Fasizmin
kokusu
Ayse
Kadioglu
Avrupa
siyasal tarihini çalismis olan siyaset bilimciler ister istemez fasizme ve
fasizan egilimlere duyarli hale gelirler ve onu bir akim olarak kendisini resmi
anlamda ilan etmeden önce tanimak, kokusunu almak gayreti içinde olurlar. Bu da
ister istemez fasizmi 'öteki'ne atfedilen yani bizden uzakta bir ideoloji olarak
degerlendirmek yerine onun yanibasimizdaki tezahürlerini görmeye izin verir.
Yani artik fasizm Almanya, Italya ve Japonya gibi ülkelerde bir döneme sekil
vermis ve insanlik tarihinin en insanlik disi kiyimlarina sebep olmus bir
ideoloji ve rejim türü olmanin ötesinde bu tezahürleri ile ele alinir. Bugün
fasizmi çagristiran
söylemlerin en ayirt edici özelligi merkezdeki siyasetin tam ortasinda
konumlanmis olmalari. Dolayisi ile de fasist olan ile muhafazakâr olan
arasindaki sInIr müphemlesebiliyor. Bu sInIrI yeniden tarif etmek sanirim içinde
bulundugumuz dönemde Türkiye açisindan da bir önem arz ediyor. Türkiye'de her
ne kadar siyasetin hep devlet ile bir sürtüsme içinde olmasi dolayisi ile Bati
Avrupa benzeri muhafazakâr bir söylemin tam olarak teskil ettigini söyleyemesek
de, sanirim eski moda bir muhafazakârligi mumla aramaya baslamak üzereyiz. Çünkü
Türkiye'de 1980 sonrasi yeseren ipini koparmis bireysellik, muhafazakârlik ve
popüler söylem ile öyle bir eklemlenmeye girdi ki etrafta ciddi bir fasizm
kokusu var.
Bunu böyle söyleyince,
durumun sadece Türkiye'ye özgü olmadigini da belirtmek gerekiyor. Zaten
1990'larin ortalarinda Avrupa baglaminda yapilan çesitli siyasal tahlillerde de
fasizmin merkeze dogru izledigi yola dikkat çekilmisti. Örnegin, kimi tahliller
siyasetin, Fransiz Devrimi'nden bu yana en belirleyici bölünmesi olan sol-sag
seklindeki sürtüsmelerin artik sona erdigine ve merkezde hâlâ bu bölünmelere
atifla konumlanmis olan siyasal partilerin de toplumsal talepleri temsil edemediklerine
ve bu anlamda beliren genel bir 'siyasal temsil krizine' iliskin gözlemlerde
bulundular. Gerçekten de bugün, örnegin, 'sol' ya da 'solcu' denildiginde ne
kast edildigine giderek daha subjektif bir anlam yüklendi. Bu nedenle olsa
gerek artik soldan ziyade sol gelenekten, yani isin arka planindan söz etmek
adet oldu. Sözü edilen temsil krizi, siyasal partilerin de eski kimlikleriyle
var olmakta direndikçe yok olmalarina yol açti. Türkiye'de CHP bu anlamda bir örnek
olaydir. Sag-sol bölünmelerinin anlamini yitirmesi, bu bölünmelerden beslenen çatismaci
siyasetin yerini uzlasmaci bir siyasete birakmasina yol açti. Kimilerine göre
demokrasinin olgunlasmasi olarak da addedilebilecek bu durum, kimilerine göre
de milliyetçilik, etnik ve irk temelli üstünlük, aile, din ve ahlâk gibi konularin
öne çiktigi yeni tehlikelere gebe.
Fasizm ile
muhafazakârlik arasindaki iliskiyi Barrington Moore, "Diktatörlük ve
Demokrasinin Sosyal Kökenleri" isimli çalismasinda söyle yazar: "Fasizm,
muhafazakârligi popüler ve avam yapma çabasidir." Bu noktadan
hareketle Türkiye'ye bakinca fasizm kokusunun da kaynagini tesbit etmek mümkün
görünüyor: Bundan bes alti yil önce Türkiye'ye ziyarete gelmis Amerikali bir
dostum, söyle yüzeysel bir gözlem yapmisti: "Öyle görünüyor ki Türkiye'de
bir yanda beka kaygisini ön planda tutan resmi, Cumhuriyetçi, Kemalist devlet söylemi
var, bir yanda etnik ve Müslüman kimlikleri ön plana çikaran ve resmi söylemi
karsisina aldigi, siyaseti / siyaset etmeyi resmi söyleme ragmen gündeme
getirdigi nisbette demokrat bir görüntü arz eden söylem, bir de kendisini
bunlarin disinda ayakta tutmak için oldukça dar bir alani zorlayan demokrat söylem
var". Bu tasvir, bizim basinda ve televizyonda en açik Kemalist ve
ikinci Cumhuriyetçi duruslar ve bunlar arasinda gerçeklestirilen futbol müsabakasi
tarzinda karsilasmalarda sergilendi. Dostumun sözünü ettigi
üçüncü yani
demokrat durus giderek daralan bir alanda var olmaya çalisirken, ikinci durusun
bir yansimasi olan islamci söylem ile ayni kefeye konuldu ve kimi zaman da böylelikle
madara edildi. Bütün bunlar olurken de son derece baska bir gelisme bunlara
eslik etti. Bu da resmi, Kemalist durusun giderek popüler söylem ile
eklemlenmesi idi. Yani aslinda halkin içinden gelmis ve bugün seslerini cep
telefonu kayitlarinda dinleyebileceginiz, sarkicisiyla, türkücüsüyle, dizi film
oyuncusuyla, mankeniyle birçok ünlü bir yandan bu vatanin bagrindan çikmislik
ile resmi söylemi eklemlerken (yani hem halkin içinden hem de katiksiz Kemalist
olmaya çabalarken) bir yandan da
antientelektüel
bir söylemi itelediler. Birinci-ikinci Cumhuriyet
müsabakalarinin
disinda kalmaya çalisan demokrat azinliklar ise hepten fildisi kulesine sürülerek,
ne dedigi anlasilmazlik ile, lafi karistirmak ile suçlandilar.
Yani,
inanmasi güç ama gerçek olan durum sudur ki siyaseti ve entelektüeli hor gören
resmi söylem popülerlesti, avamlasti. Yani Cumhuriyet seçkinlerinin 1930'larda
yerlestirmek için akla karayi seçtikleri proje galiba sonunda yerlesti, popülerlesti.
Halkin içinden çikmisliktan beslenen ünlüler devlet seçkinlerini de kirmamaya özen
gösterir oldular. Üstelik artik yeterince para kazanmak ekonomi semineri
vermeye, ünlü olmak her konuda fikrine basvurulmaya yeterli kistaslar oldu.
Zincirinden bosalmis bireysellesmenin, resmi muhafazakâr söylemin ve popüler kültürün
bu özgün eklemlenmesinin en büyük magdurlari galiba biraz siyasetçiler biraz da
sosyal bilimciler oldu. Çünkü onlarin alanini istila etmek mesruiyet kazandi.
Bütün bu
resmin içinde fasizm kokan nedir diyorsaniz, bence cevap her
seyden önce
entelektüel kesimin raison d'etre yani varlik nedeninin giderek önemini
yitirmesi ve Barrington Moore'un isaret ettigi gibi muhafazakârligin popülerlesmesi
ve avamlasmasinda saklidir.
*Ögretim üyesi,
Sabanci Üniversitesi
Radikal
Gazetesi Pazar Iki eki, 05 Kasim 2000, Sayfa: 4