Kaç türlü girilir anilardan içeri
1977 yilinin kasim ayinin bir günü. Ankara'da hava serin, aksamüstü. Agzim, Zafer Çarsisi'nda ayaküstü arkadaslarla içtigim birçok çaydan kurumus, dilim kalbimin -suretinden- buruk, burusuk siginacak bir magara arar gibi agzimda. Birkaç basamaktan sonra yeraltindan caddeye çiktigimda gene bildik manzara ile yüz yüze geliyorum. Saat erken olmasina karsin, Sihhiye'den Bakanliklar'a uzanan o genis caddede insandan çok polis var. Yerlere saçilmis bildiriler. Elimdeki posette yeni aldigim birkaç kitap ve o kitaplardan birisi de Edip Cansever'in o yil çikmis Sevda ile Sevgi kitabi da var. Ayaküstü söyle bir karistirip arkadaslara kitaptaki siirlerden dizeler okudugum... O kalabalik polislerin arasindan geçerken; bir saat önce okudugum ve aklimda kalan bu dört dizeyi mirildaniyorum: ''Bu kentin her yanini unuttuk / Kimbilir nerde bir postaci daha ölürken'' ''Ey bir yolcu listesinde bir ölüyü arayan / Artik kimse gözlerini bilmiyor''. Bir elimde kitap poseti, bir elim montun cebinde; birkaç dakika önce Ayhan arkadasimin tespihi sevmedigimi bile bile bana verdigi ve -benden bir ani olsun- dedigi tespihle oyalanarak, tanelerini bir bir, bir daha bir daha terlemis avucumla sayarak yürüyorum. Aksam kendini ele verdikçe, adimlarim daha bir sIklasiyordu. Kendimi bir makasin agzinda unutmus gibiydim; bir an önce eve kendimi atmasam sanki makas kapanacak ve ikiye bölecek beni. Ellerim bir tarafta- ayaklarim bir tarafta kalacak, siir bir tarafta- duygularim bir tarafta; paramparça olacagim duygusu, polislerin ayaklari arasinda yaprak yaprak bildiriler gibi uçusacagim. Kimse tanimayacak beni. Yüzüm, beyaz bir kagidin üzerine yazilmis yazi gibi degecek suyla mürekkebi çözülecek dagilacak, duyularim birbirine karisacak: Kendimi otobüse atiyorum. Sevda ile Sevgi kitabini açiyorum: ''Biz bu safak vaktinin neresindeyiz / Öyle umut gibi gelip geçecek / Yalnizim, yalnizsin, bize kim gülümseyecek... /... / Bir yanda yokluk içinde, bir yanda / Ey sonbahar, ey o en büyük çiçek.'' Bize kim gülümseyecek. Yine kalbimizin bir kösesinde, bu genç yasimizda tozlanmis ask gülümseyecek diye düsünüyorum, hareket eden otobüsün camindan kaldirimdaki yoksul, soguk sessizlige bakarak. Son durakta otobüsten iniyorum, evin sokagina sapiyorum. Karsimda Aysel o güzel yüzüyle dalginligima gülüyor. -Babasi ve abisi 'komünistlerle konusma' dedikleri ve bir türlü söz geçiremedikleri Aysel. Aysel'le ayni okuldaydik, abisi de bir devre önümüzde. Sürekli agabeyisinin gözlemi altindaydi okulda. Adina ask denirse, biz de birbirimize asIktik o dönemlerde. Hem siyasi görüs ayriligi hem de ask yüzünden sürekli abisiyle itis kakis halindeydik. Agabeyi yol kesmelere kadar vardirmisti isi. Aysel de, suçu bana yik diyordu.- Zamanin var mi sana bir dörtlük okuyacagim diyorum: gülümsüyor. Elimdeki posetten kitabi çikariyorum. Seni Günlere Böldüm siirini buluyorum. ''Siirler söylenir, siirler biter / Biz bu sevdayi neresine sakladikti sen ona bak da / Kahverengi avuçlarina mi gözlerinin / Tam oradan mi kahverengi yagan bir aydinliga.'' Edip Cansever'in diyorum. Gülümsüyor. Ayriliyoruz.
