VARLIK SORUNSALI VE JEAN-PAUL SARTRE

Sahin Yenisehirlioglu

 

“Gelecegi görüyorum. Iste orada, sokakta. Simdiden daha silikçe. Daha ne bekliyor gerçeklesmek için sanki? Gelecek, bu ihtiyar kadina daha fazla ne saglayabilir ki? Ihtiyar kadin topallayarak uzaklasiyor. Aniden duruyor. Basörtüsünden sarkan aklasmis bir tutam saçi yana dogru itiyor. Yeniden yürümeye koyuluyor. Demin ora- daydi, simdi ise burada... Hiç anlayamiyorum içinde bulundugum durumu: Hareketlerini gerçekten görebiliyor muyum, yoksa onlari tahmin mi ediyorum? Simdiyi gelecekten hiç ayirt etmiyorum artik. Çünkü, sürüp gidiyor bu, yavas da olsa gerçeklesiyor; ihtiyar, koskocaman erkek ayakkabilarini sürüye sürüye ilerliyor issiz sokakta. Budur iste zaman, hem de çirilçiplak zaman, yavasça varoluyor. Kendini beklettirir ve geldiginde de tiksinti verir. Çünkü, zaten, uzun süredir onunla birlikte bulunuldugunun farkina varilir. Ihtiyar, sokagin kösesine yaklasiyor. Ufacik kara bir kumas yiginindan baska bir sey degildir artik o. Evet, dogru, bu, yeni bir sey. Demin orada degildi. Ama bu, insani sasirtmayan tatsiz ve silik bir yenilik. Sokagin kösesini dönmek üzere ihtiyar kadin, dönuyor iste...bitmek bilmeyen bir süreden beri.

Pencereden söküp atiyorum kendimi. Sallana sallana odada basliyorum dolasmaya; birdenbire aynaya yapisip kaliyorum, kendime söyle bir bakiyorum, tiksiniyorum kendimden: Hala bitmez tükenmez bir süre daha. Sonunda, bu görüntümden kurtulup yatagin üzerine yigiliyorum. Tavana bakiyorum, bir uyuyabilsem.

Sakinlik, sessizlik……..”

Bulanti adli romandan alinan bu kisa parçada, olgulara dayanan varolusa iliskin bir temanin varolusçu bir anlatim biçiminin özelliklerini buluyoruz.

Bütün sorun nedir varolusçulukta? Ayrica, bu sorunun bir sorunsal olusturmasi söz konusu mu? Bu iki ayri-ama gerçekte, mantiksal ve özsel bir biçimde birbirine bagli - soruya yanit vermek gerekiyor ilkönce. Sonra da varolusçu1uk ve Jean-Paul Sartre baglantisina girilebilir.

Birinci soruya gelince: Varolusçuluktaki bütün sorun, “varlik” in (“'letre”) ne oldugu sorunudur Ayrica, bu sorun yanitini ararken, “varlik”in ne olacagi sorununu da dogurur yapisinda dogal olarak. Bu, aslinda, bir tür, varligin bilgikurumsal yapisini felsefi alanda biçimlendirmektir. Örnegin, Sartre'da, bu konuya iliskin olarak - aynen Heidegger'de oldugu gibi-bir varlikbilim (ontoloji) kaygusu, bu kayginin yanisira bir “hiçlik” (“le neant”) düsüncesini çözümleyerek inceleme istegi vardir. Çünkü, böyle bir istek, bir gereksinim sonucudur Sartre felsefesinde. Isin ilginç yani, “hiçlik” düsüncesi, onda, Heidegger'den çok, Hegelci bir anlamda ele alinmaktadir.

Buna karsin, Sartre yine de, “hiçlik” düsüncesi üzerinde uzun uzadiya durur. Çünkü “varlik”i tanimlamak Sartre'a göre, onun tam karsiti olan “hiçlik” i de hesaba katmaya ve onlarin bir bütünün ayri birer yansimalari oldugunu kabul etmeye baglidir. Iste, tam bu noktada “varlik” i ele alma Hegelci bir tutum içeriyor. Kisacasi, varligi iki yönlü olarak tanimlar Sartre; “kendinde-olan” (“l’en soi”) ile “kendi-için-olan” (“le pour-soi”). Bunlar, bir ayni varlik içinde bulunurlar gerçekte. Bu birlikte bulunmadan dolayi da, “varlik”, sürekli olarak, (hep) kendine özdes olandir. “Kendinde-olan”, Descartes'in “uzam”i (“etendue”) gibidir bir çesit. Oysa, “kendi-için-olan”, Hegelimsi bir biçimde, sürekli bir devim olarak, varligina sahip olan - ya da öyle anlasilabilen - düsünceyi karsilar.

