Sayilarin krali entelektüelin maskesi
Barlas Özarikça
Sizi bilmiyorum, benim zihnimi uzun süredir bir soru mesgul ediyor: Toplumu olusturan kalabaliklar için, bir futbolcu, niçin bir yazardan daha önemlidir? Bahisçiler, yaris müptelalilari için, bir atin degeri, niçin bir yazarin degerinden-fiyatından daha fazladir? Yok, öyle hemen hazir cevaplara sarilmayalim, o cevaplar benim de ezberimde.
Yeni toplumsal biçimlenmemizde futbolcular, sarkicilar, silahlariyla sonuç alanlar ve yaris pistlerindeki atlar artik önemli varliktir; çünkü onlarin yapip ettikleri hiçbir kuskuya yer birakmayacak sekilde ölçülebiliyor, aralarinda en iyisinin hangisi oldugu saptanabiliyor. Robert Musil "Spor ve nesnellik artik eskimis olan deha ve insana özgü büyüklük kavramlarini geri plana itecek konuma kendi alin teriyle gelmistir" diye yaziyordu. Resmi ögretilerin çökmeye basladigi, toplum bireylerine verilen resmi hedeflerin belirsizlestigi bir dönemde yazmisti bu sözleri.
Farkina varmaliyim, benim deger verdigim tipler-karakterler-kahramanlar toplumun gündeminden silindi. Degisim, kendi gücünü icra etti; bellegimin isiltili varliklari söndürüldü.
Gündelik hayatin temel ihtiyaçlarina dönük bir konusma sözlügü olusturuldu. Laf ve para!
Insanlari büyüleyen, onlara hükmeden para teknik anlamiyla , herkes tarafindan kabul edilen mübadele aracidir; deger ölçüsü (hesap birimi) ve tasarruf (deger biriktirme) aracidir, ayni zamanda devletin ekonomiye müdahalesini saglayan bir iktisat politikasi aracidir. Üstümüze binen atmosfer gibi, Dünya'nin sirtinda Günes'in yörüngesinde yillarca dolanisimiz gibi, Dünya'nin kendi çevresinde hizla dönüp soguyarak yeryüzünün kabugunu olusturmasi gibi her gün saatlerce dinledigimiz ama fark etmedigimiz, bizi kusatmis binlerce ses-laf-konusma kulelerinin arasinda gezinip yasariz; gündelik hayatta insan kendi kulesinin senyörüdür; hiç susmaksizin, konustugu kadar düsünmeden, bir ifadeyi üretmeyip baskalarindan duydugunu zihninde kurcalamadan yineleyerek kulelerini koruduklarini sanmaktadirlar.
Digerini konusturmadan çok laf edip susturan; kendisini, onun galibi sayar. Gevezeligini belli etmeden lafi çok olan, kendisini takdim etmesini beceren kimse makbuldür. Ötekisi sessiz, sinik, pisiriktir. Oysa konusturmadan konusan kisinin cinayet aleti sözdür. Dedektifler, hem sözün hem de paranin izini sürer. Laf ve para, toplumun kolektif tohumlamasiyla dogmus ikiz kardestir. Laf; bir öteki insanin bedenine kulagindan girip benligine, ruhuna, kalbine tipki para gibi keskin ucuyla derinlemesine isler. Konusan, dinleyeni alt eder, ezer. Kendisini dogrular, karsisindakini yanlisa çikarir. Beklentisi, diyalogtan çok, kendisinin monologudur; ne kadar farkli, bilgili, anlamis, ne kadar üstün oldugunu kanitlamaktir. Napolyon olunamiyorsa, belki hatip veya yazar olmak seçilecektir. Laf; akli ve mantigi sayesinde hem cinayetini isler hem de kendisini temize çikarir. Bu oyun, toplumsalligin gündelik hayatinda defalarca, yüzlerce, binlerce defa oynanir. Çünkü dinleyen de bir dahaki sefere konusan olmaya adaydir.
Insanlar savasarak uzlasir
Insanlarin konusarak anlastiklari, uzlastiklari dogru degildir. Insanlar birbirleriyle dövüserek, kavga ederek, öldürerek, çalarak, tahrip ederek, yakip yikarak, düzüserek, savasarak anlasir ve uzlasir.
