Ya benim "devletim" *

Mehmet Demir

                        

Biz ne kadar sehirliysek, sehirlerimiz de o kadar sehir ancak!

 

"Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi

Olmaya devlet cihanda bir nefes sihhat gibi".

 

Kanunî Sultan Süleyman

 

Devletlerin evrimi ilginç. Önceleri, yalnizca agizlari, elleri ve ayaklari vardi. En geç gelisen organlari ise kulaklari oldu. Vatandasin evrimi ise, tam ters yönde: Önce kulaklari çikti. Agiz, dil ve gözler en son gelisen organlar oldugu için evrimleri tamamlanmadi henüz. O nedenle de devlet ile vatandas arasinda hep tek yanli bir muhabbet süre geldi.

 

Osmanli, sokaklarda davul tokmaklayarak dolasan tellallar araciligiyla, "Duyduk duymadık demeyiiiin!" diye aktarmis gönlünden geçeni. Bunu yaparken de, "Sayim suyum yok!" edasiyla konusmus hep. Tebaanin ise "duymadik" deme sansi hiç olmamis.

 

Cumhuriyet döneminde de çok farkli degil durum. Devlet söylemis, ilan etmis, buyurmus, yasaklamis, ceza vermis, ama hiç fikrini sormamis vatandasin.

 

En çok bagiran en güçlü

 

Resmi kurumlarin binalarinda dilek ve sikâyet kutulari olurdu bir zamanlar. Ilk nerede, ne zaman, kim tarafindan kondu, bilmiyorum. Ancak, o dilek ve sikâyet kutulari, varligi bile unutulmus birer aksesuar. Muhtemelen medeni bir yönetici tarafindan düsünülmüs, sonra da moda haline gelmis. Belki ilk zamanlar birkaç basvuru degerlendirilmisti. Sonra da anahtarin hangi odaciya verildigi unutulmak suretiyle kendi haline terkedildi, bir demirbas olarak yasadi, muhtemelen bir sonraki tamirat tadilat sirasinda da sökülüp hurdaliga atildi.

 

Yurttasinin sesine bu derecede sagir devletler, emrederken ve yasaklarken alabildigine gür bir sesle konusurlar. Erk, gücünü kanitlamak, korkutmak, çatlak sesleri daha yüksek bir sesle bastirmak zorundadir. Vahsi dogaya da baktigimizda ayni tabloyu görürüz: Güçlü olan, en yüksek, en çirkin, en

korkutucu sesi çikaran hayvandir ki, genellikle sürüye de o liderlik eder.

 

"Vatandas Türkçe konus!" diyen Cumhuriyet Halk Partisi, "Yeter! Söz milletin!" diyerek halkin karsisina çikan Demokrat Parti'ye kaptirmisti iktidari. Aradan 50 yili askin zaman geçti. Devlet, artik, nüfus sayimina katilmasi için vatandasina emretmek yerine, onu ikna etmeye çalısiyor. Hatta daha da ileri giderek, sayim anlamindaki 'sayilma' ile, saygiya konu olan 'sayilmayi' cinasli bir biçimde kullanarak özsaygimizi kiskirtiyor.

 

Yurttasla dogrudan bir seçme seçilme iliskisi içinde oldugu için, merkezi otoriteye göre daha hizli yol alan yerel yönetimler ise, bu tek yanli iletilerde adeta çigir açtilar.

 

"Sehir bir yazidir"

 

"Çiçekleri koparma!", "Çimlere basmak yasaktir" türünden emir kipi içeren yasakçi cümleler, yerini yavas yavas "rica eden", ikna etmeye çalisan cümlelere birakti. "Çiçek dalinda güzeldir", öyleyse koparilmasa iyi olur...

 

Kente ve kentliye hizmet ederken geçici olarak çevreye verdigi rahatsizliktan ötürü özür dileyen ilk belediye baskani Murat Karayalçin olmustu. Hatta daha da ileri giderek, metro çalismalari ve park-bahçe düzenlemeleri sirasında bir yerden söktürdügü ağaçlari baska bir parka diktiren Karayalçin, halki bilgilendirme sorumluluguyla "agaçlarin öteki parka tayin edildigini" duyurmustu. Sonra o da moda oldu, özür yazilari tabela kirliligi yaratmaya basladi.

 

Simdilerde Istanbul Büyüksehir Belediyesi'nin park ve bahçelere koydugu küçük tabelalarda ise söyle seyler yaziyor:

 

"Biliyoruz, siz çöpünüzü çöp kutusuna atarsiniz. Ya yaninizdakiler?"

                 

"Biliyoruz, siz burada ates yakmazsiniz. Ya yaninizdakiler?"