Sartre söyle tanimliyor “varlik”i, Varlik ve Hiçlik adli kitabinda: “Ama, varlik, kendine dogru bir iliski degildir, o dogrudan dogruya, kendisidir. Gerçeklesemiyen bir içkin olmadir.” Ya da söyle çevirelim: “Varlik, benligin kendisine dogru yönelen bir iliski degildir; o, dogrudan dogruya, bu benligin kendisidir. Gerçeklesemeyen. bir içkinlik, olumlanamayan bir olumlama, etkinlenemeyen bir etkinliktir. Çünkü, o, kendisiyle o denli doludur ki, sanki her bir sey, varligin içinden, benligin kendini olumlamasini çikarip kurtarmak icin, varligin bu dolulugunun giderilmesi gerektigini göstermektedir. Yalniz, bunu, varligin kendini, benliginin özelliklerinden soyutlayarak farksizlastirmasi olarak anlamayalim: Çünkü, kendinde-olan'in farksizlasmasi demek ise, bu belirlemenin ötesinde, kendi benligini olumlama olgusunun herhangi bir sinir tanimamasi demektir. Zira, bir sürü kendini olumlama biçimleri vardir. Iste, elde edilen bu ilk sonuçlari kisaca özetlersek, o zaman, varlik, benligin kendinde olmasi'dir denebilir.

Ama, eger, varlik, benligin kendinde olmasi ise, bu varligin yeniden kendini, kendi benligine göndermedigine isaret eder, aynen, benligin bilinci'nde oldugu gibi: Varlik, bu benligin kendindeligidir iste.”.

Varlik ve Hiçlik’in bu tümcelerini buraya aktarmamizin nedeni oldukça açiktir: Sartre, varligin tanimini verirken, Hegelimsi bir belirleme biçimine basvurmaktadir. Bunu da, bir tür yöntem olarak kullanmaktadir aslinda. Çünkü, Hegel için de varlik, “kendinde-olan” (“l'en-soi”), “kendi-olan” (“de soi”) ve “kendi-için olan” (“le pour –soi”) durumlarin, sürekli bir devim çerçevesinde birbirlerine geçisleri, dönüsümleri, bütünlesmeleri ve birbirlerinin içinde erimeleridir. Bu ise, varligin tarihini olusturmaktadir. Tarih ise, varligin yapisiyla birlikte, degisimin ve baskalasiminin nesnelligini hazirlamaktadir. Bu, ayni zamanda bilincin tarihidir de: “Su halde bilincin tarihi - Tin'in Fenomenolojisi - onun [var-olma] deneyiminin tarihidir, tinsel tözün, yavas yavas Benlige dogru ilerleyen açinimidir.” J. Hyppolite, Hegel'in Fenomenoloji’sini açiklamak için, bu savi dile getirirken, gerçekte, Hegel'in su belirlemesinden yola koyulmaktadir: “Bilinç, deneyimlerinin içinde varolanin disinda hiçbir seyi bilemez ve kavrayamaz; sonuçta, bu deneyimdeki sey, yalnizca tinsel töz'dür. O da, gerçekte, kendi öz Benligi'nin nesnesidir.” Bu nesnellesme ise, varligin varlikbilimsel yapisinin (ontolojik yapisinin) tarihsellesmesinden baska bir sey degildir.

