Maviciligin bozulan
felsefesi...
Oktay Ekinci
Emektar
Kismet-3 teknesiyle Göcek'ten baslayan uzun parkurun Kas'tan sonraki
kiyilarindayiz. Kas'i, yamaçlarini istila eden betonarme apartman yiginlariyla geride
birakip, Kekova'ya ulastigimizda, buradaki antik kentin ''Tersane'' koyunda
bizi ve herkesi ''Kaleli köylü kadinlar'' karsiliyor.
Küçük
kayiklarinda ustalikla kürek çekerek yatlara yanasip, bin bir desenli ve renk
renk ''yemenileri'' satmaya çalisan bu yoksul ve yanik yüzlü kadinlarin en
çaliskani ise belli ki ''Üçagizli Dursade Teyze''... Tek basina kullandigi
kayigiyla, tekneye dogru öylesine bir hamle yapiyor ki O'ndan izin almadan
Tersane'ye baglanmak mümkün olmadigi gibi, yine O'ndan yemeni satin almadan
Kekova'nin tarihiyle tanismaya baslamak da ayni sekilde mümkün degil...
Kekova'da
'uyumak'...
Yemenici
köylü kadinlar, teknelerin bu koyda nereye baglanabilecegini de iyi
bildiklerinden, kaptanlarin yakin dostlari gibiler. Nitekim Volkan Kaptan da
"Saban, kadini dinle'' diyerek, Kismet-3'ün ipini Dursade Teyze'nin
gösterdigi ''delikli tasa'' baglatiyor. Koya gelen diger bir tekne de öbür
yemenici kadinlarin ''kilavuzlugunda'' kendilerine yer buluyorlar.
Yolda
bir de deniz kazasina rastliyoruz. Demre'de ögrendigimize göre kiyiya çarparak
kaza yapan Yakamoz'un kaptani megerse ''uyumus''... Demek ki uyumak, denizde de
en ciddi riskler arasinda...
Kekova,
geceleri gökyüzündeki yildizlar gösterisinin de en çarpici sekilde izlendigi
yerlerden biri. ''Simena'' antik kentini sayisiz adacik, koy, bük ve Asirli
Adasi'ndaki ''korsan magaralari" kucakliyor.
Adada
kiyi boyunca uzanan ''batik kent'' ise dik ve kayalik yamaçlardan denizin içine
kadar inen düzgün ve ölçülü basamakli merdivenli sokaklariyla, ayni kiyida
''yali'' konumunda insa edilmis tas binalarin kalintilariyla, kayalarin yine
düzgün bir sekilde oyulmasiyla elde edilmis kayikhaneleri, evleri ve hatta
''altyapi'' tesisleriyle herkesi sasirtiyor. Bu gizemli antik kenti
''denizden'' görebilmek ve fotograf çekmek isteyenler ise tekneler ile
gezinerek bir kaç makara filmi 15-20 dakikada bitiveriyorlar.
Kekova'nin
bugünkü merkez yerlesmesi, antik çagdaki adi ''Theimiussa'' olan ve simdi
"Üçagiz" denilen kapali limanin kiyisindaki, ayni adi tasiyan koy...
Açik denize dogru ''üç çikisi'' oldugu için vaktiyle Rumlar tarafindan
''Tristomo'' olarak isimlendirilen limana girerken bile sagli, sollu siralanan
adaciklarin üzeri antik yapi kalintilariyla dolu.
Üçagiz'da
ve çevresindeki tarihi peyzaji denizin içinde de devam ederek tamamlayan büyük
tas ''lahitler'' ise yine ayni koyun Kekova Adasi karsisindaki ''mahallesini''
olusturan Kale yerlesmesinde büyük bir ''nekropol'' (antik mezarlik) seklinde
yer aliyorlar.
Kekova-Üçagiz-Kale
yerlesmeleri ve genelde bu yörenin tarihsel kökenini olusturan Simena antik
kent alani, koylar, liman ve tüm kiyi kusagiyla birlikte bütünüyle 1. derece
''Arkeolojik ve Dogal SIT'' oldugundan, eski yapilarin onarimi ve bazi
günübirlik gereksinmelere yanit verecek basit hizmet yapilari disinda yeni
tesislere, otellere, tatil komutlarina ya da ticari binalara kesinlikle izin
verilmiyor.
Bu
''zorunlu'' imar yasagi, bölgenin tarihi ve dogal güzelliklerinin yarattigi
''turistik çekicilik'' ile sürekli çatistigi için de ''onarim'' adi altinda
kaçak eklentiler ve kimi eski yapilari ''büyütmeye'' dönük yasa disi
müdahaleler tam olarak önlenemiyor...