Arkadas'in ölümü
Ertesi gün okula gittigimde, okulu polisler çevirmisti. Kimlik kontrolünden sonra okula giriyorum. Arkadaslari bahçede toplanmis halde buldum, hepsinin beti-benzi atmis, kimisi gözyaslarini tutamamis agliyor. Sormadan söylüyorlar: 'Ayhan öldürüldü. Ayhan'i fasistler öldürdü.' Bagrismalar, bir bulut gibi saga sola savrulan insanlar... Elimi cebime sokuyorum tespih!!! Çikarip bakiyorum, Ayhan'in gözleri gibi simsiyah parliyor. Ayhan ailesinin tek çocuguydu, siyasetten çok siirle ilgileniyordu. Neden diye sordum kendime... O gün bulut kadar kalabalikti ve kabarikti. Ayhan'in mezari basinda insanlar, bizler, arkadaslari. ''Dün aksama dogru turuncu bir bulut geçti / Sonra bütün bulutlar hep birden geçti / Anilar, anilar, belki hepsi bir kelime.'' Ayhan'in çok sevdigi ''Ben Ruhi Bey Nasilim'' kitabini, hepsini o son dizesine kadar; herkes dagildiktan sonra mezari basinda bir kez daha okumayi isterdim Ayhan'a. Ayhan'i birakip döndükten sonra, mezarin girisinde bir agacin altinda çöktüm. Herhalde Aysel de ayni seyleri duyumsuyordu ki, yanima çöker çökmez: ''Vaktinden önce anlamanin saskinligi mi / Vaktinde anlamanin sevinci mi / Ya da biraz geç kalmanin / O gereksiz, tedirginligi mi / Hangisi'' diye fisildiyor. ''Ama belli ki sonundayiz, her seyin / En sonunda.'' Diyorum. ''Disimdaki ölüler, içimdeki ölüler / Bir alasim halinde, donuk günesin altinda / Akip gidecek bütün kötülükler / Ölümün armalari gibi / Akip gidecekler en sonunda.'' Diyor, gözyaslarini tutamayip. ''Niye ölmemeli öyleyse / Yasamak mutlu bir devinimse.'' Diyorum. Sesim gözyaslarina karisiyor Aysel'in. Birbirimize sariliyoruz ve ikimiz birden: ''Ölümü gömdüm, geliyorum / Bir sonbahar günüydü, geliyorum / Günesler buz gibiydi, geliyorum / Ve bütün kötülükler / Ölümün armalari gibiydi / Size anlatirim, geliyorum'' kalkip uzaklasiyoruz. Ayhan'dan çok çok uzaklara. Bu günlere.
Aci hiç eksik olmadi kalbimden. Kabuk baglar solar kurur ama hiç yok olmadi. Hele bir aciya yeni yeniden aci eklenirse dallari yeni yeni filizler verirse, bedenimin içine çöker, buruklasir kalbim. Kalplerimiz. En önemlisi yasanan aciyi unutmamak gerek, sulamak, bugün yasanmis gibi diri tutmak. Ki geçmisten yasanan acidan ders alip, yasadigimiz tarihi bilerek, duyumsayarak ''kurtaricilarimizdan'' gelecek aciyi, taniyarak gögüsleyebilelim. Kin demiyorum.. Aciya karsi aci vermek demiyorum. Dogadan aldigim bu canin özgürlügü için ''en azindan'' düsündügüm inandigim bir felsefeyi, düsünceyi ruhumu besledigim seyi sesli söyleyebilme özgürlügü için; engellerle iskencelerle ölümlerle, karsilasmamak. Insan; aski, kadini, dostunu, bir çiçegi, bir kediyi nasil seviyorsa; sosyalizmi de sevebilir. Tek tip elbise altinda, tek tip düsünce tarzi hiçbir tarihte hiçbir mekanda rastlanmadigi gibi, bugün de yarin da rastlanmasi mümkün degildir. Unutmamali, sormali her zaman, neyin adina bu aci? 12 Eylül sabahi caddeye çiktigimda, caddenin tek tip elbiseli insanlarla dolup tastigini görünce: 'sonunda oldu' dedim. O insanlar, eve dönmemi istedi. Döndüm. Disardaki sessizlikten ürpererek: ''Ve öyle çok sesten kati bir sessizlige geçerlerki / Bulanik, kirli'' Ve böyle basladi ölüm üstüne ölüm, kayip üstüne kayip... ''Baylar!/ Bin dokuz yüz seksen birdeyiz / Karsinizda eylülün sesi / Agustos çekildi, eylülün sesi / Birazdan konusacak''
Iskencede ölüm
12 Eylül'den iki ay sonra 7 Kasim 1980'de Ilhan Erdost'u da iskencede agabeyi Muzaffer (İlhan) Erdost'un gözleri önünde öldürdüler. ''Giderek siz oluyorsa bütün bir kalabalik / Yüzünüz yüzlerine benziyorsa, giysiniz giysilerine / Ansizin bir hastanın kendini iyi sanmasi gibi / Gücünüz yetse de azicik bagirsaniz / Bir yanki: durmadan yalnizsiniz''... Yalnizligin rahmindeydim. Aci; bol ve çirkin bir giysi gibi üstündeydi, acinin o asirlik gövdesi kalbimde kök saliyordu.