Bu nesnelleserek tarihsellik kazanma ya da tarihselleserek nesnellesme sürecine bir üçüncü öge olarak bilgi girmektedir. Böylece, varlik ve bilgi, Hegel diyalektiginde birbirlerini sürekli olarak güdümleyerek “kavram” (“concept”) ve kavrayis devinimini ortaya koyarlar. Iste Sartre, bu noktadan kalkarak “varolus ideolojisi”ni bu tür bir temele oturtmak ister: “Varolus ideolojisi, kendisini yeniden canlandiran Marksçiliktan, Marksçiligin Hegel'den türetmis oldugu iki isteri kalit olarak almistir: Eger insanbilimde [antropolojide] Dogruluk [“Verite”] diye bir seyin ol-masi gerekiyorsa, bu olmus olan bir dogruluk olmali ve kendini bütünleyis yapmalidir. Söylemek bile fazla ki, bu çifte ister, Hegel'den beri diyalektik diye bilinen varlik ve bilgi (ya da kavrayis) devinimidir. Nitekim ben de Yöntem Arastirmalari’nda, böyle bir bütünleyisin Tarih ve tarihsel Dogruluk olarak sürekli bir akis halinde bulundugunu benimsedim. Bu temel uzlasim noktasindan yola çikarak, felsefel insanbilimin iç çeliskilerini gün isigina çikarmaya giristim ve kimi kurumlarda da, seçmis bulundugum yöntembilimsel düzlem üzerinde, bu güçlüklere getirilebilecek geçici çözümlerin bir taslagini yaptim. Ancak yine söylemek bile fazla ki, eger Tarih ile Dogruluk bütünleyici degilseler, eger olgucu-larin [pozitivistlerin] ileri sürdükleri gibi, yalnizca Tarih'ler ve Dogruluk'lar varsa, o zaman çeliskiler ve biresimsel asmalar bütün anlamlarini yitirirler. Bu nedenle, eldeki yapiti kaleme alirken su temel sorunu ele almak bana gerekli göründü: bir insan Dostlugu var mi?”

Demek ki Sartre, Varlik ve Hiçlik’te “varlik”i tanimlarken, bu kez de Diyalektik Us’un Elelestisi’nde bu varligin bir “varolus ideolojisi” ni saptamak istiyor yukaridaki soruyu sorarak: “Bir insan Dogrulugu var mi?” (“Gerçekligi var mi?”) Aslinda bu soru, bir insan gerçekliginin olup olmadiginin sorusudur. Çünkü, “insan”, “varlik” olarak, bir varolus kazanabilmek için, ilk önce, bir “gerçeklige” sahip olmak zorundadir. Zira, bu gerçeklik çerçevesinde ve bu gerçeklik tarafindan “insan” ancak bir varolus elde eder. Ve onu biçimlendirir. Iste, bu biçimlendirme

isinde, varligin, bu gerçeklik dolayisiyla - yaratmis oldugu gerçeklik dolayisiyla –“proje” ler yapmasi ve onlara göre bir varolma çizgisi çizmesi söz konusudur.

Salt bu nedenle Sartre, “varlik”i tanimlarken,onda,“benligin kendisine dogru yönelen bir iliski”den çok, “...dogrudan dogruya bu benligin kendisi”ni bulmustur.Çünkü, varligin içinde bulundugu sorun, onun, “kendi benligini olumlama olgusu”dur. “Olumlama olgusu” ise, kabüllenmek ve yadsimak olgularinin arasinda sürekli bir gidis gelis, sürekli bir devimdir. Bu gidis gelis, bu devim, varligin gidis gelis ve deviminden baska bir sey degildir. Onlar, belirli bir süreç olustururlar. Bu süreç ise, varligin olusma sürecidir.Olusma ile birlikte bu süreçte, varlik, gerçeklik kazanmaktadir. Gerçeklik kazanma olgusu, bir çok gerçeklik kazanma biçimlerini ve yollarini yapisinda barindirir dogal olarak.

O zaman, ortaya, baska baska gerçeklikler çikmakta ve herbir gerçeklik ise kendini, bir “benlik” olarak olumlamaktadir. Bu “benlik”, iki ayri yapidan olusmakta olup, sürekli bir biçimde birbirlerine geçisi öngörmektedir. Bu geçisler, varligin devimidir. Iste, bu nedenle, biraz yukarida da belirttigimiz gibi, Sartre, “Varlik”i iki yönlü tanimlamaktadir: “kendinde-olan” ile “kendi-için-olan”. Bu iki yön, bu iki tip varlik, ayni varligin bir ve tek benlik”) olarak ifadesidir. Bu nedenle, Sartre'in varolusçu felsefesinde, varligin diyalektigi, ayni Hegel'in Fenomenolojisi’nde oldugu gibi, “kendinde-olan” ile “kendi-için-olan”in diyalektigidir. Aralarindaki dönüsüm ve geçisler diyalektiginden dolayi da varlik, sürekli bir devimsellik yansitir. Bu devimsellik, onun gerçeklesmesi, kendi benliginin birçok uygulama alaninda somutluk kazanmasidir.

