Arkadaslari bazen 'Tünelci' diye takilirlardi ona. Kendine ait olmayan sahte Habip Gül adiyla yakalandiginda onca iskenceye ragmen bu isimde israr etmis, mahkemelerde birçok kez bu isimle yargilanip cezalar almisti.Mahmut Alinak, "Seni yazmak istiyorum, bir sakincasi yoksa bana yasamöykünü yazar misin" diye sormustu ona. Habip söz verdigi yazilari 4 Haziran 1998'de ulastirmisti Mahmut Alinak'a. Ankara Ulucanlar Cezaevi'nde yasaminin sona erdirilmesinden 16 ay önce...
Habip'in öyküsü...
Zamansiz güz sogugunun Kars'i çepeçevre sardigi ugursuz bir pazar aksamiydi. Televizyonlar Ankara Ulucanlar Cezaevi'nde isyan çiktigini haber veriyorlardi. Devlet güçlerince girisilen operasyon sonucu bazi tutuklularin öldürüldügü bildiriliyordu.
Televizyonun basina geçmis, öfke kasirgasina tutulmus halde haberleri dinliyordu. Habip Gül adini isitince oturdugu kanepede tas kesildi. Aklina ilk gelen, sakin bir deniz gibi bakan Habip'in masmavi gözleri oldu. Gülümsüyordu. Sonra kadifemsi bir görüntü veren kipir kipir parlak kumral saçlari uçustu gözlerinin önünde. Arkasindan sirasiyla yüksek alni, hafif çikik elmacik kemigi ve ortanin üstünde gösteren fidan boyu canlandi belleginde. Hiçkiriklar arasinda telefona kosup, dar gün dostunu aradi. Sadece, "Habip.. Habip.." diyebildi boguk bir sesle. Dostu,"Yapma!" dedi aciyla. Baska da herhangi bir sey konusmadilar. Dostu tam olmasa da anlamisti Habip'in basina gelenleri.
Dizginsiz hiçkiriklar arasinda yigildigi masada Habip'le ilk karsilastigi ani hatirlamaya çalisti. Kutsal görünüyordu o an simdi ona. Ama tüm çabasi bosa gitti. Belleginde o ani gösteren tek bir resim bile yoktu. Sabun köpügü gibi silinip gitmisti her sey.
Kendisinin de terörist diye kilit arkasina kapatildigi günlerde tanismisti Habip'le. Ziyaretçi görüsüne gidip gelirken karsilasiyorduk herhalde, diye düsündü. Ama kör bir karanliga bakar gibiydi, hiçbir sey göremiyordu. "Ah, ah keske seni görüs yerinde hiç bekletmeseydim, paha biçilmez o zamani hiç çalmasaydim" diye haykirarak, sarsila sarsila aglamaya koyuldu.
Cezaevinden çiktiktan sonra içi burkularak geride biraktigi dostlarini sIk sIk ziyarete giderdi. Ulucanlar Cezaevi o her zamanki soguk ve resmi tavriyla karsilardi onu. Disçi koltuguna oturmaktan beter sIkIcIlIktaki islemler tamamlanirdi önce. Deniz Gezmis, Yusuf Aslan ve Hüseyin Inan'in asildiklari asirlik agacin önünden geçerek birinci kata çikardı sonra. Bir dönem birlikte siyaset yaptigi eski kogus arkadaslari, ziyaretçileriyle bu kattaki bir odada görüstürülüyorlardi. Erken getirildikleri için zaman israf olmasin diye ilkin onlarla görüsürdü. Sonra da alt kattaki dostlarina giderdi. Ama oraya hep geç kalmis olurdu. Cezaevi ziyaretlerinde zamanin nasıl geçip gittigi fark edilmezdi. Ateslenen sohbetin alevi, zamani hizla yutup tüketirdi. Eski kogus arkadaslariyla vedalaştiginda kogus kapilarinin kapanmasina on bes-yirmi dakika gibi kisacik bir zaman kalmıs olurdu. Saatine bakarken utanca bogulup, hizla disari atardi kendini. Içini dolduran agir bir suçluluk duygusuyla soluk soluga asagi kattaki görüsme odasinin yolunu tutardi. Habip'i o hiç degiţmeyen sakinligiyle gögsünde kollarini kavusturmus halde kendisini beklerken bulurdu. Beklemekten yorulup görüsme umudunu yitiren öteki dostlari, geriye sitemlerini birakip çoklukla gitmis olurlardi. Ama Habip gitmezdi, son ana kadar sabirla onu beklerdi. O, binbir özür dileyip bagislanma isterken, Habip tatli bir gülümsemeyle karsilik verip, rahatlatirdi onu.
