Giritli bir
Ayvalikli
Saba
Altinsay
"Türk
topraklarinda yerlesmis Rum Ortodoks dininden Türk uyruklari ile, Yunan
topraklarinda yerlesmis Müslüman dininden Yunan uyruklarinin, 1 Mayis 1923
tarihinden itibaren baslayarak zorunlu mübadelesine girisilecektir.
Bu
kimselerden hiçbiri, Türk Hükümeti'nin izni olmadikça Türkiye'ye ya da Yunan
Hükümeti'nin izni olmadikça Yunanistan'a dönerek orada yerlesemeyecektir."
*
1923 yilinda
imzalanan bu sözlesme, Anadolu'dan Yunanistan'a yaklasIk 1.500.000,
Yunanistan'dan Anadolu'ya yaklasIk 500.000 kisinin zorunlu
degis-tokusu
demekti... Islerini, evlerini, topraklarini, mezarlarini, geçmislerini geride
birakarak göç etmeleri demekti; tarihin en büyük zorunlu göçü demekti.
Gittiler.
Gittikleri yerde yeni bir hayat kurmak, kimlik edinmek, is edinmek, çalismak,
para kazanmak, ev-bark sahibi olmak, çocuklar yetistirmek kisacasi yasamak
istiyorlardi. Yillar sonra çocuklarinin, torunlarinin, biraktiklari izlerin
pesine düsecegini akillarina getirmisler miydi, bilinmez.
Bes yil
olmustur; babam söylemisti... "Bir saksi çicegi bile" demisti
babam, "baska yere koysan" demisti; anlamistim.
Peslerine düstüm.
Hiç görmedigim, tanimadigim, birkaç fotograf disinda benim için ani bile
olmayan bu insanlarda kendi izimi, kendi yüzümü bulmaya çalistim. O gün babam "sen
kimsin" diye sormustu bana aslinda. Sahi baba, "ben kimim,
onlar kim?"
Ögrendikce
taniyordum. Evlerini, sokaklarini, dostluklarini,düsmanliklarini, silahlarini,
nasil giyindiklerini, hastalandiklarinda ne yaptiklarini, bayramlarini, dügünlerini
bulup çikariyordum.
Korkularini,
yürek çarpintilarini, tedirginliklerini, yalnizliklarini, asklarini,
heyecanlarini, umutlarini anliyordum.
Gelenlerle
birlikte gidenleri görüyor, tarihin satir aralarini okuyor,
Mübadele'de
sadece toplumlarin degil, acilarin da degistokus edildigini kavriyordum. Geriye
hep hüzün kaliyordu.
Biz de "gitmeye"
karar verdik. On alti kisilik bir grupla yola çiktik. Kimimiz kendi geçmisini
ariyordu, kimimiz Mübadele'yi bizimle birlikte kesfetmek istiyordu. Ilk
duragimiz Kandiye (Iraklion) idi. Havaalaninda, yerel kostümleriyle bir genç
kiz ve delikanli karsiladi bizi. "Hosgeldiniz" ikrami
sirasinda "stivania"lari, "masero"lari, "yeleko"lari,
"vraka"lari tanidik.
Ardindan Alaçati
Dernegi üyeleriyle bulustuk. Dernegin binasi bir Bektasi tekkesiydi. Alaçati da
Izmir'in ilçesi. Asli dut veya erikten, simdilerde kuru üzüm alkolünden
damitilarak elde edilen "cikudiya"lari onlar ikram ettiler,
biz bir dikiste içtik.
Girit'in
birbirinden güzel danslarini izlerken biz de firladik ortaya. "Pendozalis"in
kivrak adimlarina eslik ettik. "Kritimu omorfo nisi"yi söyledik
hep birlikte. "Bizimkiler", özlemden burunlarinin diregi
sizlayinca söylerlerdi bunu. "Girit'im, güzel adam benim..."
Grubumuzun "nazar
boncugu" seksen bes yasindaki Rebia Arsan'in,
Mübadele'den
önce Anadolu'ya göçmüs olan dedesinin evini elimizle koymus gibi bulduk
Resmo'nun sokaklarinda.
Az sonra, çok
yasli bir Giritli'nin, "ben de Ayvalik'liyim" diyerek
boynumuza atilmasiyla gözyaslarimizi saliverdik. Oysa "aglamakli oldugumuzda"
basimizi çeviriyorduk o ana kadar, yüzümüzü sakliyorduk; bu kez bos verdik.
Hanya'da da bosverdik birbirimizden saklanmaya. Kastelli'nin
tepelerinden kente bakarken, limana, mendirege, "Firka'ya", "Tophana"ya,
"Tarsana"ya aksam inerken, Hanya maviye, mora, gümüsiye batip çikarken,
saçlarina teller takmis bir genç kizin yüzü gibi, sakiz beyazi yastikta lavanta
kokusu gibi, bal tadinda sarap gibi yumusak, içten ve masum, gözlerimizin önüne
öylece serilirken, kimsenin kimseden kaçacak hali kalmamisti.
Hanya!
Girit'in güzeli! Sen mi yalniz görünüyordun bize, biz mi yalnizdik,
yoksa eski
yalnizliklari mi hatirliyorduk?
Splantzia
Meydani ki Sadirvan Meydani da denirdi, simdilerde sadirvansiz kalmis. Saint
Nikolas Kilisesi ki Hünkar Camisi'ydi o zamanlar. Ilk gidisimde görmüstüm;
minaresi yoktu, yikilmisti.
Yeniden
yapiliyor. Çan kulesini sol yanina almis, sag yanina minaresi düsüyor.
19. yüzyilda
Girit toplumunun Müslumanlar, Hiristiyanlar ve Musevilerden olustugu
bilgisinden hareketle, sinagogu da ziyaret ettik. Nikos Stavrolakis, artik
Girit'te tek bir Musevi yasamasa bile sinagogu onarmak ve açik tutmak için sürdürdügü
inadiyla, çabasiyla büyüledi bizleri. O konustukca, El Greco'nun tablolarindan
firlamis gibi görünen ince, kemikli yüzüne sevgiyle bakiyor, "gençlerimizin
tarihlerini dogru anlamalarina yardimci olmamiz gerek" diye sürdürürken,
ayni düsünceleri paylastigimiza seviniyor, onu, oracikta kucaklamakla, saygiyla
selamlamak arasinda kararsiz kaliyorduk.
Neden
Girit'te bir cami de onarilarak ibadete açilmasin? Toplumlar,
milliyetçilik
düsüncesinin rüzgarinda savrulup gitmeden, dagilip,
parçalanmadan
önce bir arada degil miydik? Bunca acidan, karsilikli ödedigimiz bunca bedelden
sonra, bir zamanlar birlikte oldugumuzu, olabildigimizi çocuklarimiza
anlatmanin zamani gelmedi mi? Çok
kültürlülügün,
çok dinliligin bir simgesi olacak bu tasari, birbirimizi anlamak ve anlayis göstermek
yolunda önemli bir adim olamaz mi?
Kimliksiz,
dilsiz, evsiz-barksiz, parasiz ve geçmissiz yollara düsmenin acilari hafifler
belki.
O keskin
aci, ince bir siziya dönüsür artik.
* Yunan ve
Türk Halklarinin Mübadelesine Iliskin Sözlesme ve Protokol, 30
Ocak 1923
Radikal
Gazetesi Pazar Iki eki, 22 Ekim 2000, Sayfa: 19