Çünkü, bu uygulamalarda gerçeklestirmek istedigi erekler vardir. Onlar, varligin kendine daha önceden öngördügü ereklerdir. Onlari gerçeklestirirken de, amaci, kendini gerçeklestirmektir. Bu nedenle, iki ayri yanla yüzyüze geliyoruz varlikta: Yalin bir varlik, “kendinde-olan-varlik” ve gerçeklesmesi sözkonusu olan, bir “proje” varlik. O da, “kendi-için-olan varlik”tir Kendi benliginde-olan-varlik ise, bu her ikisini, kendi yapisinda bir bütün olarak ortaya koyan varliktir. Ayni, Sartre'in da dedigi gibi; “benligin bilincinde oldugu gibi.”

Sartre felsefesinde, “varlik” in bu denli parçalanisi - ayrica bu bir parçalanma mi? bu da tartisilmasi gereken ayri bir sorun -acaba, onun, herhangi bir yana daha çok önem verdigini mi göstermektedir? Yoksa, bunlardan herhangi birinin daha önce mi geldigini aramaktadir? Yani, hangisi önce geliyor; “kendinde-olan” mi? Yoksa, “kendi-için-olan” mi? Sartre'in felsefesinin, Jean Wahl'in de belirttigi gibi, “çözülmesi en güç olan sorunlar” indan “biri bu”. Bu noktada, varliga hem “idealist” ve hem de “realist” “kendinden olandir dedigi zaman, daha çok bir realist oluyor, kendi için derken de, idealist”.

Aslinda, Sartre'in, nerede “idealist”, nerede “realist” oldugu bizi pek ilgilendirmiyor. Çünkü, tanimladigi “varlik”, gerçeklikle, düslenen durumlarin içinde ve arasindaki geçislerde olusumunu, durumlarin bir olumlamasi olarak yasamakta ve gerçeklestirmektedir. Ancak, bu noktada “kendinde-olan” ile “kendi-için-olan”in birligini elde etmektedir. Demek ki, bu iki varlik türü, daha dogrusu ayni varligin bu iki ayri yani, hem görünüste ve hem de temelde bütün özellik ve nitelikleriyle böylesine birbirlerinin karsiti olmalarina karsin, hiç kuskusuz, ayni varligin degisik ve farkli durumlardaki kendisidir.

Sartre, bu, hem ayni ve hem de ayri olan varligin bilimini, yani, onun varlikbilimini (ontolojisini) kendi felsefesine göre olusturmak ve biçimlendirmek istedi. Bu nedenledir ki, varligin olusumunun diyalektigine egilmek zorunda kaldi. O zaman, usa hemencecik; Hegel'in, varligi bir “bütün” olarak ele alip, onda, bu ayri yanlari, bir iç “kendi-için” ile bir dis “kendi-için” ve onlarin devimleri olarak görmesi geliyor. Sartre'da, bunun, Hegel'inkinden tümüyle ayri oldugunu sanmak yanlis olur. Yalniz, Hegel'de “varlik”i bilgi ve Tarih belirlerken, bu kez Sartre'da, kendini sürekli olumlayarak yasam biçimini bulma olgusu belirlemektedir.

Burada, su sorunla yüzyüze geliyoruz bu kez de: Varligin, sürekli kendini olumlayarak, yasam biçimini bulmak istemesi, yada içinde olumlanacagi gerçekligi yaratmak istemesi, onu, gerçekligin kendisiyle ya da kendinde gerçeklikle bulusturup uyuma koyabilir mi? Bir baska deyisle, Sartre'in “varlik”inin gerçekligi, gerçekligin kendisi midir? Bu sorunun yaniti, dogal olarak, Sartre'in romanlarinin, oyunlarinin kahramanlarina bakildiginda ortaya çikacaktir: Çünkü, Sartre'in kahramanlarinin yaratmis olduklari gerçeklikler, kendi gerçeklikleridir. Onlar, ancak, bu gerçeklikler içinde varliklarini bulmaktadirlar. Böylece, varlik ile gerçeklik arasinda bir özdeslik söz konusudur. Ve, bu özdeslik vardir zaten.