Dünya tarihinin tüm büyük ittifaklari, silah birakmalar, tüm anlasmalar büyük kavgalardan sonradir; hangi taraf daha çok tepelemisse lafini yaziya geçirir.
Insanlik, galibi taklit eder. Insanlik, kazanani sever. Hiçbir fatih, sessiz, kimiltisiz, suskun Budist rahibin arkadasi degildir. Insanlik, zengini sever. Yazi, lafin öbür yüzüyse, para da insanin en gerçekçi simgesi ve isaretidir; eger konusmuyorlarsa, birbirleriyle, paralariyla iliskilenirler.
Temsiliyet, iletisim isaretlerinin kendisi olan sözde nasil gerçeklesmisse, parada da ayni öz ve biçimde realize olur. Çok parasi olan çok konusur, ya da susar, parasinin miktarini belli eder, bekler, kurban aç kus gibi avcinin agina düser. Nedir ki, laf, egemenligini, insanligin artik somut -ölçülebilir- en iyisinin saptanabildigi, temsilcisi olan paraya kaptirinca her ülkenin banknotlarindaki nutukçu sima günden güne görsellesmeye, televizyon kanallarinin basaktörü olmaya baslar. Böylece rahatsiz edici konumlar karsisinda yazarin kendisini ve okurunu aldatmasi gibi, pisligi altinla kaplamasi gibi, her sey yolunda gidiyormus gibi rol yapmalar baslar; bos sözler ve yalan sosyal vicdanin yerini alir. Ortak degerin paydasi laf mübadele aracina dönüstürüldükçe, sahislarin tasarrufundaki laf da tipki devletlerin iktisat politikalarinin araci olan para gibi tedavüle, arz-talep hesaplamasina, piyasa grafigine girer.
Acaba simdi hangi söz; mevduat parasi veya faiz veya tahvil veya borsa kâgidi kadar is yapar?
Spekülatörü adim adim izlemis, onunla uzlasmistir, fiyat hareketlenmesinden yararlanarak bir sözü ucuzken alip pahalaninca satacaktir. Bestseller laflar, reytingi yüksek görüntüler yaratilir. O lafçilara, ün sertifikalari satafatli törenlerde dagitilir. Lafin tavan degeri görselin taban degerinde tutulur. Televizyon haber sunuculari göbek dansözlerinden, mafya, çete sosyetesinin fahiselerinden seçilir. Amaç, bozuk parayla kitlelerin küçük insanlarini yönetmektir.
Laf görsellikle çiftlestirilip mal ve hizmetlerin alim satiminda kullanilan paraya tekabül ettirilir. Lafin piyasaya sürülme islemi kurallara baglanir; elestirmenler, söz maliyesinin kontrolleri vardir; sözün maliyetini bilirler, bizlere hangi sözün yararli ve zararli olacagini gazeteler, televizyonlar, dergiler, radyolar vasitasiyla bildirirler. Laf ne kadar anlamli, içerikli, aydinlatici olursa olsun, siyasi otoritenin tercihindeki laf hiperenflasyonu karsisinda barinamaz, yerini issizlige birakir.
Thomas Mann konusuyor
Biz sahnenin ortasinda 20. yüzyilin biten günlerini edebiyat açisindan ima ederken, iste tam o sirada, yani hiç beklemedigimiz bir zamanda, diyelim ki yil 30 Agustos 1933'tür, Feldmaresal Hindenburg imparatorluk hükümetinin yasattigi krizler -Alman sanayicilerinin baskisi- nasyonel sosyalistlerin dayatmasi sonucu demokrasi adina(!) ayaklarini sürüye sürüye Adolf Hitler'i sansölyelige getirir.
(Keyfi bilir, biz de sahnenin kulisinde tüccardan Lübeck'li Herr Thomas Mann'i hazir tutmaktayiz.)
Alman Sosyalist Partisi (SPD), Merkez ve Alman Demokratik Partisi Weimar Koalisyonu'nda agir yenilgiye ugrarken iki sagci parti, Almanya Halk Partisi ve Alman Milliyetçi Halk Partisi oylarini iki katina çikarmistir.
