Içimizdeki
kadin ve erkek
Adnan Yildiz
Herkesin
içinde kadınlar, erkekler var. Her birimizin kadın olan, erkek olan yanları
var. Ama sanırım insan orta yaşlarına geldiğinde keşfediyor bu halleri
Radikal
İki'nin sayfalarında her hafta farklı durumlarla, farklı kişiler tarafından yazılan
çizilen bir kadın-erkek meselesi var. Kolektif bilincimizin bir şekilde bu
sayfalara yansıyan sorularını hep beraber okuyup yanıtlamaya çalışıyoruz. Bir
anlamda, yüksek sesle düşünüyoruz. Beni bu yazıyı yazmaya dürten ise, hem süregiden
tartışmalara kültürel bir perspektif kazandırma ümidi hem de bu sorularla
kültürel gelişimimiz arasında bir paralellik kurabilme denemesi yapma cesareti.
Cinsel
kimlik konularında, psikoloji ağırlıklı sosyal bilimler literatürü
incelendiğinde, bu konuda çeşitli görüşlerin olduğu görülür. Bütünsel bir bakış
açısıyla, cinsel kimlik bireyin kendi algılama, yorumlama, düşünme
mekanizmalarının da aktif bir şekilde etkileşimde bulunduğu bir sosyal öğrenme
sürecinde kazanılır. Birey, cinsiyetinin ve bu kadın ya da erkek olma durumundan
birinin getirdiği sosyal normların çok küçük yaşlardan itibaren farkına varmaya
başlar. Zihinde oluşan bu sınıflandırma, çevreden gelen tepkilerin de
şekillendirmesiyle cinsel kimliğin oluşmasına katkıda bulunur. Bireyi temel alarak
gelişme süreci bağlamında cinsel kimliğimizin oluşmasını kavramsallaştıran bu
temel teoriler sosyal ve kültürel açılımlarla birlikte ele alınmadıklarında
fazla şey söyleyemezler.
Felsefesini
eleştirel-politik bir toplum analizi üzerine kuran Foucault'ya göre ise, iktidarın
beden üzerinde hakimiyeti sonucu zihinlerde heteroseksüel/normal ve
homoseksüel/anormal, kavramsal paralelliği kuruldu. Bir anlamda, patoloji ve psikiyatri
her nasıl iktidarın tekelindeyse ve iktidar bu sistem dışı figürleri yok ediyor
ya da (tımarhane, hapishane...) hapsederek fişliyorsa, cinsellik ve kimlik konusunda
da gücü elinde bulunduran yine iktidarın kendisidir. Deleuze, bu analizden bir
adım öteye giderek, toplumsal bir Oedipal durumdan bahseder. 20. yüzyılı
oluşturan temel görüşlerden biri olan psikanalizin, cinsel gelişimi açıklarken başvurduğu,
erkek çocuğun annesine âşık olarak babasından korkması ve bu gelişim dönemi
sonunda babasına benzemeye çalışmasını (kız çocukları da Electra yaşarlar)
anlatan, Antik Yunan mitolojisinden gelen sözcük, Oedipus, Deleuze tarafından yeniden
tanımlanır. Okullar, kamusal alan, kurumlar, dirense de aile kurumu bütün
dinamikleriyle baba figürü tarafından ehlileştirilir.
Son iki
paragrafta ele alınan ve iki farklı literatürü birbirine bağlayan kısa özetler,
yazının devamı okunurken temel alınmalı. Öncelikle birey basit bir açıklamayla,
cinsel kimliğini çevreden yani toplumsal etkenlerden birebir etkilenerek
kazanır. İkincil olarak, toplumsal açılımlar bu gelişimin nasıl şekillendiğini
kendi dinamikleri doğrultusunda yeniden tanımlar. Yüzümüzü yaşadığımız
topraklara çevirdiğimizde ise, bu bilgiler ışığında bazı durumlar
görüyoruz.
Reddedilenlerin
çığlıkları
Kadının
erkek olmayan, diğer cinsiyet olarak kamusal alanda ortaya çıkması eski değil.
Siyasi ve sosyal haklarını hukuki olarak Cumhuriyet'le birlikte kazanan
kadınlar bu alanlarda savaş vermeye fiili olarak 1980'lerden sonra başladı.
Buna paralel olarak ise, 1930'larda haklarını kullanan kadınların sayısı nasıl
belli bir sosyal sınıfla sınırlıysa, feminizmin hareket alanı da o kadar dardı.
