
-
Liderin rolü, baştan çıkaranlığı – baştan
çıkarıcılığı nedir?
YE: Bella gibi düşünüyorum ben de.
Bir şekilde bir enerji yaratmak için, topluluğu biraraya getirmek için,
topluluğa bir arzu, bir hedef koymak için, bir baştan çıkaran gerekiyor. Lider
bunu yapıyor.
-
Vitalize etmek için yani...?
YE: O enerjili canlılığa isterseniz
vitalizasyon da diyebilirsiniz. Çünkü bir şekilde bir hareketlenme getiriyor.
Grubun yöneleceği hedefi yaratıyor. Kendilik psikolojisi perspektifinden
sorduğunuz için, oradan cevap vereyim. Nedir Kohut’un modelinde narsistik
gelişimin süreci ? Başlangışta bir narsistik yatırım olur; varsayalım ki bu
idealizasyon olsun. Bir zaman sonra, belli kopmalarla, kırılmalarla,
frustrasyonlarla, o idealizasyon doğal bir süreçte deidealizasyona dönüşmeye
başlar. Yani o yoğun narsistik füzyon daha sonra defüzyona uğrar, ve yavaş
yavaş çocuk -idealize eden, aşık, ona ne isim verirsek- aşkından, idealizasyonundan,
annesinden, bu narsistik yatırım anlamında uzaklaşmaya başlar. Doğal süreç
budur. Bir başka baştan çıkarana gider. Anneden ayrılıp, babaya gider belki. Veya bir zaman sonra
aileden okula gider, sevgiliye gider, öğretmene gider. Politik olarak da,
mesela Kuzey Kore’yi düşünürsek, bir idealizasyona kitlenmiş durumda ülke. Her
tarafta heykel, resim, ulu adam, en büyük adam... Bir şekilde o idealizasyon,
gelişim sürecinde deidealizasyona ihtiyaç duyuyor. Ama çözülme süreci içerde
organik olarak olsa da, mekanik karşılığını bulamadığı için, dışarıda “kötü
ötekiler” buluyor. Yani lidere kızmıyor, düşmanlara kızıyor, Güney Kore’ye
kızıyor, dünya emperyalizmine, yani
bir ötekine kızıyor. Ne yapıyor mesela? Kim Il-Sung’u o büyük, yüce halde
tutuyor. Ama öte yanda herkes düşman, herkes onlara saldırıyor.
BH: Melanie Klein’ın depresif konum
dediği süreç tam da bundan sonra gelen süreçtir. Anne omnipotan, herşeye yeten,
çocuğu için dört dörtlük bir kişi olmaktan çıkıyor, bazı eksiklikleri görülüyor
deidealizasyona doğru gidişlerde. Onun için Kore’de olduğu gibi büyük çaptaki
sosyal oluşumlarda o kadar kolay değil heykelleri indirmek, çünkü bir depresif
süreci de beraberinde getiriyor. Kayıpları da göz önüne almak gerekiyor. Öteki,
karşı taraftaki heykelleri yıktığınız zaman kendinizi depresyondan korumuş
oluyorsunuz.
YE: Bütünlüğü de koruyorsunuz belki.
BH: Aynı zamanda kohezyonu,
bütünlüğü de korumuş oluyorsunuz. Halbuki depresif durum da parçaların
kimilerinin kaybolmasını, kimilerinin yasının tutulmasını gerektiren bir şey.
YE: Orada bir zaman sonra kendini
doğrulayan kehanetler de ortaya çıkıyor. Grup dışarıda düşmanlar yaratarak,
ötekine kızarak kohezyonu sağlıyor, birarada duruyor, fakat bu bir zaman sonra
öyle bir patolojik boyuta ulaşıyor ki, (zaman da önemli bir boyut tabii burada)
gerçekten o grubu paranoid durumdan depresif pozisyona çekme dekompansasyona,
dağılmaya bile yol açabilir. “Ben bu patolojik inançlarımda ısrarlı olacağım,
çünkü (biraz önceki konuşmada söylediğim gibi) ben Yugoslavya gibi olmak
istemiyorum”, dediği zaman, bu tamamen de haksız bir şey değil. Gerçekten
Yugoslavya gibi dağılabilir de.