Isterseniz kendi gözlerinizle bakin, Goebbels'in terörist arkadasi Arnolt Bronnen, smokinini giymis yirmi adamiyla tempo tutup islik çalmaktadir. Kimi mi yuhalamaktadirlar?
Okunmasi bos laf etmedigi için külfetlidir, biraz zor taniyacaksiniz; entelektüel tipi Goethe, ahlak kesisi ise Tolstoy olan, yazmak için babasinin ölümünü bekleyen, Yahudi kökenli Katya Pringsheim'le evlenen, kayinpederinden uzun süre para destegi alan, toplumda beyefendi kalmayi basaran, sIk bir konakta toplumun kalburüstü sayilan komsulariyla birlikte yasayan, operaya özel atlarin çektigi özel arabayla gidip gelen Thomas Mann konusmustur az önce... Almanlara Hitabi'nda, burjuva degerleri olan özgürlük-maneviyat-kültürün güvencesini, burjuva sinifinin sosyalist isçi sinifiyla birlesmesinde gördügünü söylemistir.
Versailles barisi, o döneme ait kargasa, zorunlu savas tazminatlari nedeniyle Almanya'nin kötülesen ekonomik durumu, Münih'teki halk konseyi hükümeti, Fransa'nin Ren Devleti Plani'ndan dolayi mi Thomas Mann bu konusmayi yapmakta epey gecikmis, uzun yillar, bütün Almanlari kapsayan irkçi bir nasyonalizmi savunmustur? Terörün insani aptallastiran tarafini görmekte niçin gecikmistir?
Etkili iletisim araçlarinin gasp edildigi bir dünyada enformasyon sanayiinin cisimlestirdigi kitlesel temsil siyasetinin kiralik çalisani degilseniz, hazlar içeren modern topluma ödenen bedellere kanmamissaniz, yeterliligi degil de evrensel degerleri önemsiyorsaniz, düsünme bir dünya deneyimidir diyorsaniz, yapip ettiklerinizle kamusal role sahipseniz, kimsenin ve hiçbir kurumun yanilmaz kilavuzluguna güvenmiyorsaniz, sirketlesmis düsünceleri sorguluyorsaniz, kültürlerin melezlesip evrensel standartlara evrimlestigini görüyorsaniz, faaliyetinizin amaci insanin özgürlesmesi ise, para için-basari için her çesit düsüncenin indirgenip pazarlandigini fark ediyorsaniz, tekdüzelige teslim olmamissaniz, yalnizlik ile taraf tutma arasinda duruyorsaniz, bir çesit ruhani azinliksaniz, baskalarinin acilarini kendi aciniz gibi yüklenebiliyorsaniz veya kendi acilarinizi tüm insanligin acisinin temsili olarak görüyorsaniz, yani Edward Said'in de ne mene bir varlik oldugunu yeniden kurcaladigi bir entelektüel iseniz bir soru daha soracaksiniz:
Ünlü yazarlar ünleri kadar niçin yalan söyler?
Bazen niçin susarlar, bazen niçin konusurlar?
Nedir yazarin yalancilik sebebi?
Televizyon salvosuna aldiris etmemeye ugrasarak Thomas Mann'in Lotte Weimar'da'sini okumaya oturuyorsunuz. Bu kitap sizin için niçin böylesine agir? Kaç defa okumayi denediniz, yarida kaldiniz, sonunu getiremediniz. Kitap niçin zor yürüyor? Sayfalari karistiriyorum, tamam, roman lafla yazilir, ama bu roman niçin laftan fazla lafmis gibi geliyor? Örnegin Riemer, Charlotte'yi yakaliyor, sayfalar dolusu konusuyor, konusmak da degil, yaziyor. Cümleler cümleleri kovaliyor. Riemer konudan konuya geçip anlatiyor, arada sirada hizmetinde çalistigi Goethe'yi ima ediyor, onu yücelterek kendisine verilen küçük ve önemsiz görevden dolayi kiniyor. Charlotte anlamis gibi davraniyor, sanki ayni seviyedelermis gibi 19. yüzyil Alman adabi muaseretine uygun önemsiz cevaplar veriyor. Biz, Riemer'i tanirken yasli Goethe'nin de çevresi hakkinda fikir edinmis oluyoruz. Otelin kapisi önünde Genç Werther'in okurlari beklesiyor. Ötede ise büyük kisiliklerin çevresindeki büyük iliskiler... Thomas Mann bu bölümde -bu bölüme Riemer de denebilirdi- kendisini onun içinden anlatiyor. Hatta bu durumu yazarin kelimeleriyle açiklayacaksak, bagimsizlik meselesi o dereceye ulasir ki diyalektik olarak kisiler birbirleriyle tersine dönüsürler.