Habip'in tünel kazarak cezaevlerini kalbura çeviren firar serüvenleri iste bu ziyaretlerindeki sakalasmalar sirasında çalinmisti kulagina. Arkadaslari bazen 'Tünelci' diye takilırlardi ona. Kendine ait olmayan sahte Habip Gül adiyla yakalandiginda onca iskenceye ragmen bu isimde israr edisi ve mahkemelerde birçok kez bu isimle yargilanip cezalar alisi, onun hayat macerasini daha da çekici hale getiriyordu. Kisilikleri henüz köklesmemis olanlar, Habip'teki çelik cesaretin kirintisini bile tasisalar, fark edilmek için herhalde çok kasintılı dururlardi. Çalimlarindan geçilmezdi. Ama Habip öyle degildi. Siradandi. Böyle gösterissiz olmak için de kendini hiç zorlamazdi. Güvenli insanlarin alçakgönüllülügü onu hayranlik verici bir dogalliga büründürürdü.
Elindeki romanin yazimi tamamlanmak üzereydi. Yeniden yazmak istiyordu. Ele alacagi konular üzerinde kafa yordugu bir sirada Habip'in hayatini yazma fikri alevlenmisti kafasinda. Habip'le en son görüsmesinde, "Seni yazmak istiyorum, bir sakincasi yoksa bana yasamöykünü yazar misin," diye sormustu. Habip ise, kaç günlük oldugunu simdi hatirlayamadigi bir süre istemisti ondan. Birbirlerini artik bir daha görmeyeceklerini bilmeden o gün vedalasmislardi. Çünkü o, yillar süren uzun bir ayriliktan sonra dogup büyüdügü topraklara geri dönecekti. Onlar bir daha hiç görüsmeyeceklerdi.
Habip, söz verdigi yazilari ortak bir dostlari araciligiyla ulastiracakti ona. 4 Haziran 1998 tarihli dört sayfalik yazi, memleketine döndügünün ikinci haftasinda eline geçmisti. Her satirini çizerek ve içi yanarak defalarca okumustu. Romani yayimlanmis, ancak bekledigi ilgiyi nedense görmemisti. Basladigi yeni romanin yazimi kesintilerle sürüyordu. Habip'in yasamindan etkilenerek kurguluyordu yeni romanini.
O lanetli pazar aksaminda televizyon haberiyle kedere boguldugunda, Habip'le en son görüsmesinin üzerinden on bes ayi askin bir süre geçmisti. Gecenin ürpertici sessizliginde masanin basina geçip, Habip'in yasamöyküsünü yeniden okudugunda içinde bas edemedigi bir titreme dolasiyordu.
"1/1/1965 tarihinde Elazig Karakoçan ilçesi Çalakas (Balcali) Köyü'nde dogmusum" diye baslamisti Habip, kendi yasamöyküsü'ne. "Üçü kiz üçü erkek, alti kardestik. Kardeslerin en küçügüydüm. Çok yoksulduk. Köyde tek karis topragimız bile yoktu. Köy agasinin tarla ve çayirlarinda çalisirdik. Yariciydik. Aga yan yatip kilini bile kipirdatmazken, terimizle can verip yeserttigimiz ürünün yarisi onun olurdu. Ablam aganin hayvanlarina çobanlik yapardi. Dag tas demeden, koca üç mevsim hayvanlarin arkasi sira sürüklenmesinin karsiligi olarak bir gömlek ya da entari alirdi. Ne zaman fersiz gözleri çukura kaçmis çelimsiz bir kiz çocugu görsem, ablam gelir gözlerimin önüne. Babamla annem yazgilarina sikâyetsizce boyun egmislerdi. Ama ben ve agabeylerim agadan nefret ederdik. Hep öfkeyle bakardik ona.
