Yerli yersiz

Adalet Agaoglu        

                                   

Bu baslik, dilimize neredeyse yerlesmis, Fransizca - Arapça karisimi 'kel alaka?' diye algilanabilir; "ne ilgisi var yani?" anlamina gelebilir. Münasebetli, münasebetsiz demeye de... Akillari buralara çekmek kadar, uzamli uzamsiz, mekânli mekânsiz cografyalara götürmek gibi marifetleri de var. Hepsi, hem yazar hem de okurlar bakimindan istah açici. Ama en istah açicisi, yine bu kavramdan dogma yersiz yurtsuzluk olmali. Özetle, yerli yersiz deyisi bizi siniriçi yerlilikten, yerellikten hatta bölgecilikten yola çikarip sinirdisi, denizasiri evrensellige dogru esrarengiz bir yolculuga da gönderir.

 

'Yer' yerine 'mekân' da diyebilirsiniz. Fakat bu sefer de 'uzam' size "gel - gel..." edecektir. Mekâni özlerine layik görmeyenler, piyasada 'uzam'i tutturmayi yegleyecek: böylece biz geride kalanlari da uzam, yani nesnenin uzayda kapladigi yer fiziginden hareketle felsefe cografyasindaki vüs at'a, genislige dogru götürüp getirecektir. Gidilen fezada sizi kir-kent, deniz-kara, makam-koltuk, unvan-rütbe benzeri köselere yerlestiremeyecegine göre, kalkip kendisi basta, bütün uzamcilari bizler gibi yerçekimine ugramislarin omuzlarina oturtacaktir.

 

Yaratilarda, özellikle de edebiyatin türlerinden romanda mekândan, cografyadan söz açacaksak, gelin, uzam kelimesini kullanmayalim. Bilimkurgusal bir ürün yetistiriliyorsa, belki. Yine de unutmayalim: Fanteziler dahi yakayi yerçekiminden kurtaramamaktadir.

 

'Yer'lilik böyle. 'Yersiz'lik ise iste apaçik: Evsizlik, barksizlik, göç, göçerlik ve git git; göçmenlik, sürgünlük. Yokluk. Uzam kelimesinin basimizi böyle dertlere sokmasi iyi oldu. Su yerli yersiz sorunu, zamanli zamansiz meselesi gibi pek karmasIk bir sorun. Üstelik yer'den dogma her boyutun da birçok boyutu daha var. Zamanin da, mekânin, cografyanin da, göreceli an'larda uzaydaki göreceli nesnelerin, 'sey'lerin de romana mecbur olmalari bundan. Roman da bunlara mecbur. Zamanla es agirlikta, es ende boyda, es derinlik ve yükseklikte bir mekâna, cografyaya mecbur.

 

Roman hayata, o halde cografyaya mecbur diye kestirip atmak yerine, lafi sürdürüp durdum. Dedim ya, basimizda su 'uzam' külahi var. Mekân için sözlüklerde yukarida altini çizdigim karsilik verilmis. Fakat ben, kurgulanan, kurulan hiçbir sey için sunun uzami, bunun uzami demeye hiç mi hiç yakinlik duymadim. Eger, yine sözlüklerde belirtildigi gibi uzam, bir nesnenin uzayda kapladigi yer demeye geliyorsa, roman da, roman hayati da, insan da nesne, 'bir sey'dir demeye gelmekte. Bazi kavram ve kelimenin, baslibasina kendisi bir hayat olan baska dillerden, hatta takliden çevrilmesi bize, dilimize kendi yerimizi, cografyamizi tayin bahsinde bile epey zaman kaybettirmistir. Iki belirsizlik çarpi iki belirsizlik, esittir belirsizlik miti. Ama varolan vardi! Oldu. Olanlar söyle oldu, böyle oldu küllerini, kemiklerini analiz için bakiniz: Sanat, edebiyat; ilik bir nefescik de duymak isterseniz, bakiniz: Roman.

