ALACAKARANLIK DÖNEMI

Ahmet Insel

 

80'li yillari "ne günlerdi" diye nostaljik tadlarla hatirlayan yok gibi. Alacakaranlik kusagi bu dönemin ürünü

                 

Bir 12 Eylül sabahi, askeri cunta yönetimi altinda uyanmamızın üzerinden yirmi bir yıl geçti. Dikkatinizi çekerim, Türkiye'nin cumhuriyet tarihinin dörtte biri demek bu! Yani Mustafa Kemal'in cumhurbaskani seçilmesinden ölümüne kadar devam eden dönemden daha uzun bir bir zaman dilimi. Demokrat Parti iktidarindan, 60 darbesini izleyen ve 12 Mart'tan sonra askiya alinan II. Cumhuriyet döneminden (tabir 61 Anayasasi'ni tasarlayan hukuk profesörlerinindir), 12 Mart'i izleyen hercümerçten daha uzun bir dönemin parantezi açildi 12 Eylül sabahi. Bu parantezin artik kapandigi söylenebilir mi? Daha geçen gün, ölüm orucunda bir kisi daha öldü!

 

Birikim dergisinin son sayisi, son demlerini yasayan (veya yasadigini zannettigimiz) bu 80'ler-90'lar döneminin etrafli ve hacimli bir degerlendirmesine ayrildi. Tuna Erdem'in, 80 kusagini degerlendirirken kullandigi "alacakaranlik kusagi" tabirinden hareketle üretilen "Alacakaranlik yillari", bu dönemi adlandirmak için en uygun tabirlerden biri. Insanin agzinda bir pas lezzeti uyandiran, agir ve puslu bir havanin yarattigi huzursuzlugu çagristiran ve geceye mi gündüze mi dönecegi belli olmayan bir beklentinin gerginligi içinde, sürekli alacakaranlik halinde geçen bir yirmi bir yil.

 

Özal'in mucizesi

 

12 Eylül dönemi, 1970'in ikinci yarisinda baslayan birçok gelismenin olgunlasmis haliydi. 12 Eylül'ün bir tür uvertürü olan 24 Ocak kararlari, 1977-79 araliginda bütünüyle iflas eden iktisadi kalkinma ve sermaye birikimi modeline tepki olarak tasarlanmisti. Siyasal olarak da 12 Eylül rejimi, geçmis döneme bir tepkinin ürünüydü. Genel olarak, 80'li yillara esas damgasini vuran, tepkiydi. Devletin en üst kademelerinden orta siniflarin en mahrem yasam alanlarina kadar tahayyül dünyalarina, davranislara ve yapilan tercihlere egemen olan bu tepki, gündelik yasamin degismesinden yeni degerlerin benimsenmesine, iktisadi yapinin altüst edilmesinden yeni iktisat degerlerinin empoze edilmesine kadar uzanan bir alanda etkili oldu. Bu tepkisel davranis tarzi, yapilan seçimlerin, ifade edilen tercihlerin çok uzun boylu düsünülüp, tasarlanmadan, is bitirme, köse dönme telasinin yansittigi bir yüzeysellik içinde gerçeklesmesine yol açti. O güne kadar bastirilmis refleksleri su yüzüne çikaran bu tepkisel davranis tarzi, Türkiye toplumunun pek bilinmeyen veya sözü edilmeyen, sevimsiz çehrelerini ele verdi.

 

Her seyin giderek buharlasmasi bu yüzeyselligin, cilanin kapladigi maddeden daha degerli olmasini, "ben yaptim, oldu" anlayisini yansitiyordu. Bu nedenle, 80'li yillari "ne günlerdi be!" diye hayiflanacak yillar olarak animsayana pek rastlanmiyor. Elbette her dönemin nostaljisi sonradan olusur. II. Dünya Savasi sirasında, Alman isgaline karsi direnis sürdürenlerin de, yillar sonra bu dönemi bir tür nostaljiyle animsadiklari vakidir. 1970'lerde ilkokula baslayanlar için, 80'lerin nostaljisi, çocuk ve ilk gençlik çevrelerinde yasamla tanismanin tatli hayali olarak, her zaman bu kusagin hafizasinda yer alacak. Ama bu yillarin ortak bir nostalji konusu olusturma sansi, çok yok. Ya da, 80'ler - 90'larin nostaljisini on, yirmi yil sonra duyacaksak, o da önümüzdeki yirmi yilin geçen yirmi yildan daha da pasli, daha aci bir lezzeti dilimizde biraktigi için olacak. Alacakaranlik yillarinin nostaljisi ancak kapkaranlik yillarin ardindan duyulur.

 

Geçen yirmi yili, özellikle 80'lerin ortasindan 90'larin sonuna kadar olan dönemi, sicak bir heyecanla bugün hatirlayanlar elbette var Türkiye'de. Bu dönemde hayali ihracata, hayali ithalata, kara para aklamaya, her çesit kaçakçiliga bulasarak, kendi bankalarini hortumlayarak, kamu ihalelerini sögüsleyerek, usulsüz kredilerle, sahsa özel tesviklerle servet olusturmuş "is adamlari" erbabi için, geçen yillar altin yillardi. Bunu geçmis zamanda ifade etmek, olmasi gerekenden çok azinin bugün demir parmakliklar arasinda oldugu bu "is" adami zümresi için dönemin bir biçimde bitmis olduguna isaret etmek içindir. 80-90 döneminin kapanan bir parantezi varsa, o da "rahmetli"yi her gün daha fazla "rahmetle" bugün anmamizi saglayan ve 12 Subat kriziyle kapanan "Türkiye'nin iktisat mucizesi" parantezidir. Fazla üretmeden bol tüketerek çag atlamak mucizesinin, her mucize gibi aslinda bir serap oldugunu bugün anliyor gibiyiz.