Yaz boyu tarlada çalisan zavalli babam, ekmek parasi kazanmak için kisin da büyük kentlere giderdi. Babami çok özlerdim. Aylar sürerdi bu ayrilik. Döndügünde ise, dünyalar benim olurdu. Agabeylerim büyüyünce, onlar da bu gurbet kervanina katildilar. Dur durak bilmeden yazin köyde, kisin da büyük kentlerde çalisirlardi.
Yillar birbirini kovalayıp gidiyordu. Ablalarim evlenip gitmislerdi. Böylece tarlada çalismanin yaninda, evin ömür törpüleyen agir isleri de anneme kalmisti. Agabeylerim de evlenip metropollere yerlesmislerdi. Evde çocuk olarak bir ben kalmistim. Yazin aganin tarlalarinda çalisirken, kisin da okuyordum. Ilkokulu bitirdigimde on dört yasindaydim. Çünkü okula geç baslamistim. Babam çok istedigi halde ortaokula gönderemedi beni. Okumak istedigimi söyledigimde, bana yalvarmayla dolu gözlerle bakip karsimda kederle boynunu büküsünü simdi bile hatirlamaya dayanamiyorum.
Devrimcilerle o yil tanistim. Çok geçmeden ... hareketiyle organik iliski kurdum. Köyleri dolasip tarlalarda çalisiyor, yaprak kesiyorduk. Ayrica köprü ayaklarina ve yol kenarlarina yazi yazmak gibi çalismalar da yapiyorduk. Bütün bu çalismalar ...nin gerilla faaliyetlerini de olusturuyordu.
1980, 12 Eylül darbesi tüm devrimci hareketleri oldugu gibi, bizi de biçti. Ben örgüt içinde fazla taninmadigim için, darbenin pençesi yakama yapismadi.
1981-82'ye gelindiginde örgüt dagilmisti. Kadrolar çogunlukla tutuklanmisti. Geriye kalanlar da askere gitmisti. Ben de bu boslugu 1983 yilinda evlenerek doldurdum. Köyümüzün önünden sakinlikle akan Peri nehrinin karsi kiyisindaki köyden Hanim adindaki bir kizla evlendim. Daha önce birbirimizi tanimiyorduk. Ortak bir tanidigimizin araciligiyla evlendik. Evlenmek, büyük bir borç yükünün altina girmek demekti. Baslik parasi, dügün masrafi derken epey borçlanmistim. Alacaklilar kapiya dayanmadan para kazanmaya baslamaliydim. Birkaç ay çalismak üzere Izmir'e, agabeylerimin yanina gittim. Ilk insaat isçiligim Çesme ilçesinde basladi. Dev gibi yükselen bir insaatta çalisiyordum. Bina her an üstüme yikilip, beni altina alacakmis gibi bir duygu uyandirirdi bende. Kis boyu tek bir günümü bile bos geçirmeden para biriktirmeye çalistim. Omzumdaki borç baskisi yüzünden bazen bogazimdaki ekmekten bile kismak zorunda kaliyordum. Borçlarimi karsilayacak kadar para biriktirdikten sonra, yazin köye döndüm. Ilk kiz çocugumuz o yaz dünyaya geldi. Kisin "gurbet", yazin da köyde ekin derken, kapiya askerlik gelip dayandi. Bir yil kaçak dolastiktan sonra askere gittim. Iki aylik askerken ikinci kizim dogdu. Askerligim sürerken aldigim bir mektupla babamin öldügünü haber aldim. O gün ve sonraki birkaç günde tarifsiz acilar çekmistim. Ama zamanin sifali merhemi içimdeki baba acisini çok geçmeden dindirmisti.
Derken askerlik bitti. Parasizdim. Bu halimle evime gidemezdim. Biraz para kazanmaliydim. Izmir Aliaga'da bir demir-çelik fabrikasinda is bulup, çalismaya basladim. Yil 1987, üçüncü kizim dünyaya gelmisti. Askerlik bittikten ancak üç ay sonra köyüme gidebildim. İsyerimden izin almistim.
