Dissiz canavarlar

Ayse Kadioglu

     

     

1980'li yillar özellikle ABD kaynakli bir 'yuppie' kültürünün dünyaya yayilmasini getirdi. 1980'lerde yaklasIk on yilimi Chicago ve Boston'da geçirdim. O yillara iliskin gözlemlerimden aklimda o zamanlar televizyonlarda sIk sIk gösterilen bir reklam filmi kaldi. Bu bir deodorant reklami idi. Reklam filmi boyunca, takim elbiseli, kravatli, kariyerlerinin basinda genç adamlarla is mülakatlari gösteriliyordu. Kimisi sözgelimi Harvard'daki ögrencilik yillarinda falanca kulübün baskanligini yaptigini söylerken, o film kesiliyor ve hemen yine kendisine dair bir özelligi anlatan baska bir genç adam görüntüye giriyordu. Film boyunca kendisine âsIk, kendini pazarlamayi seven çesitli genç adamlar kendilerini anlatiyorlardi. Bunlardan bazilari tedirgin bir görüntü sergiliyorlardi, vücut dilleri ile bir güvensizlik havasi yaratiyorlardi. Bir tanesini çok iyi hatirliyorum ki o da terliyordu! Iste 1980'lerin en affetmeyecegi günahlardan biri olarak bu terleme öne çikiyordu. Tanitilan deodorantin görüntüsüyle birlikte reklam filminin arka planinda tok bir ses sunu söylüyordu: 'Asla ve asla sizin terlemenizi görmelerine izin vermeyin'. (Yani terleyebilirsiniz ama bunu asla göstermeyin).

 

Son zamanlarda 1980'ler denildiginde hep bu reklam filmini düsünüyorum. Çünkü ABD'ye özgü bu görüntünün Türkiye'deki tezahürlerinde de temel mesele 'kendini pazarlamaya' dönüstü. Biraz ondan biraz bundan anlamak, çesitli ilgi alanlarina sahip olmak önem kazandi. Bunun olumlu bir gelisme oldugu, zamaninda Herbert Marcuse'in sözünü ettigi 'tek boyutlu adam'i rafine etmeye, çesitlilige açmaya yönelik bir egilim getirdigini iddia etmek mümkün elbette. Surasi çok açik ki 'kendini pazarlama' kaygisi beraberinde bir de ilkesizlik getirdi. 1980'lerin bu kaypak zeminin hep farkinda oldum. Belki de 1968'li çok arkadasim vardi ve onlarin sistemin disina atilirken yasadiklari karmasIk duygulari izleyebilmistim ya da sosyal bilimcilige soyunmak, içinde bulundugun çevreye mesafeli olmayi getiriyordu ya da kadin olmaktan kaynaklanan bir durum vardi... Ne sebeple olursa olsun kendimi hep 'tarihi yapanlar' arasinda degil de 'tarihin yapimini izleyenler' arasinda düsündüm. 1980'leri hem içinde yasayip hem de izlerken 'ilkesizligin ideolojiklesmesinin' tarihine tanik oldum.

 

'Ideoloji' kavrami en dar tanimiyla toplumu dönüstürmek için birtakim öneriler yapmaya tekabül eder. Gündelik yasamdaki kullanimi ideolojiyi akil karsiti dolayisi ile de olumsuzlanan bir olgu olarak karsimiza çikarir. Aslinda ideoloji kavrami daha genis bir bakis açisiyla ele alindiginda ucu bilgi sosyolojisine varir ya da daha ötesinde ideolojinin her an her yerde var oldugunu söylemek mümkün olur. Içinde tasidigi tüm karmasa dolayisiyla geç modern zamanlarda siyasal kuramda ideoloji kavraminin yerine artik gündelik yasamdaki ve dildeki iktidar iliskilerine daha fazla duyarli olan 'söylem' kavraminin kullanildigini görüyoruz. Daha basit haliyle ideoloji hemen her zaman gerek liberal kuram içinde gerekse Marksist kuram içinde toplumdaki iktidar iliskilerinin açik seçik görülmemesine yarayan, onlari örten ve saklayan bir olgu olarak kullanildi. Ben de ilkesizligin ideolojiklesmesi ile toplumdaki iktidar iliskilerinin ilkesizlik yardimi ile örtülmesine isaret ediyorum. Yani ideolojiden söz edebilmek için ille de bir toplumsal dönüsüm projesi ile ortaya çikmak gerekmiyor. Herhangi bir projeye itibar etmeden, herhangi bir ilkeye sahip çikmadan, yani hiç disi olmadan da iktidari kutsamak mümkün. 1980'lerin getirdigi dissiz canavarlara isaret ederken, dissizlikle ilkesizligi ve iktidari kutsamak ile de canavarligi anlatmaya çalisiyorum. Yani 1980'lerden sonra gündemimize oturan, gerek is çevrelerindeki gerek bürokrasideki gerekse de akademideki iktidar düskünlügü artik ilkesizlikle örtüstü. Simdilerde kullanilan popüler ifade ile bir seye inanmak 'out', her kaliba girmeye müsait bir dis görüntü arzetmek 'in' oldu. Bir konu tepenizi attirsa da renk vermeyeceksiniz, sinirinizden kudursaniz bile ve hatta terleseniz bile bunu asla ve asla belli etmeyeceksiniz. Karda yürüyeceksiniz ama iz birakmayacaksiniz. Iste karsinizda iktidarin yeni talipleri. Bununla basa çikmak kolay saniyorsaniz yaniliyorsunuz. Sizinle birlikte saga sola, öne arkaya, her tarafa egilebilen -langirt oyunlarindaki futbolcular gibi- bir haciyatmaz bu, üstelik bir de gol atmaya pek merakli.