''Onu Anlat Iste'' (1) kitabinda Muzaffer Ilhan Erdost: ''12 Eylül'den sonra, 177 kisi iskencede öldürüldü, 50 kisi idam edildi. Eger iskencede öldürülenleri de, fasist liderlerin anlatimiyla, bu direklerde 'sallandirsalardi' Meclis'in önündeki Akay kavsagina kadar, ancak 204 kisi asabilirlerdi, 26 kisi için Meclise uzanan direklere de asmak durumunda kalirlardi.
Eger iskencede öldürülenler açikta öldürülselerdi ve eger, kendi anlatimlariyla, daha önceden planladiklari gibi'' paket paket bu isi yapmasalardi, acimasizligin ilkelligin, igrençligin yüzünü halk ve tüm insanlik bir görüste kavrayabilirdi.
Tarihin hurdaligina atilanlar
12 Eylül'ün lideri, 17 yasindaki delikanliyi astiklarinda, tüm ulusa, 'korkmadik iste, astik' diye hitap edebilmisti. Gücü eline geçirdim mi asarsin, tarih böyle nice asicilari taniyor. Isa Mesihi çarmiha gerenleri taniyor, ama Hiristiyanlik bir dünya dini olacaktir. Spartaküs'ü asanlari taniyor. Ama kölecilik tarihin hurdaligina atilacaktir. (...) Örnegin Deniz'leri astirmakla övünen Ali Elverdi, 22 Subat'ta, Talat Aydemir'e bir kafa tutup bir yalvaran Ali Elverdi, Deniz'ler asilirken sigarasini tüttürüp gülüsen Ali Elverdi, asilan kendisi olsaydi korkmayacak miydi? Korkusunu, yillar sonra açiga vuran felciyle yarim yamalak kalan Elverdi, ipin altinda duruyor olsaydi korkmayacak miydi! Ama, bir gerçek var, Deniz'ler korkmazdi. Hiçbiri korkmazdi, bir tek 'pisman' oldugunu söyleyen çikmazdi. Hepsi, gülerken cansiz durdu, asanların içini kemiren de bu oldu'' diye yaziyor. (2) ''Ölümle yalnizlik arasi / O bilinmez ülkeyi sehvetle tüketenler'' 1981-82 yillarinda, aksamüstü iş çikisinda haftada bir veya iki gün Konur Sokaktaki Ilhan Ilhan Kitabevi'ne ugrarim. Genelde Muzaffer Ilhan Erdost'u gözlüklerini takmis okuyup yazarken bulurdum. Yani basinda kocaman bir fotografi asiliydi Ilhan'in. Her gittigimde ne zaman o fotografa baktiysam sanki Ilhan'in kolundaki saat çalisiyormus gibi geliyordu bana, hala da öyle düslerim. Nedense biraz çekingen davranirdim Muzaffer Erdost'un yaninda, bir türlü nedenini çözemedigim bir çekingenlikti bu. Genelde kitaplar üzerinde kisacik sohbetlerimiz olurdu. Sessiz sedasiz dükkandan çikar sokagin bosluguna birakirdim ayaklarimi. Mirildana mirildana sevdigim dizeleri, bana aci anilari animsatan dizeleri. ''Ölümün bir aciyla durduruldugu yüzümle / Geri çekilmis yüzümle, geri çekilmislige dargin yüzümle / Öyle bir çeliski gibi ölümsüz / Yasamakta olurum.'' Iki-üç yil sonra, kitap deposu olarak kullandigi dükkan kundaklandi bir kamyon dolusu kitap yakildi. Olayin failleri her zamanki gibi meçhul kaldi, failleri yakalanmadi. O günden sonra, yani 12 Eylül 1980 yilindan sonra, faili meçhul cinayetler ve yargisiz infazlar çogaldikça çogaldi. Içtigimiz suya karsiti öldürülen insanlarin kani, gecemize doldu çigliklari, dagimiza tasimiza yankidi sesleri, rüyalarimiza