...... örgütüyle bu demir-çelik fabrikasinda çalisirken tanistim. Dergimizin ilk sayisini dinmeyen bir susuzlukla okumustum. Yillar sonra devrimcilerle yeniden karsilasmak ve yepyeni bir örgütle tanismak benim için tarif edilmez müthis bir duyguydu. Bir yandan fabrikada çalisiyor, bir yandan da siyasal dostluklar kuruyordum. Tüm benligim devrim atesiyle yanip tutusuyordu. O çok sevdigim köyüm aklima bile gelmiyordu artik.
1988 baharinda hayvanlarimizi satip, baba ocagini terk ettik. Aliaga Helvaci Köyü'ne yerlesmistik. Burada arkadaslarimin yardimiyla yaptigim iki gözlü bir gecekonduda yasamaya basladik.
Örgütsel faaliyetlerim hizla sürüyordu.
Bu arada bir de oglum olmustu.
1991 29 Nisan'inda örgüte karsi baslatilan bir operasyonda evim basilarak gözaltina alindım. On bes günlük sIkI bir iskenceden sonra tutuklanarak Buca Cezaevi'ne konuldum. Cezaevine konulusum, karim ve çocuklarim için tastamam bir yoksulluk demekti. Ailede çalisabilecek kisiler varsa, örgütten ekonomik yardim almamak seklindeki karar nedeniyle karim bir yemekhanede is bulup çalismaya basladi.
Cezaevi bitip tükenmeyen açlik grevleriyle karsilamisti bizleri. Birçok kısa süreli, dönüsümlü açlik grevine girdik. Eskisehir Cezaevi'nin açilisi, ilk uzun süreli açlik grevi deneyimimin de baslangici oldu. Kirk bes gün sürmüstü. Barikatlar, direnisler derken bir yil Buca Cezaevi'nde kaldim. Bir yil içinde sadece bir kez ziyaretçi görüsü yapabildim. Çünkü otuz ay sürecek olan mektup ve görüs yasagi cezasi almistim.
Mahkeme bir yil sonra Terörle Mücadele Yasasi'na göre üç yil hapis ve 83 milyon lira da para cezasi verdi bana. Arkasindan Urla Cezaevi'ne sevk edildim. Burada üç ay kaldiktan sonra, "adli mahkûmlari isyana tesvik edip örgütlemekten" Kemalpasa Cezaevi'ne sürgün edildim. Her gittigim cezaevinde mektup ve görüs yasagi da arkamdan geliyordu. Hapis cezasini burada doldurdum. Geriye bana verilen 83 milyonluk para cezası kalmisti. Bu parayi devlete ödedigimde serbest kalacaktim. Böylece ya parayı ödeyecektim ya da hapiste kalmaya devam edecektim. Düzenin önümüze koydugu kötü bir tercihti bu. Neyse ki çok kafa yormam gerekmedi. Parayi ödemedim. Cezanin mesrulugunu kabul etmis olacaktim yoksa.
Para cezası hapis cezasina çevrildi. On bir ay 20 gün daha yatacaktim. Kazdigimiz 35 metrelik bir tünelle dört kisi, 19 Mayıs 1993 safaginda özgürlüge kostuk. On ay "cezam" kalmisti firar ettigimde. Benim için firar, üç yildan beri görmedigim karimi ve çocuklarimi daha yillarca görmemek anlamina da geliyordu. Her zaman söylüyorum, hiç unutmadigim ve anlatmakta güçlük çektigim iki ani var hayatimda: Birincisi, yillar süren uzunca bir örgütsüzlükten sonra 87 Ekim'inde ...... örgütüyle tanistigim anin duygularidir. Ikincisi ise, tünelden çiktigimda yüzüme vuran ilk yel ile özgürlüge atilan o ilk adimdir. Ve tünelin ucuna kadar gelip de geri dönen bir arkadasin ahmakligi...