Isteksiz burjuva sinifi
Adolf Hitler'in müstakbel kadrosu tarafindan yuhalanan, isliklanan Thomas Mann salonun arka kapisindan kaçar. Isteksiz burjuva sinifina seslenmistir.
"Eger olayi dogru kavrayabildiysen, o zaman bu bay savas pozisyonunun olumsuzluguna yenilmistir. Insan isteklerde bulunmadan ruhsal anlamda yasayamaz; bir seyi yapmayi istememek, kesinlikle istememek ve buna ragmen kendisinden talep edileni yapmak..."
Bu, özgürlük düsüncesinin kiskaca alinmasidir.
Thomas Mann "ulusal ayaklanmaya" karsi geldigi takdirde
öldürülecegi tehditleri almaya baslamistir.
(Amerika Birlesik Devletleri'nin Baskani savas sirasinda ona güçlü kollarini
açacaktir!)
Thomas Mann'in hayat hikâyesini anlatan Klaus Schröter'in kitabini rafa kaldirirken o tünek düskünü cümleyi hatirliyorum. "Ogluma âsIk olmamin çok dogal oldugunu düsünüyorum. (25.7.1920) Onu tümüyle çiplak gördügümde, onun erkeklik öncesi parlak vücudunun yarattigi etkinin giderek bir sarsintiya düstügünü..." Thomas Mann'in parlakçi oldugunu biliyor, ama bes çocuklu bu adamin sorolo-pandispanya müptelaliginin öz ogluna kadar uzandigini tahmin etmiyordum. Günlügünde (17.9.1919) homoseksüelliginin aslinda Alman dünyasina ait oldugunu yazmaktadir. Hayat hikâyesinden ögrendigimiz bir baska sey de, romanlarinda anlatilan kisilerin gerçek hayatta birebir karsiligi bulunmasidir. Kaldirim kitapçisi onun roman kisilerinin karsisina gerçek isimlerin yazdigi bir liste çikarmis, isteyene veriyormus-satiyormus! Bu, Thomas Mann'in kendi hayatini kurguladigini gösteriyor. Uydurmaktan çok olandan hareket ederek kisilerini nice katki malzemesinden geçiriyor. Bir çag romani yazdigini söylemelerinin nedeni, romanini mevcut dünyadan kurgulamasidir. Çagdasi birçok Alman yazari gibi mitolojiye, eski zamanlara düskünlügüyle bize Wagner'i isaret eden Thomas Mann, Franz Kafka'yla ayni dönemde yazmistir; Kafka, Tonio Kröger'den sonra Thomas Mann'dan dogru dürüst roman gelmedigini kulagimiza fisildamissa da ömrü Büyülü Dag'i okumaya yetmemistir. Oysa bu romanin ilk cildinde Hastane yavas yavas, belli belirsiz Kafka'nin Sato'sundaki atmosfere bürünür. Olusumdan ve degisimden söz açan Thomas Mann da Büyülü Dag'dan sonra, nice yillar sonra, 1952'de "Yasamimin dorugunda idealim olan büyülü entelektüellige ulastim" diye yazmaktadir. Hayat nedir türünden temel soruya, kesintisiz bir ayrisma ve yeniden birlesme sürecidir cevabini verecektir. Yazarin kendi ifadesiyle, Büyülü Dag, Buddenbrook Ailesi'nin karsit kutbu niteligindedir, bir baska zaman diliminde yeniden yazilmistir. Kardesi Heinrich Mann'la barisma girisiminde yazdigi dikkat çekicidir. "Birak kardesligimiz trajedisini tamamlasin...Ben hayati sevmedim. Ondan nefret ediyorum. Insan mümkün oldugunca ölüme kadar yasamali." Daha sonra itiraz etse de Thomas Mann'in bu psikolojisini (hayati sevmemek, dogadan nefret etmek, karsi cinsten igrenmek, dünyayi sanatçilarin ve entelektüellerin yüceltebilecegini sanmak) onu Nazi siyasetiyle yüz yüze getirir. Hitler'in, Alman ve Italyan fasistlerinin sermayeyle-sanayicilerle-finans çevresiyle düsüp kalktiklarini kendisi de bir tüccar aileden geldigine göre kesfetmiş, görmüs olmasi gerekirdi. Günlügünde (8.6.1920) "Seçimlerin su an içinde bulundugumuz pislige karsi bir protestoya