Bunu göstermek için de, Bulanti’nin bir parçasini çevirip yazinin basina koyduk. Çünkü, orada, gerçekten, varlik ve onun yaratmis oldugu salt gerçeklik varligin gerçekligi olarak gözükmektedir. Pencereden bakan ve bir ara sokakta yürüyen eskimis, yipranmis yasli bir kadini ve onun zaman içinde sürüklenisini seyreden insanin dramidir bu. (Sartre, bu dram sözcügüne karsi çikabilirdi belki de). Çünkü, orada, “ihtiyar kadin” ile, onun içinde varoldugu gerçeklik arasinda bir özdeslik var. Çünkü, orada, zaman ile yasli kadin arasinda, yipranma ile zaman arasinda,bu kadina bakip zamani düsünen, pencereden bu durumu düsünen (içinde bulunulan durum) insan arasinda bir özdeslik var. Yasli kadini seyredip, onda, zamani gören varlik, gerçekte, onda, kendi gerçekligini görmektedir. Çünkü, eger varolmayi sürdürürse (yasamayi sürdürürse) gelecekte, ayni, sürüklenen, gövdesini sürük-leyen, zarzor sürükleyen kadin gibi olacaktir. Bu olgu kaçinilmaz bir sonuçtur. Onu, onun varligini, o anda dehsete düsüren, yasli kadinin varligi olmayip, kendisinin onun gibi olacagi, bilinçteki bilinç-alti düsüncesidir.

Iste, onun gerçekligi, bu içinde bulunulan gerçeklikteki gelecegin gercekliginin düsünülmesidir. Dram, bu noktada baslamaktadir. Çünkü, kaçinilmaz, mantiksal ve bilinc-alti bir özdeslesme sözkonusudur pencereden bakan bu genç ve pencere disindaki bu yasli için. (Buradaki genç olma, göreli bir genç olmadir). Aralarinda hiçbir iliski olmamasina karsin, bu aci iliski vardir. Zaman adi verilen iliski. Zaman, gerçekte bir araçtir. Ama, burada, amaç olmaktadir. Zaman bu kez kötüdür. Zaman, ona, nasil bir varlik iken, nasil bir baska varlik olacagini acimasizca göstermektedir. Zaman, bu denli gaddar midir? Böyle bir varolus için, evet. Bu nedenle, pencereden kendini koparircasina “söküp atma”, bos odada ne yapacagini bilemeden dolasma, sonra da, aynaya yapisip kalarak, kendi görüntüsünden nefret etme, “tiksinme” vardir. En sonunda da, çaresizlik karsisinda bu olgudan kaçip kurtulmak istemek. Uyusarak kurtulmak istemek. Bu da uykudur.

Uyku burada, içinde bulunulan, varolunan gerçeklikten kaçistir. Öyle bir kaçis ki, bir daha oraya dönmemek istercesine. Demek ki, bu ikili-üçlü özdeslikler, pencereden bakan birey, yasli kadin ve zaman arasinda, iki ayri, üç ayri varligin farkliliklari ve özdeslikleridir. Varlik ve varolma diyalektigi burada kendini gösteriyor. Iste Sartre, salt bu nedenle, “varolus ideolojisi”ni olustururken “bir insan Gerçekligi var mi?” sorusunu sormaktadir. Ilk önce, temelin ne oldugunu bilmek gerekiyor; “insan” ve “gerçeklik” ve aralarindaki görünen ve görünmeyen, somut ve soyut iliski. Bu iliski ise, bu yazinin içinde Sartre'in Varlik ve Hiçlik’inden aktarilan parçada da gözüken, - biraz yukarida da belirttigimiz gibi - varligin kendisidir: “varlik, benligin kendisine dogru yönelen bir iliski degildir, o, dogrudan dogruya bu benligin kendisidir.”.