Firar ettikten sonra ilk faaliyet alanim Adana oldu. Soluk soluga geçen sekiz ayin sonunda bir randevuya giderken pusuya düstüm ve yakalandim. Bir ay önce yakalanan iki genç yoldasimiz iskenceye dayanamayip, randevu yerini vermek zorunda kalmislardi. Üzerimde onlarca bildiri ve afisin yani sira sifreli telefon numaralari ve adresler vardi. Burada Habip Gül sahte kimligiyle yakalanmistim. Emniyete götürüldükten kisa bir zaman sonra bir polis gelip yüzüme uzun uzun bakti, "Ben bunu bir yerden taniyorum. İzmir Kemalpasa Cezaevi'nden firar edenlerden birinin gazetede çikan fotografina çok benziyor, iyice arastirin!" dedi. Habip Gül'le aynı memleketli (Marasli) oldugu için de sirtima iyi bir hemseri tekmesi vurarak çikip gitti. Bu umulmadik rastlanti isimi epeyce zora sokacakti. Dört gün süren soluksuz iskencenin agirligi, kimligimin sahteligi üzerineydi. Üzerimden çikan telefonlarla adreslerin sifrelerini de gizli tutmam gerekiyordu. Kimlikteki sahte Habip Gül ismine de simsIkI sarilmaliydım. Sonuna kadar direndim. Direnmekten baska seçenegim de yoktu.
Bir gün Tim Sefi beni odasına götürdü. Tabii ayakta duramadigim için sürükleyerek götürüyorlar. "Bomban patladi, bosuna direnme, kimligin sahtedir" dedi gözlerinde zafer kazanmis insanlarin pariltisiyla. "Ben Habip Gül'üm! Aksini ispatlamak sizin isiniz" diye direttim sogukkanlilikla. Iskenceci çok sinirlenmisti. Yanindakine, "Gelen faksi getir, bu o..... çocugu taniyacak mi bakalim?" diye bagirdı. Faksta gösterileceksşeyin Habip Gül'e ait bilgiler oldugunu tahmin etmekte gecikmedim. Isin kötüsü, ben daha önce ne Habip Gül'ü, ne de fotografini görmüştüm. Neyse gözlerim açildi. İskenceci, katlanmis bir faks kâgidinda bir fotograf göstererek "Kim bu lan" diye öfkeyle sordu. Fotograftaki Habip Gül hafif bir siritmayla bize bakiyordu. Olupbitenlere gülüyor gibiydi. Ben gayet sakince, "Benim!" dedim. Deliye dönmüstü. "Ulan sana benzemiyor!" diye köpürdü. Yay gibi gerilmisti, sinirinden tir tir titriyordu. Az önce faks kâgidında fotografini bana gösterdigi Habip Gül'e ait renkli bir fotografi baska fotograflarla karistirarak, "Madem öyle, bunlarin içinden kendini (Habip Gül'ü) bul!" dedi. Bana biraz önce faks kâgidinda gösterilen siyah-beyaz fotografi kafamda canlandirarak, renklisini elimle koymus gibi buldum. "Ben buyum" dedim. Yani Allah var, fotograftaki adam bana hiç benzemiyordu. Bir defa gözleri siyahtı onun. Benimki mavi. İskenceciler saskinlik içindeydiler. "Nasil olur lan, bu sana hiç benzemiyor!" diye çaresizce debelenip duruyorlardi. Ama kabul etmekten baska sanslari da yoktu. Çünkü agzimdan baska bir söz alamayacaklarini artik onlar da biliyorlardi. On dört gün süren iskenceden sonra bir gece alip beni daga götürdüler. Burada öldürüp cesedimi topraga gömeceklerini söyleyerek, saga sola ates ettiler. Bu tehditleri de ise yaramayinca, bir disimle birkaç kaburgami kirarak beni emniyete geri götürdüler. Kollarimdan askiya asilmam yüzünden koltuklarimin alti yirtilmisti. Ters askidan ayak bileklerimin derisi çok kötü bir ţekilde yüzülmüstü. Copla tecavüz girisimlerinden makatimda agir bir hasar meydana gelmisti. Oturamiyordum. Oturup kalkarken dayanilmaz acilar çekiyordum. Bedenim bütün bütün acilara bogulmustu. Ama her ne pahasina olursa olsun dayanacaktim. Dayanmaliydim!