BH: Aynı şekilde, onun için de
analizler uzun sürer. Bu depresif çekirdek diyebileceğimiz kısma ulaşmak, ve
onu çalışmak, zaman içinde de yol katetmek demektir. Onun için analiz süreci
uzundur. Bunun bilinçlenmesi, transfer içinde yaşanması, bunun konuşulması
lazım, buna bir zaman ayırmak lazım. Onun için idealize olmuş analistin de
deidealize olması lazım. Bu da bir süreç gerektirir.
-
Baştan çıkarıcıdan kopmak için yeni bir baştan
çıkarıcı mı bulunması gerekiyor? O zaman yeni bir idealizasyon oluyor ve eskisi
çok çabuk deidealize oluyor, süreci hasta yaşamamış oluyor.
BH: Hipnoz gibi. Yavuz’un da böyle
bir sorusu var, o soruyu tekrar okuyayım: “Peki topluluğun aktarım süreçlerinde
topluluğun hipnozu aşmasını sağlayacak kimdir, nedir? Bu işlev yine lider-ülkü
yoğunlaşmasından mı beklenecektir? ‘Demokrasi gerekiyorsa onu da biz kurarız’,
diyen generali hatırlayalım.”, diyor Yavuz Erten. Ben de bunun üzerine
birşeyler karaladım:
İdeal nesnelerden
topluluklara geçiyorum, ve bir topluluğun aktarım süreçlerinde hipnozu aşmasını
sağlayacak kimdir, nedir, sorusuna geliyorum. Hipnoz ilişkisinde, hastasının hipnozdan
çıkmasını sağlayacak kişi hipnotizördür. Hipnotizör, komutunda hipnoz
durumundan çıkaracak sihirli kelimeyi hipnotize olan kişiye verir. Şöyle der
örneğin: “Şimdi beşe kadar sayacağım ve kendinize geleceksiniz, ve tüm bu
anlattıklarınızı unutacaksınız.” O kişi hipnoz uykusundan uyanır ve her şeyi de
unutmuştur hakikaten. Peki topluluklar, toplumlar, toplu hipnozlarından nasıl
çıkıyorlar? Bu konu çok derin, çok boyutlu, ve bu konuşmanın kapsamı bunu
kaldıracak güçte değil. Bir iki noktaya değinebilirim sadece: Birincisi, bir
topluluk bir diğerini farketmeye başlayıp, onu kendi görüş alanının içine dahil
etmeye başladığı andan itibaren, yani
ötekini, farklı olanı görüp tek dünyanın kendininki olmadığını görmeye
başladığı an bir değişim olur. Bundan önceki zaman, Anzieu’nün deyimiyle
(Bensizbiz’de bir makalesi vardır) “topluluk yanılsaması”ydı. Yani toplumun
başlangıcında, topluluk yanılsaması dediği bir zamanı var. Orada bütün topluluk
üyeleri, “biz ne kadar mutluyuz birarada yaşamaktan, birarada olmaktan”,
derler, ve o grubun ne kadar iyi bir grup olduğunu, ne kadar mutlu olduklarını,
söyler, “böyle olmalıydı bütün gruplar, bütün hayat”, dedikleri bir süreç
yaşarlar. Bunu mutlaka yaşamışsınızdır; kimi okullarda, kimi sınıflarda, kimi
dönemlerde, ya da kimi arkadaş topluluklarında... Bu ideal. Fakat bu bir zaman
sürer, ondan sonra öyle olmadığı ortaya çıkar, ve hipnozdan yavaş yavaş çıkmaya
başlarlar. Bu süreç de sancısız geçmez, zira söz konusu olan putların alaşağı
edilmesidir. Tabii yeni putlar eskilerin yerini tutuncaya kadar. Deidealizasyon
sürecinden bahsediyorum. Her toplumun bir ideale ve o idealin beden bulduğu bir
şefe gereksinimi vardır. En azından deneyim onu gösteriyor. Bion, şefsiz bir
topluluk olabilir mi diye bir deney yapmış, ve o deney başarısızlığa uğramış.
Hipnozdan çıkmanın yolu, paradoksal bir biçimde, yeni ideal nesne arayışlarıyla
olanaklı gibi. Bu kötümser bir gözlem. Çünkü unutmayalım, biz yas tutmayız.