'En
pahali' evler
Ayni
durumun yarattigi ve ''mavi hüznün'' bu kez Kekova'daki ''insan dramini''
olusturan önlenemez gelisme ise yeni insaat yasagi nedeniyle, kültür
degerlerinin disinda spekülatif bir deger de kazanan eski köy yapilarinin
olaganüstü fiyatlarla yabancilara satilmasi...
Örnegin
Üçagiz'in Kale mahallesinde, tepe üzerinde yükselen tarihi Kale'ye çiktigimizda,
bekçi kulübesinin yanibasindaki ve ayni kulübeden biraz daha büyük (30 m2) tek
odali bir tas evin, geçen yil (1999) ''70 milyar liraya'' satildigini ögreniyoruz.
Bu
yil ise yine 25-30 m2'lik köy evlerinin 120 milyar liradan alici buldugunu söyleyen
köylülerin, bu paralari aldiktan sonra ayni mahallede derme çatma barakalarda
yasamaya devam edebilmek için kacak gecekondular insa etmeye basladiklarini görüyoruz.
O
kadar ki bu ''aniden'' zengin olan, ancak ''evsiz, barksiz kalan" kimi
Kale köylüler de büyük tas lahitleri bile barinak olarak kullanabiliyorlarmis.
Antik kentin kalintilariyla üst üste ve iç içe kurulmus köy evlerinden olusan
bu mahalledeki Kale'ye dogru tirmanan tüm sokaklar ise hediyelik esyalardan sIkma
portakal suyuna, kekik ve keçiboynuzundan yemeni ve boncuklara kadar her türlu
seyin adim basi tezgahlarda satildigi bir bitpazari görünümünde.. Müsteriler
ise yatla gelen günübirlikçiler ile az sayidaki pansiyonlarda geceleyen
turistler...
Azra
Erhat, gezi boyunca bize rehberlik eden 1977 tarihli Turing dergisindeki
yazisinda bu gelismeyi 25 yil önceden söyle yaziyor: ''Bu köy (Kale) bir
muammadir. Halki yazin yaylaya göçer (simdi degil) kisin denizle iç içe
yasar... Burayi kesfeden kimi sehirliler arsa almaya, ev yapmaya baslamislar...
Oysa buranin oldugu gibi kalmasi, Milli Park olmasi gerekir... Ama kim dinler;
kim ugrasir?"
Rahmi
Koç'un 'evi'...
Üçagiz-Kale'deki
en ünlü ve en görkemli ev ise hiç kuskusuz tarihi Kale'nin hemen yanibasindaki
tepeden bütün Kekova Körfezi'ni ve Üçagiz Koyu'nu ''yukaridan'' seyreden Rahmi
Koç'un evi...
Tekneden
kiyiya çikip sokaklarda dolasmaya baslar baslamaz elimizdeki fotograf
makinelerinden ''ilgili'' birileri oldugumuzu anlayan köylü kadinlar, bir
yandan bir seyler satin almamizi isterken, öbür yandan da sanki ''imar yasagini''
animsatircasina hemen bu evden söz ediyorlar: ''Yeni ev yapilmiyor, en yukarda
da Rahmi Koç'un evi var, yaninda helikopter pisti bile var...''
Kale'den
Üçagiz tarafina baktigimizda ise gerçekten bu pisti görüyor, tarihi sur duvari
ile antik nekropol kalintilari arasindaki lahitlerin hemen yanibasina
helikopterin nasil inebildigini merak ediyoruz. Dahasi, bu inis ve kalkislarda
yorgun kale duvarlarinin ve kalintilarin sarsilip sarsilmadigini da...
Ne
var ki yine Kale'deki Bekçi'nin ifadesine göre, Koç ailesi helikopteri degil
deniz yolunu yegliyormus. Yatla gelip limana demirledikten sonra evlerini
ziyaret ediyor, ancak geceleri de yine yatlarinda kaliyorlarmis...
Yani,
Rahmi Koç'un evi, Kale-Üçagiz'daki I. derece Arkeolojik SIT alaninda bir
''simge'' gibi. Neyin simgesi derseniz, yanitini yine köylü kadinlar söyle
veriyor: ''Buralarin yerlisi biziz ama sahibi artik biz degiliz. Evlerimiz
zenginlerin oldu, biz de evlerimizi onlara sattik, öylesine yasiyoruz...''