Gözaltindan çiktigimda sol tarafim tutmuyordu.
Tim Sefi son gün beni DGM'ye götürürken omuzlari çökmüs halde yakiniyordu: ".... örgütü senin gibi on kisiyi buraya gönderirse biz ... yedik demektir. Bir dahakine karsilasirsak seninle bu kadar ugrasmak yerine ..."
Habip Gül adini mahkemede de sahiplendim. DGM bu adla beni tutukladi. Yirmi gün Adana Cezaevi'nde kaldim. Sonra da Malatya DGM'de yargilanmak üzere Malatya E Tipi 'ne gönderildim. Burada yedi ay tutulduktan sonra yine Habip Gül adiyla tahliye edildim. Buradaki mahkemem hâlâ sürüyor.
Cezaevinden çiktiktan sonra Istanbul'a gittim. Habip Gül kimligi desifre olmustu. Artik isimi görmeyecekti. Ben de Altan Ersoy kimligiyle gizli faaliyetlere basladim. Ben artik Altan Ersoy idim. Gerçek adimi bazen tatli bir nostaljiyle hatirlayip, tebessüm ediyordum.
1995 yilinin 26 Nisan günü Istanbul Bagcilar'daki evimiz gece yarisi polislerce basildi. Baskinda bir bayan arkadasla gözaltina alindik. Örgütümüze yönelik bu operasyonda ayni gecede, ayni saatlerde degisik semtlerde alti ev daha basilmis, dokuz yoldasimiz yakalanmisti. Altan Ersoy adina düzenlenen kimligin sahteligi gözaltina alinisimizin ertesi günü ortaya çikti. Yollarimiz Habip Gül ile yeniden kesismiţti. Belli ki birbirimizi çok sevmistik! Habip Gül oldugum ve Adana'da yakalandigim her nasilsa ortaya çikmisti. Ben de Habip Gül ismine itiraz etmedim. Besbelli yine Habip Gül olarak tutuklanacaktim.
Iskencede kaldigimiz on üç günlük sürede iskenceciler kendi karargâhlarinda yenildiler. Devrimci onurumuzu çignetmedik.
On üç gün sonra tutuklanıp Bayrampasa Cezaevi'ne götürüldük. Ben yine Habip Gül adiyla tutuklanmistim.
Rastlantidir, cezaevine girdikten birkaç gün sonra Eskisehir yeniden açildi. Tüm cezaevlerinde süresiz açlik grevleri patlamisti. Bu üçüncü 45 günlük açlik grevim olacakti. 45 gün süren direnisimiz, devletin isteklerimizi kabul etmesiyle son buldu.
Bayrampasa Cezaevi'nde sekiz ay tutuklu kaldiktan sonra yine ayni isimle, Habip Gül olarak serbest birakildim. Istanbul 4 no'lu DGM'deki davam hâlâ sürüyor.
Tüm bu olupbitenlerden annemin, karimin ve çocuklarimin haberi yoktu. Nasil olsun ki? Polisin defalarca karimi gözaltina alip beni sormus olmasindan da elbette benim haberim olamazdi. Sokakta ogluma seker verip, eve gelip gelmedigimi sorduklarini da sonradan ögrenecektim. Birkaç kez de annemi, "Oglunu vurduk, gel cesedini al" diyerek morga götürmüsler. Sonra da, "Iţte senin oglunu da bir gün böyle vuracagiz!" deyip geri göndermisler.
Bayrampasa Cezaevi'nden çiktiktan sonra baska sahte bir kimlikle faaliyetlerime devam ettim. Bir-bir buçuk ay sonra bir sekilde bacagimdan yaralandim. Kursun kasigimdan girip siniri kopararak disari çikmisti. Gizli çalismanin tahmin edilebilecek kosullari yüzünden dört gün doktora gidemedim. Çok kan kaybettim. Hem ameliyat olmak hem de siyasal faaliyetlerimi sürdürebilmek için Ankara'ya geldim. Ameliyat olduktan bir süre sonra çift koltuk degnegiyle gezmeye basladim. Yarali bacagim boydan boya alçiya alinmisti.