 

'Uçuk seyler'den söz açmak istemedigim anlasilmistir, degil mi? Israrimi hosgörün. Romanin degisimini, buna sahiden ama sahiden mecburiyetini, onu yazariyla birlikte hiç'lemek, 'seylestir'mek sanan egilimlerden dogdu bu.

 

"Bizde kitap okuma aliskanligi yok. Insanimiz kitap okumayi sevmiyor," der dururuz. Böylece ferahladigimizi saniriz. Yuvarlak hesap, yoksulluk dolayisiyla egitimsizlik mazereti ötesinde bir önerimiz olmadigina göre, kolayina ferahlayivermek var. Birkaç yil önce parasi pulu yerinde bir lisenin edebiyat dersinde ögrencilerle bulusup tanismaya çagrilmistim. Edebiyat ögretmenlerinin yakin ilgisine karsin çocuklarin: "Kitaba, romana falana para yok ki, zaman yok ki..." mazeretlerini belki birlikte sorgulayabiliriz düsüncesiyle aska gelip, oraya gittim. Dogrusu, epeyce farkli, öyle de güzel bir tanisma oldu ki!.. Ögrencilere soruyorum: "Maç izlemeyi seviyor musunuz çocuklar?" Birçok erkek ögrenci ellerini havaya kaldiriyor, birçogu bas salliyor, "Aa tabii!.." sesleri geliyor. "Benimki yendi, seninki yendi çekismesi nedeniyle herhalde?" Bir sessizlik. Derken içlerinden biri: "Yok öyle degil," diyor, "Benim takim nasil oldu da yenildi, bunu bilmek için. Kumar gibi bir sey iste..."

 

Ne maçla, ne kumarla ilgisi yokmus gibi duran kiz ögrencilere soruyorum: "Ah sunu giysem, ah bunu taksam, yoksa su ayakkabi mi olsa diye diye vitrinlere bakiyor musunuz?" Bütün güzel saçli baslar sallaniyor: "Eveet, tabii! Hem de nasil..." "Peki, vitrinlerdeki romana degil, ama kitaplarin içindeki vitrinlere, giysilere, esyalara, yerlere, su nasilmis, bu nasilmis, diye diye neden bakmiyorsunuz? Belki sizi kendiniz yapacak giyim kusami, saçi basi, hatta sevebileceginiz yemek ve köseleri buralarda bulursunuz. Üstelik, saticiyla yüzyüze su korkunç pazarlik denen sey de istemez..."

 

Gülüstük, ama sanki buna akillari yatar gibi oldu. Hepsi de, okumayi çekici kilmak üzere benim buldugum böyle böyle numaralar tabii. Ama romani hayatin içine çekince, inanin, kitaba pahali fiyatlari bakimindan uzak kalmalari mazereti ortadan kalkip gitti. Buradan kalkip konusma yapmaya çagrildigim üniversitelerde, roman zamanini Proust'çularla yeniden kesfedilmis Ahmet Hamdi Tanpinar'cilara birakip, romanda mekân, romanimiz cografyasi taraflarina atladim. Oyun yazarligindan roman yazmaya geçisimde, romanla hesaplasmam, "Bir 'an'in, bu en kısa sürenin serüveni yazilmali asil," esigine kadar gelip dayanmisti. Böylece zamanla epey hasir nesir olmuslugum var da, peki roman mekâni, romanin ve romanlarimizin cografyasiyla ilgili durum? Kuskusuz asla 'roman uzami' degil...

 