dönüsmesi övülmeye deger" diye yazar. Tavrini demokrasiye karsi, sagci darbecilerin ve isadamlarinin lehine almistir. Ulusal Alman çikarlari adina! Davranislariyla insanlara karsi hep mesafeli kalmasina ragmen yaşadigi zamanin gerçekleriyle içli disli olan Thomas Mann, onca olaydan sonra, tehdit kendi öz varligina-hatta yazarligina dayaninca, yeni fark edislerin açtigi kapilarda agiz degistirecektir. Bunun sahsi patolojisinde prizmatik bir nedeni olmaliydi. Onun yazarliginin bizim için önemli yani, romanlarinda Goethe'nin motiflerini kullanan yazarin tıpkı Goethe gibi, yazmadan önce, pek çok malzemeyi araştırıp didikleyip incelemesidir; elde ettigini kendi iç dünyasinda eritip ormanlarina aktarmasidir. 19. yüzyilda dogup 20. yüzyilin yarisina kadar yasayan yazar bir anlamda, yari deneme yari roman yazarlarinin da öncüsüdür. Roman sanatina pek çok yeni ögeyi sokan Thomas Mann 70 yasinda, bir kere daha Tanrisal Oglan'a -oglanciliga geri döner; Zürich'te Grand Hotel Dolder'de çalisan genç garsona âsIk olur. Karisi Katja, kizi Erika da onu bu iliskiye kiskirtir, sapkin iliskiyi desteklerler, babalari için genç garsondan randevu talep ederler. Garson gösterisli bir Nazi'dir. (25.6.1950) Nasyonel sosyalistlerin Sevinç Sayesinde Güç organizasyonunun tipik bir örnegidir bu genç adam. 70'lik Alman yazar Alman Ruhu'na (Gece Bekçisi adli filmi hatirliyorum) oglanciligiyla geri dönse de, yani usagin babafingosunu çiplak görse de, yani Hitler'in idolü "özgür, göz kamastiran yirtici hayvana" veya kahraman gençlige alttan alta hayranlik duysa da Danzig Senato Baskani'na "Benim satolarimda güzel, kendi kendinin hükümdari olan Tanri Insan bir kült imaji olarak duracak ve gençligi erkeklik olgunlugunun diger asamasina hazirlayacak" diyecektir. Donanimli yazarin oglanciligini-homoseksüelligini kültürle bezeyisine (kültür bu çesit takla atislara da müsaittir) hayretle bakarken, bizlerin de burada durup, Mevlâna'nin Sems'e seksüel arzusunu Tanri Aski'yla kamufle edisine nazar etmememiz tavsiye edilir. Cinsellikteki siddet, hoyratlik bir Nazi ögretisi gibi kulamparanin ereksiyonunda Oglan'ın götüne girer kültür veya Tanri Aski'na! Pasif homoseksüel ise Alman Ordusu'nun bombardimanini gövdesinde yasayip her mazosist gibi tatmin olur. Katja ile Erika'nin babalarina sunduklari armagan, genç garson, onlarin seyirciliginde Türkiye'nin bugün katilmaya can attigi Avrupa'ydi. Antik çagin soylu savasçisi oglanin, bu fasist imajin, Alman Imparatorlugu'yla ilgili erkek bedenselliginin bir gövdede ülkülesmesiydi: Tanri Oglan-Tanri Insan. Atatürk'le ayni yilda dogan Thomas Mann, 1955 yilinda, 80 yasinda, ölmeden önce, Avrupa Birligi kavramini ilk kez söze getiren Erasmus'u yazmak istiyordu; dogdugu sehir Lübeck'le barismis, Benim Prothetem adli anlatisinda "Askerler! Size yagmalamaniz için dünyayi teslim ediyorum" derken; sanatsal üretimin anlami ve degeri konusunda kusku duymanin entelektüel bir dürüstlük oldugunu ileri sürerken, bastan çikarmak ve begenilmekten büyük zevk duyuyor, "Ne yapayim, biraz virtüözlük ve aktörlük var içimde" diye itirafta bulunuyordu. Orada burada dolasip duran, okulda garip biçimde tembel olan, iyi seyler yazmak istemeyen küçük Thomas Mann edebiyat tarihinde önemli bir yazar olmayi basarmisti.
