FAŞİZMİN YÜKSELİŞİ

Bazen açıkça faşist bazen de yalnızca faşizan bir ideolojiyi seslendirmiş bir partinin son seçimlerde oylarını büyük ölçüde artırması faşizm avcılarını da harekete geçirdi. Yıllardır çevremizde gelişimini izlediğimiz kimi süreçler o sıralar da faşizan ideolojilerin egemenleşmesiyle açık ya da örtülü biçimde ilişkilendirilmişti tabii; ama artık insana “ne alaka” dedirtecek analizler de çıkıyor ortalığa. Örneğin günlük yaşam içinde şiddetin artışını faşizmin yükselişiyle bağdaştıranlar var. Oysa faşizm şiddetin örgütlenmesini, hatta bir noktadan sonra sınırlanmasını içerir. Günlük yaşam içinde örgütlenmemiş şiddetin yükselişi a) faşizme yatkın bir ortamın varlığını ve b) faşizan bir ideolojinin bu şiddeti —henüz— örgütleyememiş olduğunu gösterir. Faşizm egemen olduğunda sokak şiddetinin yerini toplu jimnastik alır.

Bir başka ilişki —kimi zaman şiddet bağlamında— pornografiyle faşizan ideoloji arasında kurulanı. Burada pornografi terimi kimi ilkel toplumlardaki geniş anlamıyla, yani duyguların ya da özel yaşamın mahremiyetinin pervasız hatta kör parmağım gözüne bir ortaya konuşu olarak kullanılıyor. Bu saptama belli bir doğruluk içerir tabii; faşizmdeki beden kültünün izleri ilk faşizan düşünürlere dek izlenebilir (Nietzsche: “<<Gövdeyim ben ve can; böyle der çocuk ve övünür. Neden çocuk gibi olmamalı?” [Böyle Buyurdu Zerdüşt, Cem Yay.]). Ama duyguların —ve bedenin— teşhiri postmodern kültürün de genel bir özelliğidir ve faşizme özgü değildir. Bu bağlamda gündeme getirilen, örneğin Sinan Çetin’in adını hâlâ öğrenemediğim programının ya da Şans Kapıyı Çalınca’nın, Batı’daki benzerlerinden pek farklı olduğunu, yani ülkemiz için özel bir faşizme yatkınlık durumunu gösterdiğini pek sanmıyorum.

Kanımca asıl tehlike tam da Gramsci, Reich, Freud ve başkalarınca ifade edilen yerde yatıyor: kitle ruhunda. Ülkemizi benzer durumlardaki postmodern kültürlerden ayıran, geleneksel yapılar içinde çok kolay oluşabilen toplulukların kitle ruhunun etkisi altına girmeye yatkınlığı. Kitle ruhunun kendisi değil yatkınlığı oluşturan; içi boşalmış ve —geniş anlamıyla pornografik— klişelerle ifade edilen aidiyet/hısımlık bağları. Bu bağlar yalnızca klişelerle ifade edilir olunca da bağladıkları insanları daha baştan bir kitle haline getiriyorlar. Faşizmin Batı ülkelerinde zorlukla, kimi zaman sokak çatışmalarıyla oluşturduğu —çoğunlukla şiddet içeren, ama zorunlu olarak değil— temel dürtüler zemininde bir araya gelmiş insan toplulukları bu ülkede herhangi bir faşizan ideoloji tarafından devşirilmeye hazır bekliyorlar. Ama bu “hazır” oluş yine de tam değil. Üç başka unsur daha gerekiyor her şeyin yerine oturması için:

Birincisi linç psikolojisi. Bir “büyük düşman” yaratırsınız ve onun söylediği ya da “söylemeyip aslında istediği” ya da yaptığı ve yapabileceği şeylerin korkunçluğuna geniş toplum kesimlerini inandırırsınız. Linç psikolojisini her dem taze tutmak için zaman zaman küçük şölenler düzenlenebilir; ama düşman bir bütün olarak ne kadar muğlak tanımlanırsa o kadar iyidir. “Bebek katili Apo’ya ölüm”, bütün Kürtlerden kuşku, ama aslında “Türkün Türkten başka dostu yoktur.”

Linç psikolojisi faşizan ideolojiler için uygun serpilme ortamını oluşturur; ama bona fide faşizm için yeterli değildir. Ne 19. yy pogromlarını düzenleyenler ne de Ku Klux Klan gerçek faşist hareketler değildi. Öyleyse 2a) kentsel bir temel (bunun “yıkılmış ya da içi boşalmış aidiyet ilişkileri” için de gerekliliği tartışılabilir; en azından küresel pazarın oluşmamış olduğu geçmişte) ve 2b) hoşnutsuz ve hoşnutsuzluğu kolay yaatışmayan, yani ödünlenmeyen kitleler de gerekiyor faşizm için.

Üçüncüsü mü ne? Tabii ki faşist bir çekirdek partinin (Konseyci Gramsci’nin [1919] tanımladığı anlamda, parti olması bile gerekmeyen bir “saygınlar topluluğu” olarak) varlığı.

Hayırlı olsun… Hepimize, ama en çok da klişeleri oturtma, geniş kitlelerin hoşnutsuzluğunu dile getirmesini engelleme ve linç psikolojisini oluşturma görevlerini neredeyse kusursuz biçimde yerine getiren “medya ve siyaset dünyasının" seçkinlerine…

Rêşo

Öneri, katki ve elestiri

Yakamoz