“Yas tutuyoruz”, deriz ama yas tutmayız, sadece kayıp nesnelerin yerine yenilerini
yerleştiririz. Bunu Freud çok genç yaşta kızını veremden kaybettikten sonra,
Ferenczi’yle olan bir mektuplaşmasında ifade ediyor. Esasında olan, kayıp
nesnelerin yerine yenilerinin yerleştirilmesidir. Ben buradan şöyle bir sonuç
çıkarıyorum: Tabii bu kadar da kötümser değil, yeni putlar bulacağız,
eskilerinin yerine yerleştireceğiz, bu kadar değil. Ama hiç olmazsa böyle
arayışlar içinde olduğumuzun bilincinde olmak belki kişiler için önemli.
“Bundan sonra başkası da olacak”, düşüncesi olursa, hiç olmazsa o anda olan
aktarım ilişkisinde, kişi tek kişi olmadığını düşünebilir belki. Bunu
düşünebilmemiz belki bu hipnoz sürecinden çıkmamızı sağlayabilir. Bu bilinç
bireysel olarak kişilerde yerleşebilir, ama önemli olan toplumlara da
yerleşmesi. Demokrasi esas böyle bir şey. Bir kişinin ömür boyu aynı yerde
kalması değil mesela. Geçişler olacak, farklılıklar olacak, çatışmalar olacak,
ama karşılıklı alışverişler olarak. Kimse kalıcı değil. Bir şekilde bir
fonksiyonu ve yeri işgal ediyor insanlar, ve bu geçişli olacak. Winnicott’ın
“geçiş nesnesi” de o anlamda çok önemli, çünkü hep bir geçişliliği ve bir
şekilde zamanın geçişini vurguluyor. Topluluk yanılsamasında zaman da durur, ve
zaman hiç geçmiyormuş gibi, “ne kadar mutluyuz”, deyip dururlar narsistik bir büyülenmeyle.
YE: Belki bir şey eklenebilir: Her
yas sürecinde kaybedilenin yerine bir başkası konur, ama yine de, daha iyimser
bir taraftan bakınca, o yerine koymalarda da bir olgunlaşma sürecinden de söz
edilebilir.
BH: Aynen onun gibi. Mesele sanki
kocanın gerekmesiymiş gibi.
...
BH: Çocuk da bir şekilde geçiş
nesneleriyle annenin ayrılığını derinlemesine çalışıyor. Nesne bir şekilde
anneyi sembolize eden şey. Dolayısıyla hem kaybı, hem kendi içinde yaratmayı
deneyimliyor. Çünkü her depresif süreç de yaratıcı bir süreçtir.
-
Liderin baştan çıkartılanları kitle olduğuna göre,
kaybettiği zaman daha ağır bir yas mı yaşıyor? Çünkü onun yerine gelmesi çok
daha zor.
BH: Evet, liderin psikolojisini hiç
düşünmedik. Herkesin kendi ekonomisi buna nasıl izin veriyorsa... Mesela böyle
bir çözülmeye gittiği görülünce toplu intiharlar var bazı tarikatlarda. O zaman
ölüm dürtüsü çıkıyor ortaya bütün potansiyeliyle, ve hem kendisini yokediyor,
hem de müritlerini yokediyor o nefretle.
-
Bunu yapamazsa yas mı giriyor devreye?
YE: O derece organsız kalırsa,
topluluğu öldüremiyorsa kendini de öldürebiliyor. Ama herkesin psişik ekonomisi
farklı.
BH: Bir liderden ayrılmak da o
kadar kolay değil, çünkü onda parçalarımız var. Ona yansıttığımız, ya da onda
olduğunu düşündüğümüz şeyler, ki onun için onu beğeniyoruz. Birden o adam
olmayınca, biz de şaşkına dönüyoruz. Onun için kolay değil bu ayrılık süreçleri.
Belki separasyan-individüasyonla ilgili birşey.
-
Biraz da bağlanma teorisinden bakarsak, grubu
oluşturanların bağlanma yetileri de farklı olacaktır. Bu farklılıkların
getirdiği bilinçle, ne kadar bireyselliği yaşayıp, ne kadar liderin içinde
kaybolacaklar? Bu da liderin kabullenilmesini etkileyecek bir süreç olabilir.
Bu kadar geniş bakınca birey yokoldu içinde. Oysa birey var, birey olmanın
biçimleri var. Grubun içinde ne tür bireyler olduğu da, grubun yaşadığı
hipnozun rengini, boyutunu belirleyecektir.