 

Göstergebilim ögrencilerini bütün bir yil ugrastirmak istiyorsaniz, bu cevherleri ödev olarak verebilirsiniz.

 

O yaziyi okuyan tüm kisileri iletinin muhatabi olarak düsündügünüzde, ortaya tuhaf sahneler çikiyor: Söz gelimi ben okudugumda, "Evet, onlar biliyor ki, ben çöpleri çöp kutusuna atarim. Burada da ates yakmam! Ya yanimdakiler?" Tam bu sirada ayni yaziyi okuyan "yanımdaki" de içinden ayni seyleri geçiriyor ve agir agir biribirimize dönüyoruz: Ta ta ta taaaam!

 

Acaba belediye her yere böyle tabelalar koyarak, aklinca, beni, kendisiyle (yanimdakilere karsi) işbirligi yapmaya mi kiskirtiyor? Ya da kollektif bir sorumluluk duygusu yaratmak için benim gururumu oksayarak, kendisinin yerine çevreyi denetleme görevini üstlenmemi -en azindan- paylasmami mi bekliyor?

 

Ama her durumda, yanimdakilerle bizi birbirimize düsürmüyor mu?

 

"Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye..."

 

Ve Sehir Hatlari Vapurlari ile iskelelerde, ilk gördügüm günden bu yana tüylerimi diken diken eden bir afis. Afis, bize göre sag üst köseden giren bir el ile birkaç sözcükten olusuyor. El, afise aitmis gibi durmuyor. Sanki, orayi basmis, isgal etmis, adam dövmeye gelmis, birkaç saniye sonra dayak yiyecekmissiniz gibi gibi bir his uyandiriyor. Yazi, bu terörize eden atmosferi büyük bir basariyla tamamliyor:

 

"Biz temizligin önemini biliyoruz. Peki ya siz?"

 

Gözünüzün içine sokulmak üzere uzatilmis parmagin, aslinda killi bir elin uzantisi oldugu ve eger orada belirtilen uyarilari kale almazsaniz, söz konusu elin, sIkI bir yumruk ya da okkali bir tokat olarak bir yerlerinize inebilecegi hissi basariyla yaratilmis. Afisin sag üst kösesine, su ünlü "Cumhuriyet'in 75'inci Yili" logosu konmus. Logonun, parmagini gözümüzün içine sokan adamin ceketinin yenine gelmesi tesadüf mü, bilemeyiz. Ama, ceket bir anda bir üniforma gibi oluvermis. 75 yillik Cumhuriyet'in yurttasiyla kurdugu iliskinin alametifarikasi gibi.

 

Bu afisi hazirlayan, hazirlatan, begenip onaylayan, sonra da vapurlara astiran kisilerden birinin oglu olmadigim için ne kadar sansliyim... Tersini düsünsenize... Maazallah! Bu sizli bizli muhabbet, alenen bölücülük! Suç duyurusunda bulunuyorum. Kim biliyor, kim bilmiyor, temizligin önemini? Açiklansin. "Biz" dedikleri kim? "Siz" dedikleri kim?

 

Erk, dilini, söylemini ne kadar gelistirebilir? Sanirim ancak, kendisi kadar! Devlet de ülkeyi; belediye de sehri ancak kendisi kadar gelistirebilir. Roland Barthes, "Sehir bir söylemdir; bu söylem de gerçekten bir dildir: Sehir, sakinleriyle konusur; biz, içinde bulundugumuz kenti konusuruz; bunu da orada yasayarak, orada dolasarak, ona bakarak yapariz," diyor.

 

Edip Cansever de siirce söylüyor: "Ah güzel Ahmet Abim benim/Insan yasadigi yere benzer/O yerin suyuna, o yerin topragina benzer/Suyunda yüzen baliga/Topragini iten çiçege/Daglarinin tepelerinin dumanli egimine/...Gögüne benzer ki gözyaslari mavidir/Denizine benzer ki dalgalidir bakislari/...Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi..."

 

Bizim sehirlerimiz, bize benziyor, biz de sehirlerimize...

 

Biz ne kadar sehirliysek, sehirlerimiz de o kadar sehir ancak!

 

Bizim sehirlerimiz de bizimle konusuyor: Biz hangi dilden anliyorsak, o dilden konusuyor. Biz hangi jargonu kullanıyorsak birbirimize karsi, sehrimize karsi, sehirlerimiz de o jargondan sesleniyor bize... Devlet de öyle... Bize,

anladigimiz dilden konusuyor. Kulagimiza gelen ugultu, gürültü, patirti baska neyin sesi ola ki!

 

*Saadet anlaminda

 

Radikal Gazetesi Pazar Iki eki, 29 Temmuz 2001, Sayfa: 7

Öneri, katki ve elestiri

Yakamoz

Anasayfa