Zil çaliyor.
Tehlike mi, degil. Teneffüs vaktidir. Çan çan çan! Hani su bildiginiz küçük çanlardan. Hademe koridorlari dolasiyor. Dersliktekiler bahçeye kosusturuyor. Uzun yillar geçti aradan, eskide kaldi, hâlâ dersliklerde kürsülerde oturup "Ben her seyi biliyor, siz hiçbir seyi bilmiyorsunuz" diyenlere yaka silkerim. Sonra anladim, derslikte oturup kendilerinin de bilemeyecegi soruyu soracak olan meçhul kitleden onlar da ürküyor. Oh olsun! Korksunlar. Bacaklari birkaç karis insanciklari bilginin hakimiyetiyle malumatfuruslar sakatlamasin.
Bu satirlari okurken neredesiniz, bilmiyorum; ben tedbirimi aldim, Bomonti kahvenin masasindan kalktim, merdivenleri inip deniz kenarinda yürüyecegim. Deniz çalkantili, günes vurmus, ortasi ayna gibi parliyor. Diyorlar ki iste orada bir ejderha-bir katil var. Agzindan püf yapacak, alevler fiskiracak, insanlar feryat figan kaçacak.
Benim tedbirim Fenerbahçe açiklarindaki ejderhaya degil, Adorno'ya karsi. Diyor ki, insanlara mesafeli davranan kisi, kendisinin baskalarindan daha iyi oldugunu sanmaktadir. Thomas Mann'i, onun entelektüelizmini veya bizden Abdülhak Sinasi Hisar'i (ya da simdilerde su cool takilanlari) aklimda tutup ne derse desin diyecegim, ama arkasindan ettigi laf, yanimdaki kel-sisman-kisa boylu arkadasimdan önce merdivenleri iniyor. Üstat "Onlar, topluma yönelttikleri elestirileri kendi özel çikarlarini gizleyen bir ideoloji olarak istismar etmektedirler" diyor. Mesafeli gözlemci için, dünyayi ne kadar tanisa da hiçbir varolus imgesi gerçek hayatin yerini tutmayacaktir. Zaten is dünyasindan uzaklassalar bile o dünyanin sundugu bir lükstür bu. Hayatin kabaligi karsisinda küskünlessek de, baglayici bir ahlak yoksunlugumuzdan dolayi, kendimizi, o kötü davranislarin, konusmalarin, hesaplarin içinde buluruz. Yani entelektüelin maskesi kat kat dikislidir. Adorno onlarin yasadigi yere, rekabet içindeki ricacilarin ortami diyor.
Mantik siseleri
Kinali Ada'nin arkasindan gözüken Marmara'nin karsi sahili, denizde marti beyazi dalgalar köpürüyor, yelkenliler yarista, yunuslar baslarini denize egip koya dogru zipliyorlar. Benim tedbirli, kel ama sakalli arkadasim, üstelik tiknefes, pipo içiyor; lafi agzimdan almis, mesafelerimiz birbirimize karsi, sanki kendi kendisiyle konusuyor.