Tam koltuk degneklerini atmis ve bacagimdaki alçiyi yeni çikarmistim ki, Ankara'da örgütümüze karsi girisilen bir operasyonla tekrar yakalandim. Bayrampasa Cezaevi'nden saliverilmemin üzerinden alti ay geçmisti. Bu kez üzerimde Hüseyin Yadigar Özüdogru adina düzenlenen sahte bir kimlik vardı. Iskenceciler beni öldüreceklerini söylüyorlardi. Ölümü göze aldigim için tehditleri beni hiç mi hiç etkilemiyordu. Tehditleri irademin beton duvarina çarpip tuzla buz oluyordu. On üç gün içinde iki kez gece yarisi Gölbasi'na götürüldüm. Bir çukura yatirip sagima, soluma ates ettiler.
Ankara'da ... Subesi'nin garaj olarak da kullanilan alt katinda, bir metre derinliginde kapakli bir tuvalet çukuru var. Beni bu tuvalet çukuruna koyup, kapagi üzerime kapatarak orada her seferinde, bir saate yakin pisligin içinde tutuyorlardi. Kollarimdan asiyor, bedenime elektrik veriyorlardi. Yarali bacagimi tekmeleyip, kasigimdaki kısmen yirtik sinirleri büsbütün koparmaya çalisiyorlardi.
Orada, devrim ile karsidevrimin iradeleri çarpisiyordu. On üç gün sonra sistematik iskence artik bitmis, sira parmak izlerimi almaya gelmisti. Parmak izi tespitine götürülüyoruz. Parmak izlerim alindiktan on dakika sonra beni bir odaya götürdüler. Sivil giyimli bir komiser, üstüme hisimla gelerek suratima sertçe bir tokat atti ve "Sen kimsin lan, adin ne?" diye kükredi. Ben de gayet sakin, "Hüseyin Yadigar Özüdogru" dedim. "Peki 1995 yilinin 26 Nisan günü Istanbul'da Altan Ersoy olarak yakalanan kim?" Evet, anlasilan kimligimin sahte oldugu açiga çikti. Yeni bir kimlik arastirmasinin önünü kesmek için, hazir bir cevapla, "Orada bir yanlislik var" dedim. "O kimligi bulmustum. Genel kimlik kontrolü sirasinda üzerimde iki kimlik bulundugu için gözaltina alindim ve serbest birakildim. Yoksa ben Altan Ersoy falan degilim" dedim. Neyse ki, bekledigimden de erken ikna olup, bir-iki tehditten sonra beni Terörle Mücadele Subesi'ne geri götürdüler. Terörle Mücadele Subesi'nin kapisina geldik, garaj kapisinin anahtari yok. Ariyorlar. Bir yandan telsizle içeriden kapinin açilmasini anons ederken, bir yandan da Hüseyin Yadigar Özüdogru ehliyetiyle, yani benim ehliyetimle kapiyi kurcaliyor komiser. Böyle kurcalarken ehliyetin kösesi kirildi. Bana dönüp ehliyeti gösterdi, "Allah bilir bu da sahtedir. Bunu kiracagim sana da ... verecegim" dedi. Ben de gayet normal bir sekilde, "Olur, bence mahsuru yok" diye karsilik verdim. Komiser, satasmalarina böyle rahat bir sekilde cevap verdigimi görünce, "babacan" bir tavirla, belki de aciyarak "Niye lan?" diye sordu. "Çünkü, sen benden her kimlik sordugunda, onu sana gösteririm de ondan" diye karsilik verdim. Bu sözlerime sinirlenen iskenceci, küfrederek suratima birkaç yumruk savurdu. O sirada garajin kapisi açilmisti. Beni götürüp, hücreme attilar. O gece, yanima kimse ugramadi. Ama kapi her açildiginda, mutlaka baska bir sahte kimligim açiga çikti, düsüncesiyle her seferinde baska bir kimlik için kafamda bir sürü cevap hazirlamak zorunda kaldim.