girdi annelerin agitlari. Biz burda miyiz? Siz burda misiniz? Nerede sesimiz? Yalnizlik: yanan kitaplardan arta kalan birkaç sözcüktü bende. ''Demin yanimdan / Ufacik bir kertenkele geçti / Ve yine birdenbire / Gözlerimdeki / Kirmizi taslar arasinda.'' Konur Sokak'tan, bulvara dogru yürüdüm, bulvarda insanlar üstüme üstüme gelir gibiydi, o aksam gözlerimdeki kirmizi taslar arasinda yitip gidiyorlardi. Ben ve herkes. Öylece...
Istanbul'a ilk gelisim 1986 yilindaydi. En çok sevdigim sairin ölümünden birkaç ay sonra. ''Kapamam gözlerimi, kapamam / Korkarim kapayinca bir baska sehirde uyursam.'' Ilk Istanbul'a gelisimde, simdi hala animsiyorum. Birkaç gün kaldigim arkadaslarin evinde dogru dürüst uyuyakalmistim. Daha önceleri kesik kesik bir-iki günlük gelip gitmisligim olmustu ama; ilk olarak merak ettigim Istanbul sehrinin, merak ettigim yanlarini gezmek görmek 1986 yilina denk gelmisti ve bu firsati yakaladigim için, degerlendirecegim için içten içe bir heyecan kaplamisti içimi. 1985 yilinda Broy dergisinde sair bunlari yazmisti: ''Bireyi toplum içinde somut olarak görünür duruma getirmek, giderek daha da derinlere inerek, onun içsel dramini kurcalamak çabasindayim.'' Sirkeci'den yokus yukari çikiyorum, Babiali yokusunu bitiriyorum. Hürriyet gazetesinin merkez binasinin yanindan sapiyorum, halici, antikaci dükkanlarinin vitrinlerini dolasa dolasa cami avlusundan geçerken, 'Bütün cami avlulari ne kadar da birbirine benziyor' diyorum kendi kendime.
Çocukken alistirilmak istendigim cami ve avlularina. Ama, o gün de bugün de hep soguk geldi bana. Belki de, yasamdan ve asktan uzaklastiracakmis gibi geldigi için. Soguk geliyor üsüyorum cami avlularindan. Cami avlusundan çikip, Kapaliçarsi'nin kapisindan giriyorum. ''Bir sarraftan giriliyordu içeriye / ölüm olarak.'' Sagdaki birkaç basamagi iniyorum. Sandal Bedesteni. Antikacilar, halicilar, birer ani gibi vitrinde duran tespihler, pipolar, nargileler, tabakalar ve eski kalemler ne kadar da denk düsüyordu sairin siirine. Çarsida siirlerinin kokusu ne kadar da duyumsaniyordu. -Her ne kadar kendini 'ama tek' bir imge kurabilmis degilim bu koskoca labirent için' dese de- 1977 yilinda Türkiye Yazilari'nda bunlari yaziyordu kendi yasam öyküsünü anlatan yazida: ''Babamin Kapaliçarsi'daki dolabinda (o zamanlar bugünkü gibi dükkânlar sayiliydi, yerden yüksekçe, minderli, tahta kepenkli dolaplar vardi) ticarete basliyorum. Gerçi ticaret de ilgilendirmiyor beni. Oldum bittim alisveris yapmayi hiç mi hiç sevmedim, benimseyemedim zaten (...) hem ev geçindirmek zorunda hem de siir tutkumu. Neyse ki birkaç ay sonra büyük Kapaliçarsi yanginiyla dükkanim kül oluyor. Asma katli bir baska dükkana geçiyorum. Ortagim iyi yürekli bir insan. O satislari yönetiyor, bense asma katta okuyup yaziyorum. Siirle gerçek dostlugumuz o tarihlerde baslıyor ve yirmi iki yil sürüyor.