'Insani'
nasil koruyacagiz?
Kale
mahallesindeki bir köy evinin körfeze bakan ön bahçesini ahsap pergoleyle örterek
büyük bir ''butik'' haline getiren ve yaz aylarini burada geçirmeye baslayan
''Cumhuriyet okuru'' iki kiz kardesten Nermin Ketenci anlatiyor:
''-
Aslinda köylünün bilinçsizligi ve çaresizligi bütün bu sorunlari yaratti. Bir
kaç yil önceye kadar, Kale'ye bekçi atanmadan önce, sur duvarlarinin tarihi
taslarini bile söküp kaçak ev yapiyorlardi... Derken bu evlere daha önce hayal
bile edemeyecekleri paralara müsteri çikinca, hiç düsünmeden satmaya basladilar.
Ancak evsiz kalinca da çok daha zor kosullarda yasamaya mahkum oldular...''
Köyün
en yasli zeytin agaci olan 1500 yillik anitsal agacin gölgesinde turistlere
giysi satmaya çalisan Zeynep Ketenci de ablasinin sözlerini tamamliyor:
''-
Eger köylülere devlet yardim etseydi ve evlerini satmalari yerine, krediyle ya
da baska tesviklerle pansiyon yapsalardi, hem Kale'deki tarihi doku daha iyi
korunurdu, hem de insanlar bu drami yasamazlardi...''
Bu
gerçekci gözlemler bir kez daha kanitliyor ki Koruma Kurullari'nin SIT
Kararlari ve hakli insaat yasaklari korumanin gerek ve yasal sarti, ancak
yeterli sarti degil.
Kurul
kararlariyla korumaya alinan bu gibi tarihsel ve antik yerlesmelerde, o kültürün
gerçek sahibi ve yaraticisi olan ''Yerel halki da korumayi'' gözetecek bir
politika gerekiyor. Bunun için de öncelikle Turizm Bakanligi'nin ev ve aile
pansiyonculugunu da desteklemesi gerekiyor...
Üçagiz-Kale
yerlesmesinin denizden görünüsünde egemen olan ''kiremit çatilar''; eski tarz
evlere degil bu evlerin avlu ve bahçelerinde ''isyeri'' yaratmak için yapilmis
sundurmalara ait... Bu sundurmalardaki ''cafe''lerden körfezi ve karsidaki
Kekova adasi ile daha gerideki Akdeniz'i seyretmek ise esi bulunmaz bir güzellik...
Kale'nin
hemen altindaki çay bahçesi ''Cafe Hause''i isleten Mustafa ''yatçilardan''
sikayetci:''Kiyiya baglaniyorlar ama yemeklerini bile teknede yiyorlar... Köy
evlerinde ve kiyidaki lokantalarda güzel yemek servisleri yapilir, insanlar
para kazanirdi... Simdi bekliyoruz ki kiyiya çikacaklar, bir çay içecekler, bir
seyler satin alacaklar...''
Besim
Çeçener de o aksamki ''eski mavi yolculuklar'' sohbetinde benzer bir serzeniste
bulunuyor... ''Eskiden ya balik tutulup yenilirdi, ya da ziyaret edilen köylerde
ne bulunursa, onunla karin doyurulurdu. Simdi üç ögün yemek tekneyi lokantaya
benzetiyor. Bu da mavi yolculugun felsefesiyle bagdasmiyor...''
...Ve
Noel Baba'nin kentinde...
Aslinda
''mavi yolculugun felsefesiyle bagdasmayan'' bir baska davranisimiz ise
Demre'de kiyiya çiktiktan sonra, antik Andriake kenti kalintilarinin da
bulundugu Çayagzi limanindan sadece 4 km. mesafedeki antik Myra kentine yürüyerek
degil, ''klimali minibüsle'' gitmemiz.
Ibo,
yani I.Muhammet Boyali ve ''S.S. Demre-Myra Kooperatifi''nin çalisanlari öyle
bir sistem kurmuslar ki mavi yol teknelerinden yolculari önce küçük motorlarla
rihtima tasiyorlar, sonra da hemen orada bekleyen klimali minibüslerle
Demre'nin merkezindeki Noel Baba Kilisesi ile daha gerideki yamaca yaslanmis
Myra'ya götürüyorlar. Bu ziyaretler ve çarsi-pazar alisverisinin ardindan yerli
ve yabanci turistlerin ayni sekilde geriye ve teknelerine götürülmeleri de hiç
aksamayan bir düzen ve disiplin içinde gerçeklesiyor...