Sabah, yani on dördüncü gün, DGM'ye çikarildim. Bu kez, Hüseyin Yadigar Özüdogru olarak DGM'ye çikmistim. Savciya, bu yeni kimligimle ifade verdim. Savcinin odasindan çiktim. Uzun bir beklemeden sonra tam hâkimin odasina girecekken, Tim Sefi, elinde bir faksla yanima geldi. Istanbul'dan bir faks geldigini, benim Habip Gül oldugumu ve daha önce de Istanbul ve Adana'da yakalandigimi, hisimla söyledi. Benden önce, hâkimin yanina giderek, durumu açikladi. Beni yeniden emniyette sorguya almak için hâkimden izin istedi. Bu beklenmedik gelisme üzerine ifadem hâkimlikçe, Habip Gül olarak alındi. Bütün iskencecilerin surati görülmeye degerdi o sirada. Bizi nasil on dört gün atlattin, diye köpürüyorlardi.
22 Mayis 1996 günü Habip Gül olarak Ankara Ulucanlar Kapali Cezaevi'ne geldigimde perisan bir haldeydim. Süresiz açlik grevi, bizden iki gün önce, 20 Mayis günü baslamisti. Bir haftalik bir dinlenmeden sonra süresiz açlik grevine katildim. Grevin ellinci gününde, örgütümüzün karariyla, gönüllü olarak, ölüm orucuna basladim. On iki sehit verilerek 20 Temmuz günü sonuçlanan ölüm orucunun bittigi gece hastaneye kaldirilirken kalp krizi geçirdim. Doktorlarin müdahalesiyle, yasama dönmüsüm.
Yeniden Habip Gül olmustum.
Ankara Ulucanlar Cezaevi'ne geldikten on bes gün sonra Sabah gazetesinde fotografimla beraber gerçek kimligimin açiga çiktigini okudum. Nevzat Çiftçi... Tabii bu duruma benimle beraber tutuklanan yoldaslarim epeyce sasirdilar. Parmak izlerimden yola çikarak polis, gerçek kimligime yani Nevzat Çiftçi'ye ulasmisti. Bundan emin olmak için anneme gidip fotografimi göstermisler. "Eger senin oglunsa gel cenazeyi al!" demiţler. Annem panikleyerek aglamis ve fotografin bana ait oldugunu söylemis. Böylelikle, annem, karim ve çocuklarim yedi yil sonra nerede oldugumdan ve yasadigimdan haberdar oldular. Ancak ölüm orucu bittikten sonra ailemle görüsebildim. O gün, rastlantiyla çocuklar için açik görüs vardi. Daha üç aylikken ayrildigimiz oglum Yoldas, ziyaretime geldiginde yedi yasindaydi. Kocaman bir delikanli olmustu. Yüzünde utangaç bir ifade vardi. Hayatin garip cilvesi, oglum beni tanimamisti. Çünkü beni sadece fotograflarimda görmüstü. Tanimlanmasi güç tuhaf duygular içindeydim. Oglumun büyümüs olmasi bana gurur ve güven veriyordu. Onun kosup bana dogru gelmesini beklerken, baska bir arkadasimin kucagina gitmesi, bizi epey güldürmüstü. Sonra da böyle güldügümüz için Yoldas'a karsi suçluluk duyup utanmistik.
Simdi çocuklarimla iliskilerimin pek iyi oldugu söylenemez. Birbirimize karsi adeta birer yabanci gibiyiz. Ayri kaldigimiz o koca yillar, aramizda görünmez bir duvar örmüs sanki.
Nevzat Çiftçi (Habip Gül) 4.6.1998"
Habip'in cezaevinden daktilo edip gönderdigi yasamöyküsü bittiginde saatler geceyi yarilamisti. Televizyonlar, Ulucanlar Cezaevi'nde öldürülenlerin adlarini haber veriyordu. Kars rahat uykusundaydi, tipki Ankara, Istanbul gibi. Habip'in ruhu caddelerde ve sokaklarda kol geziyordu. Kars'in sakli gecesinde aci bir hiçkirik patliyordu.
Cumhuriyet Pazar Dergi, Sayi: 172, 14 Kasim 1999 Sayfa: 6 - 9
Öneri, katki ve elestiri
Yakamoz
Ana Sayfa