Romanin cografyasini yazarin yeri, mekâni mi, onun hayati mi belirlemekte, romanin hayati mi? Bu soruyla evlenip bosanmalari yaza yaza, romanla birlikte yasaya yasaya ögrendim, diyebilirim. Bu da, satilir mi, satilmaz mi, kaça gelir bese gider, hesaplarina dayanmadigina göre gayetle güzeldir, hostur. Marcel Proust kendi hayatini kendi yerlerinde, Paris ve zamanina uygun burjuva cografyalarinda yazmis. Halit Ziya da kendi cografyasina bagli: Istanbul ve yalilar, Büyükada'lar, tabii Yesilköy'ler de var ama adini verseydi kendi mekânina riayeti iyice belli olurdu. (Oysa, romandaki yer, kisi ve esyalarin, zamanlarin gerçektekilerle hiçbir iliskisi yoktur(!) Ararat'i, Harran'i, Agri'yi ve Adana'yi o yörelerde dogup yasamislar yazmasaydi, Batili, bizden hayir gelmeyecegine karar verip, Nuh'un Gemisi'ni aramaya hamleder miydi, etmez miydi bilmiyorum. Türkologlar, Osmanli diliyle tanisIkliklarindan ötürü bu dilin hayatini da 'yasama' merakina tutulmuslardir. Romanin hayatina, bu hayatin cografyasina da sira gelecek, ama talep olmadan arza baslanmali ki, roman hayati da enflasyona kurban gitmesin.

 

Bunun, yanilmiyorsam ilk adimini 29-30 Nisan 1998 günleri içinde, çagrili bulundugumuz Mersin Üniversitesi Fen Edebiyat Bölümü tarafindan düzenlenen "Edebiyatimizin genel durumu ve yeni egilimler" seminerinde attim: "Romanin ve Romanlarimin Cografyasi" üstünde konustum. Bodrum, Izmir anlatilarindan Dogu Akdeniz'e geçmek, degisim anlarinin romanda anlamlandirilmasi görüsüme denk düstü. Izmir, isgali ve Kurtulus Savasi sonrasinda, yani yöresi dahil, büyük degisim, çeliski ve çatiskilari yasamamistir. Çukurova? Toprak makine gerilimi. Deniz? Yok. Dogu Akdeniz ülkenin bikinilisiyle salvarlisinin ansizin burun buruna geliverdigi bir roman cografyasi olmustur. Reşat Nuri'nin tek deniz romani Eski Hastalik denebilir. Tarim beyiyle Kent hanimi ataklikla topraga baglilik arasinda sIkIsip kalmislardir; deniz, Tasucu iskelesinde birakilip Tarsus çiftligine geçildigine göre, 'uzlasma' her zaman mümkün. Çok tuhaf, biz Mersin Üniversitesi'nde böyle roman tarihimizde cografyanin yeri, yersizligi üstünde durdugumuz tarihte, Istanbul'umuzun British Council'i Bogaziçi Üniversitesi'yle el ele "Ingiliz Edebiyati'nda Yer ve Yersizlik, Göç ve Sürgünlük, Yabancilik" manzaralarini tartismaya açmismis. Buna katilamadım ama BÜ'deki iki konusmamda da, Isveç Arastirma Enstitüsü'nün düzenledigi Türk Edebiyati'ni tanimak isteyen Türkologlarin önünde de, izleyiciyi yazar hayatiyla roman hayati arasindaki cografya farkini anlamlandirabilecek gezilere çagirdim. Romanlarimizdan verdigim yerli yersiz örneklerin onlari Güneydogu kara cografyasi basta, çiplaklarla karadonlu göçerlerin çarpistigi kösebasi Alanya ile ötelerine, Gürsel Korat'in Kayseri, Kapadokya'sina, Samim Kocagöz'ün Aydin, Söke'lerine, Peyami Sefa'nin Fatih Harbiye'lerine getirip götürdügünden neredeyse eminim. Bugün degilse, yarin.

 

19 Mayis Üniversitesi'ndeki 2001 bahar seminerinde romanda cografya, mekân (lütfen, uzam degil) heyecanim artti. "Diregin Tepesindeki Bir Adam’i Samsunlu biliyor mu?" deyiverdim bunların hikâye olugunu bile bile. Buradan tam 36 yazar çikmis. Hemen hemen bilinmiyorlar. Onlarin hayatlari mi cografyasiz, romanlari mi yersiz yurtsuz? Yazinbilimcilerimizin böyle bir soru pesine takildiklarini pek hatirlamiyorum. Giderek romanın 'sey'lesmesi üstüne üstlük.

 

Radikal Gazetesi, Pazar Iki eki, 02 Eylül 2001, Sayfa: 5

Öneri, katki ve elestiri

Yakamoz

Anasayfa