 

1980'lerin sonrasinda sayilari artan ilkesiz iktidar talipleri, 1968'lerin o ilkeli, inandigina sonuna kadar inanan, o en 'Ortodoks', en fedakâr aydinlarini resmen komik duruma düsürüyor. Öyle ki bir tarafta sinirinden kopurmus, kizarmis, terlemis bir militan, öbür tarafta takim elbisesinin ütüsü yerinde, terlese de belli etmemeyi ögrenmis, her tarafa bükülme yetenegi olan bir ilkesiz, bir nihilist. Birincisi toplumu inandigi misyona yönelik bir dönüstürme çabasi içindeyken, ikincisi sadece kendisini iktidar mevkiinde görmek istiyor. Biri memleketi digeri ise kendisini kurtarma çabasinda. Bazi gün geliyor insan söyle bir agiz tadiyla sinirlenmeyi bilen gerçek mutlakçilari sinirleri alinmis sanal sakinlere yegliyor. Sizi bilmiyorum ama aslinda her iki durusu da benim

midem kaldirmiyor. Bir tarafta, 'hemen hallederiz', 'ne olacak Anayasa'yi bir kere deliversek' türünden bir 'zincirinden bosanmislik', 'görmemisin bireyselligi olmus' türünden bir durum, öte yanda, size 'dogru'yu ögretmek için kendini paralayan bir totaliter anlayis. Ben açikcasi misyoner, toplumu dönüstürücü ideolojileri artik neredeyse naif bulmaya basladim. Ortalikta esen yeni rüzgar çok daha kurnaz, çok daha sivil görüntülü, çok daha sinsi.

 

Ögrencilik yillarimda siyasal kurama iliskin tartismalar hep 'Ortodoksluk' etrafinda dönerdi. Yani önemli olan iyi bir 'izleyici' olmak, üzerinde tartisilan kuramciyi -ki bu genellikle Marx olurdu- en 'dogru' haliyle anlamis olmak idi. Bu aslinda oldukça acikli bir durumdu. Kanimca simdilerde yasanan ise daha az acikli degil. Her seyden önce siyasal kurama artik eskisi kadar itibar edilmiyor. Artik önemli olan kuramcinin ne dedigi degil bireylerin ne düsündügü. Ancak bu düsünme eyleminde itibar herkese ayni oranda veriliyor. Herkesin her konuda duygulari, düsünceleri kamusal alana tasmis durumda. Ortalik yorumdan geçilmiyor. Maasallah, yorumlari yapabilmek için hiçbir bilgi birikimi gerekmiyor! Hülya Avsar'indan Memoli'sine, üniversite profesöründen haber spikerine kadar herkesin her konuda fikrine basvuruluyor, buna da halkin nabzini tutmak deniyor. Ortodoksluktan öbür uca hizli bir geçis yapmis durumdayiz. Simdilerde memleketi degil kendini kurtarmak moda. Yeni iktidar hevesi, insan olan herkesin tepesinin attigi ortamlarda metaneti koruyabilmek, 'diyalog' yapmaya, 'konsensus' pesinde kosmaya devam etmek, kravatinin yana kayip, gömleginin disari çikmasina izin vermemek ve tabii 'asla ama asla terledigini göstermemek'. Ortodokslarin devri galiba bitti. Öyle ki, toplumsal dönüsüm projelerinin en etkini olmus gelisme kuramcilarinin belki de en siyasi temsilcisi olan Samuel P. Huntington bile 1990'lara geldigimizde yillarca kontrol altinda bir dönüsümü (gelisme) önerdigi kimi azgelismis yapilanmalardan ümidini kesti ve Islami medeniyetler ile Bati medeniyetlerinin çatismasinin kaçinilmazligini ilan etti. Yillarca siyasal gelisme literatürüne öncülük etmis böylesine kritik bir dis politika danismaninin bu toplumlari gelistirmenin mümkün olmadigini söylemesi sembolik olarak önemliydi ve bu diger Ortodoks söylemlerin misyonlarini terk etmesiyle ayni döneme denk geldi.

 

Ilkesizlik ise bazen 'avantgarde' olmak, bazen de 'tabu kirmak' olarak

tanimlaniyor. Siyasette avantgarde'ligin Ortodoksluktan pek de büyük bir farki yoktur. Zaten toplumsal bir dönüsüme öncülük etme talebi de belli bir Ortodoksiye olan bagliligi çagristiriyor. Ancak bir zamanlar Ortodoksluk üzerinde dönen tartismalarin yerini avantgarde'lik almis durumda. Aydin kesim artik tabu kiriciligi kutsadi ya, kirilan her tabu -getirisi götürüsü önemli degil- pek makbul oldu. Bir zamanlar en Ortodoks olmak isteyen aydinlar simdilerde artik en avantgarde olmanin pesindeler. Ancak bunlar birbirine benziyor. Ilkesiz iktidar taliplerini ideolojik içerikten yoksun sananlar aldaniyorlar. Ilkesizlik 1980'lerden bize miras kaldi ve bu miras 68'li Ortodokslari 'ideolojik olmak'la suçladi, komik duruma düsürdü. Ama unutmayalim ki bu konumun bizatihi kendisi de ideolojik bir durustur. Ilkelerini yani dislerini yitirmis canavarlarin digerlerinden daha iyi huylu olup olmadigini herhalde zaman gösterecek. Dissiz canavarlik mokasenli fasizm gibi. Artik disler söküldü, üniformalar çikarildi ve ortalikta iktidara talip baska bir stil kol geziyor.

Radikal Gazetesi Pazar Iki eki, 18 Subat 2001, Sayfa: 6

Öneri, katki ve elestiri

Yakamoz

Anasayfa