Son on yıla baktığımızda, değişik kıyaslamalar ve çıkarımlar yapılsa da,
Birikim'in, Pazartesi'nin ve Radikal İki'nin sayfaları düşünüldüğünde cinsellik,
cinsel kimlik ve toplumsal iktidar bağlamlarında daha cesur ve derin
tartışmaların yapıldığı söylenebilir. Daha on yıl öncesine kadar tabu olarak
nitelenen konular, en çok da tek tek bireylerin yaşadığı acılardan aldıkları
cesaretle tartışılmak üzere gündeme geliyor.
Kadın
konusunun sosyal bir sorunsal olarak ele alınmasına paralel olarak, meydanlarda
kadınlarla yan yana yürüyen 'üçüncü tür'e ilişkin ilk tartışmalar başladı. Bir
anlamda, iktidarın kaymağını yiyenlerin belirlediği kalıplar dışında kalanlar,
yani babalar tarafından reddedilen azınlıklar, (dövülen kadınlardan, dışlanan
farklı cinselliklerden ve kadın-erkek rolü altında ezilen mutsuz bir yığın) üzerlerindeki
bu muhafazakâr örtüyü yırtan çığlıklar atıyor. Sesini çıkaran her ne kadar az
olsa da, aynı derdi paylaşan milyon tane insan var. Bu konuyu, kültürel olarak
bulunduğumuz gelişim düzeyi olarak ele almak beraberinde farklı bir yaklaşım
getirebilir. 19. yüzyılda epey popüler olan bir düşünme tarzı, medeniyetlerin,
kültürlerin insana benzeyen bir gelişim çizgisi gösterdiğidir. Spekülatif bir
açılımla, Türkiye'nin gelişimsel olarak ergenlik dönemini yaşadığını söyleyebiliriz.
Cinsellik
yeniden tanımlanacak
Toplumsal
olarak ergenlik geçirdiğimizi şu açılardan iddia ediyorum: Birincisi, otoriteye
karşı her zaman bir güven bunalımı yaşıyoruz. Çünkü iktidarın birtakım yok
saymaları sonucunda her birimizde birikmiş acılar, bastırılmış öfkeler var. Bu
nedenle, iktidar ve otorite arasındaki ince çizgiyi hiçbir göz göremiyor bu
ülkede kolay kolay. Avrupa da otorite oluyor, Amerika da, baba da, devlet de...
İkincisi, ülkenin nüfusunun birçoğunu oluşturan genç insanların, özellikle de 1980'lerden
sonra, bir büyük boşluğun içine düştüklerini, daha doğrusu bir boşluğa doğduklarını
görüyorum. Her gün fikir değiştiren, bir gün sosyalist ertesi gün ise liberal
olan ergen çocuklar gibiyiz. Hemen seviyoruz, hemen kızıyoruz. Bir anda bizim
kurtarıcımız oluveriyor birisi, bir bakmışız satmış vatanı. Gelgitlerimize
dayanamıyor kimse. Çünkü genç nesiller tutunacak, inanacak değerlerden,
fikirlerden, güzelliklerden,
umutlardan
yoksun. Temelsiz. Perihan Mağden'in saptamasını doğruluyor bu gözlemler
aslında, mutsuz ve (her şeye aç) obez çocuklar görüyorum ben de etrafta.
Bu
bağlamlarda, cinsellik ve kadın-erkek olmak bir anlamda yeniden tanımlanacak
uzunca bir süre daha. Sosyal roller tekrar tekrar yeniden tartışılacak. İnsan
için en hassas konulardan biri olan cinselliğe, bir ergenin geçirdiği bunalımlar
ve sivilceli heyecanlar ikileminde yaklaşıyoruz. Soğukkanlı haberler okuyorum
bazen, "kocanız light mı?, karınız/kocanız sizi aldatıyorsa..., kim daha
kıskanç..." gibi... Şaşırıyorum, çünkü ülkenin bütününe baktığımda, acele çevrilmiş
bu haberlerin yüzde kaçımıza hitap ettiğini düşünüyorum. Hitap ettiğini varsaydığım
o yüzde kaçsa artık, okurken ne kadar samimi olabileceğimizi düşünüyorum.
Herkesin
içinde kadınlar, erkekler var. Her birimizin kadın olan, erkek olan yanları
var. Ama sanırım insan orta yaşlarına geldiğinde keşfediyor bu halleri. Jung'un
deyimiyle, her erkeğin ve kadının bir karşı cins arketipi vardır. Bütün bunlar
hızla zihnimden geçerken, başka bir coğrafyadan bir haber duyuyorum, en samimi
bu geliyor bana, "Hindular iki kurbağayı evlendirdi."