BH: Tabii, zaten bir grupta
bireyleşme ne kadar çoksa, o kadar demokrasiye doğru giden bir gruptur. Herkes
kendi adına kendi sözüne sahip çıkıp konuşabiliyorsa ve dinlenebiliyorsa
diğerleri tarafından, liderin rengi de ona göre olacaktır zaten. Ama yirmi
kişilik bir toplulukta iki üç tane duruş varsa ve on yedi tane duruş da o üç
kişiye, ya da bir kişiye endekslenmişse, o da farklı bir grup olacaktır. Tabii
genel konuşuyoruz, ama mesela Bion lider tiplemeleri yapmıştır. Bireyleşme ve
bireyleşememe arasında geçiş tonları var. Bir eşleşme grubu var mesela, iki
kişi arasında, çift oluyor, ve “aristokratik ruh” diyor ona Bion. Bu iki kişi,
sanki grubun geri kalanı yokmuş gibi, kendi aralarında bir şeyler
kaynatıyorlar, ve sürekli bir lider arayışı içindeler. Bir lider gelecek. Buna
“mesihçi bekleyiş” adını veriyor Bion çok güzel bir biçimde. Yani ilerde
gelecek olan lider, ve o geldiği zaman her şey hallolacak ve bütün
sorunlarımıza çare bulunacak. Böyle bir bekleyiş. Esasında bence Türkiye’nin
durumu böyle bir şey, bana onu çağrıştırdı. Hep bir lider bekliyoruz ve hiç
kimse o yeri dolduramıyor tam olarak. O iki kişinin duruşunda aristokratik bir
duruş da var. Birbirlerine de çok hayranlar. Zaten ancak öyle bir mesih gelirse
onları ihya eder, gerisi çok banal olur. O iki kişi de grubun kenarında
dururlar ve diğerlerine hafif bir horgörüyle bakarlar. Bion’un böyle
çeşitlemeleri var.
Jean Laplanche’ın
teorisi çok enteresan. Bebeğin şöyle bir psişik durumunu tarif ediyor: Dünyaya
geliyor ve bir sürü uyaranla karşı karşıya. Annenin bakımı olsun, çevredeki
sesler olsun... Ve uyarılıyor çocuk, baştan çıkarılıyor kökensel olarak. Baştan
çıkarmada, ebeveynlerin ona karşı tutumlarında, ve ebeveynlerin birbirlerine
karşı olan tutumlarındaki bir takım şeyleri kendisine mesaj olarak algılıyor.
Çocukluğunuzu düşünün, küçükkenki büyükleri algılayış biçiminizi. Ben mesela
tiyatroya gitmiştim ilk defa olarak. Tiyatroda salona doğru konuşurlar
aktörler. Çok şaşırmıştım, “ona söylüyor, niye ona doğru konuşmuyor”, diye. Bu
yaşımızda bunu sorgulamayız. Onun için çocuk büyüklerinin her türlü
davranışlarını, hal ve hareketlerini, tonunu bir mesaj olarak alıyor.
YE: Baştan çıkarıcı bulmacalar.
BH: Ve bunları bir bulmaca gibi
görüyor ve o bulmacaları çözmeye çalışıyor.
YE: Çok Kleinian aslında. Çünkü
Klein’da da bilme iştahı cinsellik iştahı gibi bir şey.
BH: Epistemofilik dürtü. Ve bütün
onları anlamaya çalışıyor, merakla izliyor. Bütün bunlar da bir şekilde onu büyüklerin,
ebeveynlerin dünyasına adım adım atıyor. Her bir bilmeceye yanıt bulduğunda,
onların dünyasına bir adım daha atmış oluyor.
YE: Bütün bulmacalarda kendini yarı
açan bir şey var, yarı açık bir yatak odası kapısı gibi, biraz ortaya koyan ama
aynı zamanda gizleyen. O anlamda da bir baştan çıkarıcılık var.
[1] Freud’un profesörlük ünvanıyla ilgili engellenmeleri ve meslektaşları tarafından yalnızlığa mahkûm edilişinin izleri, « Düşlerin Yorumu »nda belirgindir ve kitabı neredeyse bir « psikolojik roman » havasına sokar.
[2] Freud burada yazarın ölümünden sonra ortaya çıkmış eserler için kullanılan « posthume » sıfatını kullanır. Hatıraların sebep olduğu travmatik etki de daha sonradan ortaya çıkar.