Kadin Insandir da

Tomris Mengusoglu

Bugun burada uzerinde konusmak istedigimiz soruna, kadin sorununa felsefe acisindan bakarken, "Kadin ve Felsefe mi?" "Insan ve Felsefe mi?" sorulari ile baslamak, soruna bu kapidan girmek, dusunceyi daha bastan, tarihsel sosyal bilincten gelen yaniltici bir yola dogru yonlendiriyor. Kadin ve felsefe mi? sorusunun altinda, kadinin insanliginin sorgulanmasi yatiyor: Kadin insan midir? Ne kadar insandir? Felsefedeki yeri nedir? gibi sorular.

Benim konusmamin basligi yanlislikla "Kadin Da Insandir" olmus. Halbuki "Kadin insandir da" olacakti. "Kadin da insandir" dendiginde, kadin bir savunma icinde gorunuymr. Bir sav ileri suruyor: ben de insanim, diyor. Halbuki kadinin kadin olmasidir birincil ve agirlikli olan. Cunku kadin olmanin icinde vardir insan olmak; tipki erkek olmakla insan olmanin ayni sey olmasi gibi. Insan cinsi, kadin ve erkekten olusur. Insan sozcugu bir kavramdir; her iki cinsi de icine alan.

Bu boyle oldugu halde kadinin insanliginin tartisilmasi nereden cikiyor?

Aslinda boyle bir soru sorulmadikca, gunluk hayatta, dostlarimiz arkadaslarimiz arasinda konusurken, kadinin da erkek gibi, erkegin de kadin gibi insan oldugundan kusku duymuyoruz. Fakat gelenek ve goreneklerde, kurumsallasmis goruste bu boyle degildir. Gelenek ve goreneklerde, kurumsallasmis goruste bu boyle degildir. Gelenek ve goreneklerde, kurumsallasmis goruste, tarihsel sosyal bilinc, insan olmayla ilgili bircok haklari kadina tanimaz. Biz bir yandan kadinin insan oldugundan kusku duymazken, bugunku felsefe konusmalarinin basligina sizdigi gibi, farketmeden, dusuncelerimiz, kararlarimiz, davranislarimizda, insan olmakla ilgili bir cok haklari ve degerleri kadindan geri aliriz. Bu durumda "kadin", "erkek" ve insan hakkindaki bilincimizde bir celiski, bir catallasma ortaya cikiyor: Insan olmayi dogrudan algilamamiz ile cinsler hakkindaki toplumsal bilinc arasinda bir celiski, bir uzlasmazlik var.

Bu uzlasmazlik, bu celiski nereden kaynaklaniyor?

Bu celiski, kisisel bilincle sosyal bilincin tam ortusememesinden kaynaklaniyor. Insan yasarken bir yandan, birey olarak bireysel deneyimler edinir; ote yandan da toplumsal bilincin yaygin bilgisi, gorgusunden pay alir. Kisinin bilincinin bir bolumu kisiselken, bir bolumu tarihseldir, ancak koklu elestirel bir tutum, bu celiskiyi farkedebilir; bunlari birbirinden ayirabilir. Genel olarak, insanin egitimi, ogrenimi, bu iki sferin bir alisverisidir. Yeni caglarin ortaya cikmasi da bu iki bilinc seeri arasindaki farkin ayrimina varilmasi, elestirel bir tutumla gozden gecirilmesi ile gerceklesir, gerceklesmistir.

Bu nokta, tarihin, gecmis hakkindaki bilginin oneminin ortaya ciktigi noktadir. Insanlik seruveninin gecmisini, kultur tarihini, elestirel bir tutumla arastirip ogrendikce, insan, "ben" dedigi seyin, "kendisinin" oldugunu sandigi bir cok dusuncenin, "kadinlik", "erkek" hakkindaki goruslerinin, gelenek, gorenek ve kultur yapitlari ile ona tasinmis, ogrenilmis bir sey oldugunu saskinlikla goruyor. Her cag degisiminde, insan boyle saskinliklara dusmustur. Dusuncenin, felsefenin tarihi boyle saskinliklarla doludur. Yuzyilimizin basinda, felsefe yontem sorularini birakip fenomenlere donerken; yuzlerce yillik felsefe calismalarina karsin, insanin ne oldugunu hala bilmedigini saptayip, insan arastirmalarina, felsefi antropolojiye yonelirken de boyle olmustu. Simdi de elestirel arastirmalar, ozellikle kadin arastirmalarinin isigi altinda, boyle bir saskinlik icine dusuyoruz. Bu arastirmalar, Humanizma, Aydinlanma caglari hakkinda bize ogretilen bilgiyi, bilinci sarsiyor. Artik yukarida sozunu ettigimiz bilincimizdeki celiskinin cozumlenmesi cinsler hakkindaki tarihsel yargilarin kaynaginin arastirilmasi ve duzeltilmesinin zamani gelmis gorunuyor.Bunu, bir yandan feminist elestirel tarih arastirmalari, ote yandan felsefenin zamanimizdaki durumu kolaylastiracaga benziyor.