 

Ahmet Çigdem bu dönemin siyasal ve iktisadi sentezini, "devlet kapitalizmi ve Türk usülü fasizm" denklemiyle özetliyor. "Iktisadî olarak giderek büzülen siniflar, siyasal iktidari ellerinde tutmak için büyük bir gayret sarfetmekte, (...) buna karsilik 'yüksel-til-en" sinifçiklar ise modern burjuva toplumunu çekip çevirecek bir politik olgunluga ve iradeye henüz erismis gözükmemektedir". Ordunun Prusya Junker'lerini

çagristirdigini belirterek, bu zümreyle diger politik özneler arasindaki iliskinin temelinde yukaridaki denklemin yattigini belirten Çiğdem'in gözlemlerini, Erinç Yeldan'in isaret ettigi, devletin bu dönemde giderek agir basmaya baslayan yeni düzenleme islevi tamamliyor. Devlet bütçesinin ekonomik büyüme ve sosyal altyapi hedeflerinden uzaklastigi, finans piyasalarinda gelir dagilimini yeniden düzenlemenin bir araci oldugu bu dönem, bir tür "vahsi Uzak Bati kapitalizminin" yeni zamanlara uyarlanmis hali degil mi?

 

Seve seve

 

Bu dönemde, özellikle Sovyetler Birligi'nin çökmesinden sonra, Türkiye yogun biçimde kaçak isçi kullanan bir toplum oldu. Gündelik yasamin "zenginlesmesi", her türlü tüketim malinin hemen hemen her yerde bulunuyor olmasi, sayisini bilemedigimiz televizyon kanalina ulasmamiz ve yüzbinlerce yabanci kaçak isçiyi, yeni zaman köleleri olarak ulusca istihdam etmemiz demekti. Devletin kendisinin kayit disina çiktigi yerde toplumun var gücüyle kayit disina çikmasindan daha dogal ne olabilirdi ki? Devlet ve toplum olarak hep birlikte kayit disina çikarken, bunun ayni zamanda hem modern devlet hem de modern toplum olarak ortadan kalkmak demek oldugunu kavrayamadik. Hafızasi da kaydetmeyen, sadece bu ani, o an edindigiyle mutlu olan veya elinden kaçirdigiyla yikilan bir toplumun, kendiyle ve geçmisle hesaplasmasi beklenemezdi. Tanil Bora, "geçmislerle hesaplasma iradesinin, toplumun toplumsalliga olan yeteneginin nirengi noktalarindan biri oldugu" varsayimindan hareket ederek, "90'larin Türkiye toplumunun, sifat haliyle, daha az toplum" olduguna isaret ediyor.

 

Bireylesme sloganinin damgasini vurdugu 80'lerle, 90'larda daha barizlesen toplum olma halinin zayiflamasi arasinda yakin bir bag var. Bu bag, ergin bireyler toplumu olamamizin nedenini de aydinlatiyor. Ömer Laçiner'in deyisiyle, "herkesin kendi edinimlerine, kendi gayret, emek ve seçimiyle varolus durumuna kattigi is, eylem, iliski gibi ögelere duydugu güvensizlik" geçen yillarda giderek artti. Bu güvensizligin etnik, dini kimlikler, siyaset - cemaat iliskileri içinde telafi edilmeye çalismasina sahit olduk. Isçi sinifinin da bu çerçevede sagcilasmasi, kendine olan güvenin kaybolmasinin somut bir tezahürüydü. Aslinda kaybolan sadece solun kendine güven duygusu degil, toplumun tüm katmanlarinin yasadigi bir genel güven bunalimiydi. Iktisadi ve/veya siyasal konumlarinin saglamligindan, ellerindeki olanaklari koruyabilme güçlerinden, onlari mutlu eden tüketim oyuncaklarinin ellerinden alinmasindan, bankadaki paralarinin, borsadaki hisselerinin, devlet tahvillerinin pul olmasindan, emekliliklerinden, çevrelerinden, varoslardan, sosyal patlamadan, depremden, dis ve iç düsmanlardan, seriat tehlikesinden, kardan ve yagmurdan, kurakliktan, kisacasi iyi kötü üzerinde bir yasam insa ettikleri bu dönemden daha da kötüsünün gelmesinden korkan bir toplum var karsimizda.

 

Bir devrin kapanmasi için, o devrin hesabinin çikarilmasi ve bedelinin ödenmesi gerekir. Türkiye toplumu, çatismalarda ölen onbinlerce insaniyla, belki yeniden yerine bir daha koyamamak üzere yitirdigi tarihi-toplumsal degerleriyle, onu yoksullastirarak zenginlesen soyguncu kapitalizmiyle, bu bedeli yeterince ödedi. Geçen yirmi yilin gerçek sorumlularina bir bedel ödetmek için, kendisinin yeniden bir bedel ödemeyi göze alacagini sanmak, bu nedenle biraz fazla iyimserlik olur. Benim korkum, bu kaybolan güven duygusu sarmalindaki Türkiye toplumunun, "Titre ve kendine gel!" komutuna uyup, önümüzdeki dönemde daha da fazla kafa tokusturmaya özenmesidir. Temenni ederim ki, bu da sadece benim agzimdaki pasli lezzetin uyardigi bir refleks olsun ve "Türkiye için seve seve" alacakaranliktan karanliga atlamayalim.

 

Not: Yazardan izin alinmistir.

 

Öneri katki ve elestiri

Yakamoz

Anasayfa