Dagin
yamacindaki Myra ile St. Nicolas kilisesi arasindaki Demre'nin ''imara açik''
arazileri var. Ne var ki ayni kilisenin arka kesiminde süren arkeolojik
kazilarin çaliskan baskani Prof.Dr. Yildiz Ötüken'e bir ''merhaba'' demek için
kazi alanini ziyaret ettigimizde, topragin altindan çikan antik yerlesme ve
yapi kalintilarinin, 2 km ötedeki ''Myra'ya dogru ilerledigini'' farkediyoruz.
Oysa arkeolojik SIT kiliseden sadece 50 m. sonra bitiyor. Yani, Myra'nin
''devaminin'' nerede oldugu belli, ancak üzerinde apartmanlar siralaniyor ve
Demre kenti tarihi yerlesme alaninin tam üzerinde yükseliyor...
I.O.
5 yy.'da kurulan Myra'nin ''ören yeri'' olarak koruma altinda tutulan ve
turistik ziyaret yeri seklinde düzenlenen yamaç kesiminde ise Likya'nin ünlü
kaya mezarlari ile antik tiyatrosu gerçekten göz kamastirici güzellikteler.
Sikkeleri arasinda I.O. 3 yy.'a ait olanlarin da bulundugu bu Likya kenti, I.S.
61 yilinda Isa'nin ünlü havarilerinden St. Paul'u da agirladigi için inanç
turizminin ''odak noktalari'' arasinda...
Kimi
belgelere göre I.S. 3 yy.'da Patara'da dogan St. Nicolas ise (Noel Baba)
Demre'nin ''manevi babasi'' gibi. Varlikli bir ailenin çocugu olarak, yoksul çocuklara
hep armaganlar vermesiyle efsanelesen Noel Baba, ölüm yildönümü olan her 6
Aralik'ta Demre'de törenlerle aniliyor.
St.
Nicolas 6 Aralik 343'te öldügünde, bir Roma lahdinin içine gömülmüs ve
mezarinin korunmasi için de bir kilise insa edilmis. Bugünku bina ise ana yapi
olarak 7. yy'a ait ve simdiki mimarisini 1885'teki Rus Çariçesi Anna
Galicia'nin yaptirdigi son büyük onarimla elde ettigi söyleniyor...
Iste
böylesine önemli bir tarihsel geçmisi olan Demre'nin kent merkezindeki
''kisiliksiz betonarme apartmanlar'' da bu gezimizin ''mavi hüzün'' olarak
adlandirilmasindaki son gözlemimiz oldu. Hiç degilse bu gibi köklü antik
yerlesme merkezlerindeki kentsel dokumuzu, o tekdüze ve yeknesak yapilar
yerine, geçmisin kültür ve uygarlik birikimine daha çok yakisir bir mimari özen
içinde gelistiremez miydik?..
Kekova'daki
Tersane Koyu'na döndügümüzde, bunun ''çok zor'' oldugunu, koyu cevreleyen antik
tersane duvarlarindaki ''görüntü'' bile yeterince kanitliyor.
Böylesine
bir tarihsel deniz mekaninda, geçmisin yapitlarina saygiyla yaklasmak ve
korumak gerekirken, eline her yagli boya firçasini alanin binlerce yillik
uygarlik mirasinin üzerine kendi reklamini yaptigi yazilari dösenmesi nasil bir
kültürse, ayni anlayisin Myra ve St. Nicolas Kilisesi etrafini (üstelik antik
kentin toprak altinda oldugu da biline biline) koca beton yiginlariyla
donatmasi da iste ayni kültür degil mi?..
"Suçlari
belgelensin'' diye, bu mavi hüzün güncesini, Kekova'daki batik kentin tersane
duvarlarinda okunan isimlerle noktalamak istiyorum. Iste, tarih nedir farkinda
bile olmayan, kendilerini begenmis zavallilarin, antik tersane duvari üzerindeki
isimlerinden okuyabildiklerimiz: ''Konyali Ibo'', ''Azim Sen/Finike'', ''Tombis
Nuray/Bozburun'', ''Diamond Yachting/Kemer'', ''Özkan/Fethiye'', ''Baba
Yasar/Antalya'' ve ''GOP'tan Yilmaz''...
Cumhuriyet Gazetesi Pazar Dergi eki, 01 Ekim 2000, Sayi: 758, Sayfa: 18-19
Öneri, katki ve elestiri
Yakamoz
Anasayfa