Zamanimizin felsefesi, kendisini "postmodern" olarak niteliyor; bilimi elestiriyor, "aydinlanmanin diyalektigi"ni sergilemeye calisiyor. Bu her seyi kirip doken, "yapisizlastiran", yikimsalci felsefe, gecmisle hesaplasmayi bir bakima kolaylastiriyor. Fakat ote yandan, onun sinirsiz yikimciligini, ilkesiz bir "hosgoru" atmosferi ile dengelemeye calismasi, dusuncelerde bir karmasanin ortaya cikmasina neden oluyor. Gecen yuzyildan sarkan tarihselci dunya gorusu, fizigin rolativite teorisi, atom arastirmalari ile daha da guclendikten sonra, felsefe sistemlerinin de yikilmasi ile insan bilinci ve felsefe oyle parcalandi ki, ne zaman, nerede dirilecegi merak konusu olmayi surduruyor. Cagimizda sanki Nietzsche'nin istedigi yerine geliyor; gecmisten gelen butun degerler yikiliyor, tarihsel bilinc yargilaniyor. Bunda kadin arastirmalari, feminist akimlar buyuk rol oynadi. Erkek ve kadin arastiricilar tarafindan surdurulen bu arastirmalar, Bati kultur tarihinin yepyeni bir yuzunu, belgeleriyle ortaya cikartiyor.

Bu konusma, bu tarihsel cerceve icinde iki nokta uzerinde durmak istiyor:

Birinci olarak: Cinsler karsisinda "kadin" ve "erkek" arasinda "insan olma" bakimindan ayrim yapmayan, cagdas, dogal gorus ile; ayni anda bilincimizin bir baska kosesinde yer alan, gelenek, gorenek ve yasalarin dile getirip kurumsallastirdigi, cagdan caga, kusaktan kusaga aktardigi, kadini insan degil, insanlik idesinin gelismesinde erkekteki insanligin bir "araci" "oteki" olarak goren tarihsel bilinc arasindaki aykiriligin temellerini yoklamak;

Ikinci olarak: Bu celisik bilince neden olan cinsler arasindaki gormezden gelinemez "yapisal fark"in, insani insan yapan bir ozellikten, insanin disharmonik bir varlik olmasindan kaynaklandigini, fakat bunun yanlis yorumlandigini gostermektir.

Aciklamalarimiz bir yandan 19. yuzyilin sonundan beri ivme kazanarak suren kadin hareketlerine ve tarihsel feminist arastirmalara (1); ote yandan felsefi antropolojiye (2) dayandirilacaktir.

Aslinda insan bir kavramdir; sadece insan olan bir varlik yoktur. Somut olarak varolan ya kadindir ya da erkek. Bir kavram olan insanin icini kultur doldurur. Cesitli kulturlerdir insan kavramina icerik kazandiran. Her cagin insanin ne oldugu, ne olmasi gerektigini yansitan bir "insan imgesi" vardir. Bu imge, caglarin, toplumlarin, bilgi-teknik ve kultur duzeyine, tarihsel deneyimlerine gore sekil almis ve toplumsal bilince bilincsizce islemistir.

Insan kavrami, biyolojinin hayvan kavraminin karsisinda yer alir. Hayvan kavrami, butun cins, tur ve siniflari ile butun hayvanlari kapsar. Insan kavrami sadece disisi ve erkegi ile insani icine alir. Insan kavraminin, hayvanlarin tumunun karsisina konmasindan da anlasilacagi gibi, o ayni zamanda bir degerlendirme dile getirir.

Insan kavraminda disi ve erkek olmanin bir isareti yoktur. Ama insanin kulturel iceriginde, kulture dayanan bilincte, cinsler arasinda daima ozsel bir ayrim yapilmistir. Bu ayrim biyolojik temel farkliliga dayanir; tarih boyunca cinslerin anlam ve farkliligi olarak algilanmistir. Cinslerin farkliligi, temelini biyolojik farklilikta bulur, ama daha derine gider. Tarihteki insan kulturunun ana hatlarinda, ya anaerkil, ya da ataerkil olmasi, yani bas deger olarak cinslerden sadece birisinin uzerinde durulmasi, bunu gosteriyor.