"Kendiniz de dahil olmak üzere, biz insanlar, hayatimizda ne varsa, bir mantik sisesinin içine sokariz. Çesit çesit renkli mantik siseleri vardir. Her biri, biz öyle uygun gördügümüz için problem açar. Bizler ancak bir veya birçok problemi çözerken kendimizi anlamaya çalisir ve hayati belli ölçeklerde tanimlamaya kalkisiriz. Hayat, ne kadar yüksek veya alçak düzeyde bir anlamayi barindirsa da sonuçta problemiyle birlikte var olur. Problemin niteligi, kalitesi önemli degildir; önemli olan kisinin bir probleme sahip olup olmamasidir. Problemi çözecek araçlarin bize baskalari tarafindan verilmesi ya da çözüm araçlarini bizzat kendimizin bulgulamis olmamiz da önemli degildir. Varolus, problemin mevcudiyetine muhtaçtir. Varolus siseye soktugumuz mantiga muhtaçtir. Bu siselerin birbirlerinin tipatip aynisi, birbirlerinin taban tabana zitti olmasinin da bir kiymeti harbiyesi yoktur. Dogdugumuz günden emeklemeye, yürümeye, konusmaya basladigimiz günden itibaren önümüze problemler konulmasina alistirilmisizdir. Problemsiz bir hayat hiç dogmamis olmak gibidir. Bu yüzden israrla, inatla hep birbirimize problem açariz. Yeni Binyila giderken sayisiz problemleri sayisal hizla çözümleyen bilgisayarlari yeni bir organimiz ,elimiz, kolumuz gibi önemli bir organimiz haline çekmek, böylece kendimizi ve hayatimizi anlamak isteriz. Bati'ya mi geçsek, Dogu'da mi kalsak, yoksa uzaya mi çiksak? Bir problem ne kadar büyükse kendimizi de o kadar büyümüs hissederiz. Problemler, hayatimizin gidasidir. Problemden beslenir, onun sayesinde insanlasiriz. Yüzyillardir bu yüzden felsefe ve matematik bizim esas veya sahici konumuzdur. Bahisçi de, futbol antrenörü de, saha bilmecesini alan seyirci de kendilerine göre bir problemi çözmektedirler. Matematik, sayilar diger seyleri, mesela ekonomiyi, siyaseti yedegine almistir. Problem toplumlar yaratmisizdir. Dünya'nin isleyisini, Dünya'nin gezegenler arasindaki yalin münasebeti çözüm mantigina kilavuz kilmisizdir. Altimiz alev irmagidir, durdugumuz toprak sicaklik batagindadir, üstümüz ise manyetik çekimlerin-itimlerin alanidir. Biliriz ki kavramaya çalisacagimiz, önümüze koyacagimiz daha nice problem vardir. Öyle ki, Allaha sükür, problem zenginligi karsisinda nereden gelip nereye gittigimiz problemi bile kalin çerçevesini inceltmektedir. Her problem çesidine uzmanlar görevlendirilmistir, toplumsal alisveris kurulmus, paranin mübadele yolu açilmistir. Ulusal problem dahi günden güne ulusal olmaktan atilip kitasal bakislara birakilmaktadir, küçük diye küçümsenen özel problemler yogunlastirilacaktir. Avrupa'da yogunlastirilmis problem mesela Asya'da, Afrika'da, Avustralya'da, Amerika kitasinda yogunlastirilmis problemle boy ölçüsecektir. Problemlerin boylari, hacimleri, boyutlari, derinlikleri vesaireleri boy ölçüsecektir. Acaba problemler tek tanri gibi tek probleme indirgenebilecek mi sorusu da bir problemdir. Çünkü sayilarin krali Bir'dir. Bir için bir araya getirilebilecek miyiz? Iste yeni Binyil insaninin dehasi (!) budur! Biriktirdigimiz mantik siseleri problemsizlige uygun degildir."
Kadiköy'den Caddebostan'a, oradan Bostanci'ya yürüyüs alaninda ev köpeklerini çekistiren kadinlar birbirlerini kovaladikça arkadasim sIkIlmisti, ansizin susuyor, geri dönüyor, Renault'suna atlayip gidiyor; radyo teybinde Itzhak Perlman'in Krezmer müzigi çaliyor.