Iste, bu iliskide, varliklasan iliskide bu kez, özgürlük ve “hiçlik” sorunu kendini göstermektedir. Bu, Sartre felsefesinin en önemli sorunlarindan bir baskasidir. Çünkü, “varlik”i kesinlikle belirler. Bunun nedeni de odur gerçekte: Varolus özden önce gelir. Demek ki, varolusa “öz”den ayri bir önem kazandirilmaktadir bu savla. Öze oranla varolusa belli bir ilklik ya da öncelik taninmaktadir böylece. Yalniz, bu özellik, bütün varliklarda ortaya çikan bir özellik degildir. Tam tersine, insana özgü evrensel bir özellik ve nitelemedir. Bu özellik ve nitelemeden dolayidir ki, özgürlük baslibasina bir güç olarak belirlenmekte ve insan varligiyla özdes kilinmaktadir. Söyle ki, Felsefe terimleriyle anlatmak istersek, diyebiliriz ki, her nesnenin bir varolusu ve bir de özü vardir. Öz, bir nesnenin özelliklerinin degismez bütünlügüdür; varolusu ise, evren içinde gerçek olarak bulunusudur. Birçok kimse, özün önce, varolusun sonra geldigine inanir; bu fikir, dinsel düsünceden ileri gelir: Gerçekten, ev yaptirmak isteyen bir kimsenin, ne biçim bir ev yaptiracagini bilmesi gerekir. Burada öz varolustan önce gelir. Bunun gibi insani Tanrinin yarattigina inananlar da, böyle düsünerek, Tanrinin bu isi, haklarinda daha önceden sahip oldugu fikirlere bakarak yapacagi sonucuna varirlar. Tanriya inanmayanlar ise, ayni etkiden kurtulamayarak, bir nesnenin ancak kendi fikirleri ile uygun düsmesi durumunda varolabilecegini ileri sürerler. Bütün XVIII. yüzyil, “insan dogasi” denen, herkeste ortaklasa bulunan bir özün varligina inanmistir. Varolusçuluga göre ise, insanda - ve sadece insanda - varolus özden önce gelir.

Bu, kisaca su anlama geliyor: “Önce insan vardir, su ya da bu olmasi daha sonra gelir.” Insan, dogustan, yasam biçiminin ve varliginin olusum çizgisinin nedenlerini kesinlikle bilemez. Bu nedenle de, varolusçuluk, özellikle Sartre, özsel belirleyiciligi yadsir. Çünkü, özcü felsefeler için, evrensel öz, bir yerden “gel- mez”: Bir baska deyisle ölümsüzdür. Bir de bireysel öz vardir; o da, varolustan önce gelmez. Bununla birlikte o, kesin olarak, varolusla ayni zamanda varolmaktadir. Çünkü, varolusun disinda varligini yitirir. Bu nedenle de hiçbir sey degildir. Varolusa gelince, o da, ancak, gerçeklestirdigi özle bir özellik ve nitelik kazanir, yani bir sey olur. Bu, su demektir kisaca: Özle varolus birbirlerinden ayrilamaz. Birbirlerine - Sartre'in belirlemesinin tam tersine - öncelikleri yoktur. Çünkü, aralarinda fiziksel bir ayrim sözkonusu degildir. Sartre, “varolus özden önce gelir” derken, varligin bu açiklanis biçimine yanit vermektedir.

Oysa Sartre kendisinin, ruhbilimsel gerekirciligi tutmayanlara ve insanda özgürlügün varligina inananlar arasina girdigini söyleyerek, insanlarin durumunu, nesnelerin durumundan ayirdigini belirtir. Insan, ona göre, özgür oldugu için, içinde bulundugu olanaklar arasinda bir “seçme” yapma gücüne sahiptir. Dünyaya gelmis olmasi, onun, ilk ya da son kez bir seçme yapmasindan çok, bu seçmeyi her gün yapmasi ile yüzyüze geldigini gösterir. Buna da zorunludur zaten. Çünkü, “Insanoglunun özü, özgürlük içinde askidadir.” “Askida” olan bu özü, askidan kurtarip, onu gerçeklestirmek ve biçimlendirmek, insanin kendi özünü seçmesine baglidir. Bu seçim, özgür olma gerçegi ve bu gerçegin gerçeklesmesidir. “Önce insan gelir... Daha sonra su ya da bu olur. Insan, kendi özünü yaratmak zorundadir”. Buradaki öz, bireysel özdür. Ama, bunun yanisira Sartre, bu özün belirlenmesini salt soyuta indirgemez. Tam tersine, bir parkda hamal mi yoksa, bir üniversitede profesör mü olacagimizi belirli bir tarihsel ve maddesel kosullara indirger. Çünkü, “insan ancak bir durumdur... sinifi, gündeligi, isinin niteligi ile belirlenmistir; giderek, duygu ve düsüncelerine varincaya kadar, belirlenmistir.” Bu belirlenme, Sartre’a göre, seçme olanagini ortadan kaldirmaz. Çünkü, o, daha önce de söyledigimiz gibi, varolusun bir gerekirliligidir. Bu, gerçekte, kendini seçmektir; “Kendimi varligimda degil, varolus bicimimde seçebilirim,” der Sartre. Bu bir tutumdur. Insan varliginin, durumu karsisinda aldigi bu tutum, varligin degisimini hazirlar. Böylece, durumlar, varliklar arasi etkilesimler baslar. Bu öge ise, varolusu belirleyen en önemli olgudur.