(...)'' Sairin, ayni yil, yani 1977'de Elele dergisinde Kapaliçarsi'yi anlatan bir yazisi var. ''Gül Dönüyor Avucumda'' adli ölümünden sonra yayimlanan kitabina da aldigi yaziyi; sairi seven herkesin okumasini isterim o yaziyi... Bedesten avlusunun bir kösesine oturuyorum, herhangi bir antikaci dükkaninin taburesine bir çay istiyorum; çayimi içerken dükkan sahibi yasli adam soruyorum sairi: ''Evet, birkaç ay önce öldü. Ama çok oluyor burdan gideli, su karsidaki dükkan onundu.'' Dükkanin asma katinda yanan solgun isiga bakiyorum. ''Çelenklerimizle geldik, yoktunuz / Ara sokaklarda, pasajlarda aradik, yoktunuz / Meyhanelere baktik, otellere sorduk, yoktunuz / Nerdesiniz Ruhi Bey? (...) O kadar bekledim ki, geliyorum / Ölümümü bekledim, geliyorum / 'Bir ölüyü ve ölünün bütün inceliklerini' / Bekledim geliyorum' (...) Ve bildiginiz Ruhi Beyi- ya da bilmediginiz- / Gömdüm ben, geliyorum.'' Çay için teţekkür ediyorum yasli adama ve Sandal Bedesteni'nden çikiyorum, çarsinin uzun dehlizini geçiyorum. Gökyüzü...
Ciddi bir is
Mehmet H. Dogan, yakin dostu sair için bunlari yaziyor (3) ''Siir bir tutkudur Edip'te. Siirsiz bir masa, siirsiz bir içki, siirsiz bir yolculuk, siirsiz bir söylesi düsünülemez Edip'le. (...) Sairligi bir unvan olarak benimsemenin ve kiskançlikla korumaya çalismanin da derininde, siiri tek ugras olarak sürdürebilecek kadar rahat kosullar altinda yasiyor olmasinin onda yarattigi bir tür özsavunma mi vardi? Siir yazmakta bir is, hem de ciddi bir is degil miydi? Hem zamandisi, hem de kusakdisi hemen bütün sairler siirin disinda baska isler yapmak, yasamak için çalismak zorundayken kendisinin, yasaminin son otuz yilinda sürdürdügü çevresinden birçok kisinin bir ayipmis gibi basina kaktigi- görece rahat, sIkIntisiz yasami siirler yazarak, iyi bir sair olmaya çalisarak ödemeye mi çalisiyordu? Aslinda baska türlü yasayamayacagini o da biliyordu, siir-alkol-(çogu solcu) sanatçi dostlar çevresinin disina çikmadi, çikamazdi da. (...) Bu çevrenin kosullari içinde siir yazmak kadar Isçi Partisi'ne girmek, bir süre partinin sanat kolunda çalismak, kurultaylari izlemek, polisçe izlenmek, polisten kormak da vardı. Korkarak da olsa bunları yerine getirdi'' diyor.
Kaç türlü girilir ölüme. Kaç türlü aci kalir insanin yasaminda. Her sabah uyandigimda askin solgun yüzünü, çukura gömülmüs gözlerini görürüm. Kaç türlü animsanir sevgili, o ilk kez okunan siirlerin imgelerinde tadi kalan sevgilinin. -Tam bunlari düsünüp yaziyorken- odanin kapisi açiliyor, misafirlerin sesi doluyor içeriye; ''Bir çay daha içer misin'' diye soruyor hatun, ''iyi olur'' diyorum. ''Dünyada bakinip durma / Bütün ol ve ayri tut ki kendini / "
(1) Onu Anlat Iste. Muzaffer Ilhan Erdost. Onur Yay. Kasim 1989.
(2) a.g.e. sayfa 16-17
(3) Simdi Uzaklardasin. Mehmet H. Dogan. Adam Yay. Say. 15-16.
Cumhuriyet Kitap eki, Sayi: 517, 13 0cak 2000, Sayfa: 16-17