Ben de kahveye dönüyorum. Baslari kasketli bir kisim emekli adam semt takimindan gol yiyip ligden düşen anli sanli futbol takimini, diger kisim ise Altili Ganyan'daki atlari tartisiyor. Genç çiftler ise, birbirlerinin çenelerine düsmüsler, ses sese emisiyorlar. Bir yanda bilardo, diger yanda pinpon oynaniyor. Konusmalara tavla sakirtilari karisiyor.
Karsilikli ihanet
Yine Adorno'ya göre, bazi kimseler naziktir, örnegin Proust, kendini yazarken daha zeki sanma mahcubiyetinden kurtariyordu okuru. Lakin bizim bugünkü zihinsel mesguliyetimiz, bir yaris beygirinin, bir çift futbolcu bacaginin ederinin Proust'tan, Thomas Mann'dan, Robert Musil'den, Kafka'dan, yazarlardan-entelektüellerden fazla deger bulmasiydi. Sarsici. Çünkü bizler toplumsal otoritelerin, hükümetlerin, büyük sirketlerin, basinin üstümüze attigi agin içinden ilkgençligimizde onlarin laflariyla kurtulduk; konustugumuz ve savundugumuz seyler bizim dünyaya karsi kaldiracimizdi, hayata oradan girdik. Arkadasliklarimizi onlarin laflariyla kurduk. Zorlu degisim bir yana, ihanet karsilikliydi. Oradan buraya gelirken biz gençlik arkadaslari birbirimizden ayrildik, her birimiz kendini ötekiyle karistirmis olmanin verdigi tedirginlikle birbirimizin arkasindan kahredici laflar ettik ettik.
Arkadaslik da, kitaplar da, yazarlik da el degistirdi. Küresellesiliyordu. Sayisallasiyorduk. Silahsiz Yeni Fasizm söz konusuydu. Yayinevi patronu ünlü yazarlari çagirip su sablona uygun roman yaz diye kitap ismarliyordu; o sablonun muhtevasinda, efendim, mesela yüzde otuz seks, yüzde elli aksiyon, yüzde on dokuz gerilim veya macera veya polisiye, belki yüzde yarimsar da felsefe-tarih-siyaset bulunuyordu. Yani hangi çesit romanin sattigini tespit edip ismarlayip roman türettiriyorlardi. Yazar da çoksatan olmaktan magrur, sinek kaydi tirasiyla, gözlerinde ödünç alinmis zekâ piriltisi, dudak kenarlarinda nevrotik bükülme televizyona çikarak (çikarilarak) kamusal görevini icra ediyordu. Onlara; hayatin alçaltisiyla ölmenin azabi, takas ettikleri seyler karsiliginda hediye ediliyordu.
Artik özerk-özne bireye ait olabilecek nev-i sahsina münhasir bir üslup kullanilmaz; herhangi bir kanidan yoksun nötr uygulamalar iddiasiyla dilsel bir mask, kime verilse uygun düsecek posetlenmis yilbasi hediyeleri gibi bozulmus anlatim halini sirlastirir. Sahsi fikir, aci ve sevinçleri olmayanlar, dolayisiyla kimseyi de mutlu kilamayacaklar, ekonomik stratejileri belirleyen Yeni Monarsi Efendilerinin zararsiz muhalefet gramajiyla çogaltilmis pazar kliselerini roman sanisiyla hatmederler. Bekçi Murtaza, sIkI disiplin almistir, kitapçi kapicisidir, çok çabuk baskisi numaralanmis çoksatan kitaplarla secdeye gelir.
Ne diyecegim, yoksa bilerek isteyerek yazarlar mi sayilarin kralligi için degerlerinin indirgenmesine razi oldular.
Thomas Mann/Klaus Schröter/Çev: Özden Saatçi /Kavram Yayinlari/202s.
Cumhuriyet Kitap Dergi Eki, 04 Mayis 2000, Sayi: 533, Sayfa: 12-13