Özgürlük ise, Kant'taki gibi “sagduyu”nun özgürlügü ya da Hegel'deki gibi “bütüne ait” bir özgürlük degildir. Sartre'da özgürlük", insani bir davranisa zorlayan bir yetkeye (otorite) ya da belirli bazi ilkelere dayanmaz. Buna karsin, öngörülen erekler çerçevesinde “proje”lere göre varolur. Buna güzel bir örnek vermek gerekirse, Sinekler adli oyununun III. perde, II. sahnesine bir göz atalim; Oreste, kendisini boyun egmeye zorlayan Jupiter'e su yaniti verir:”... beni özgür yaratmamak gerekirdi(...) Bir kez beni yarattiktan sonra da, artik ben sana ait olmaktan çiktim (...); artik gökyüzünde hiçbir sey yok, ne iyilik, ne Kötülük, ne de bana buyrukta bulunacak bir kimse (...) Bir daha senin yasan altina girmeyecegim: Benim bundan böyle, kendi yasamdan baska bir yasam olamaz (...), çünkü ben insanim, Jupiter; her insanin kendi yolunu kendisi seçmesi zorunludur.” Ereklerimiz, seçmelerimizin tümünü yönlendirirler. Ereklerimizin özgür seçimi ise, özel kararlarimizin özgürlügünü ortaya koyar. Bu seçme ve bu özgürlük, “...,düsünüp tasinmaya [délibérer] bagli degildir: Düsünüp tasinmaya koyuldugumuz zaman, olan olmus, is isten geçmistir.” Düsünme, demek ki Sartre'a göre, varligi varolusa götüren edimden alikoymaktadir. Bu nedenle, ereklerimizi kesin olarak saptamadigimiz ölçüde özgürlüge ulasmamiz gerçeklik kazanir. Bu da bir secmedir. Ama, bilinçle bütünlesen bir “derin seçmedir”; “Günlük kararlarimizi belirleyen ‘derin seçme’, bizim kendimiz hakkinda tasidigimiz bilinçle tamamiyle birdir.”

Bilinçle bütünlesen kararlar ve seçme edimi, yalnizca ustan yararlanmaz. Onlar, ayni zamanda, istemli davranislari bir ayricaliklari olduklari gibi, tutkulara ve heyecanlara da baglidirlar. Burada, duygular da isin içine girer: “...Korkum özgürdür ve benim özgürlugümü açiga vurur; ben tüm özgürlügümü korkuma bagladim ve su ya da bu kosullarda korkak olmayi seçtim. Özgürlükle iliskili olarak, hiçbir ayricalikli olay yoktur.”

“Ayricalikli olay” kabul etmemek, varliga, özgürlügün sonsuz yollarini acmaktadir Sartre düsüncesinde. Gerçekten de, Sartre, tüm yasami boyunca, özgürlügün sonsuz yollarini arayip durdu. Bu, hem yazin, hem politik ve hem de felsefe alaninda böyle oldu. Yalniz, usa bir soru geliyor su anda: Acaba, Sartre, romanlarinda ve oyunlarinda dile getirdigi, çizdigi karakter tipolojileriyle bütünlesmis midir yasaminda? Bir baska deyisle, Bulanti kahramani gibi ayni duygulara, düsüncelere, yasama biçimine sahip olmus mudur?.. Sanmiyoruz. Sartre, daha çok, iyi bir gözlemciydi. Bireyin, iki savas arasi yillarinda ve sonrasinda geçirdigi bunalimi çok iyi gözlemlemis, onu yine çok iyi bir biçimde çözümleyerek irdelemistir. Avrupa'da bireyin geçirmis oldugu bu bunalimi, evrimi Sartre, bir felsefe ve yapitlarinda da bir yasam biçimi olarak ortaya koymustur. Sartre ve onun varligi ile yapitlarindaki kahramanlarin varliklari arasinda büyük bir fark var. Yoksa, yüce düsünür Sartre günümüze dek yasayip, çagimizin bunalimini ve bulantisini yazar miydi?...

“Madeleine, bu plagi yeniden koyar misiniz? Gitmeden önce bir daha dinleyeyim.”

 

Felsefe Yazilari 2. Kitap, Sayfa: 112-121

Yazko Yayinlari, 1982

Öneri, katki ve elestiri

Cogito