Cinsler arasindaki yapisal fark, hicbir insan toplumunda, hicbir cagda gormezlikten gelinmemistir. Bu fark, toplumsal bakimdan islevsel olarak degerlendirilmis, toplumsal kulturel degerlerin temeli olmustur. Bu farkliligi, her cag, her toplum, kendi kosullarina, bilgi ve teknik duzeyine, cagin ve toplumun gereksinmelerine gore yorumlamis; toplumsal bilincte cinsler hakkinda islevsel bir bilinc olusmustur. Anaerkil kulturde kadin agirlikli, ataerkil kulturde erkek agirlikli duzenler kurulmustur.

Tarih ve arkeoloji arastirmalari bize tarih sahnesine cikmis ilk insan topluluklarinin, anaerkil dedigimiz topluluklar oldugunu gosteriyor. Insan topluluklarina, binlerce yil boyunca, ataerkillikten cok daha uzun bir sure, toplum duzenleri, inanclari, kultur varliklari ve mitoslarinda, kadin degerleri egemen olmustur.

Oyle gorunuyor ki, ilkel toplumlarda, hayatin surdurulmesi icin iki islevsel deger, bilgi ve cogalma temel olmustur; ve onlar bu degerleri kadinda, daha dogru olarak, kadin varliginda buldular. Kadinin gercekten temel ozelligi ve ayricaligi olan dogum fenomeninde gorduler ve kadini gizemini cozemedikleri bu fenomen yuzunden kutsallastirdilar. Onlar icin dogum, kadinin kendi bedeninde bir canli varlik olusturup dunyaya getirmesi, kadinin doganin sirlarini tasidigi anlamina geliyordu. Bilgi ve cogalma, insan varliginin korunmasi ve surdurulmesinin iki temel tasidir. Anaerkil toplumda bu temel taslar, kadin bedenini ozellikle dogum ve beslenmeyi simgeleyen yontularinda (dogum yapan tanrica, memelerle bezenmis Kibele) kutsallastiriyor, tapilan tanricalara sekil veriyor.

Kulturlerin anaerkilllikten ataerkillige ne zaman, nasil gectigi tam bilinmiyor. Bu, Akdeniz kultur cevresinde, gunumuzden 2500 ile 3000 yil oncesinde ve yavas adimlarla gerceklesmis olmali. Ancak, ureme olayinda erkegin biyolojik rolunun algilanmasi, bunun yaninda toplumlar arasinda dusmanliklarin artmasi. Savasin onem kazanmasi; ayni zamanda korunacak zenginliklerin kultur varliklarinin cogalmis olmasi' bunda rol oynamis olmali.

Simdi insanin oteki kutbu, erkek, fizik gucu ile hayatin korunmasi. Surdurulmesinde islevsel olarak one cikmis gorunuyor. Artik tanrilar da erkek olarak dusunulmektedir. Gerci tanrilar arasinda, Pantheon'da, tanricalar da vardir; ama Olimpos'un duzenleyici gucu, degerleri, erkek kaynakli degerlerdir. Kadinin toplum icinde islevsel degeri, savasci yetistirmek, erkegin servetine bekcilik etmekle sinirlandirilmistir, O, degerlerin odagi, savas, guc ve bunlardan kazanilan zenginliklerdir. Anaerkil toplumlarda mal ortakligi varken, simdi zenginlikler kisilerindir. Cunku savascinin bilekgucunun karsiligidir. Ve babalar varislerinin kendilerinden olmasini garanti altina almak istemektedirler: Kadin eve kapanmalidir. Savaslardan kazanilan zenginlikler,-koleler ve kadinlar da buraya girerler- kahramanlarin odulleridir. Yine de cok degerli ganimetler

mabetlerde tanrilara sunulur; ortak maldir; cunku tanrilardan gelecek selamet ve felaket de ortaktir. Bu cagda da mabetlerdeki kutsallik bekcilerinin, ayinleri yonetenlerin, gelecekten haber verenlerin kadin rahibeler olmasi, anaerkillikten kalma geleneklere isaret ediyor. Kadinlarin eve kapatilmasina, "en iyi kadin kendisinden soz ettirmeyendir" ( Thukydides ) kuralinin gecerlikte olmasin karsin, Aspasia ve onun gibi unlu baska hetere (*) (fahise)lerin bilge ve ozgur kadinlar olarak saygi gormesi; ya da saygi goren bilge kadinlarin, rahibelerin ayni zamanda hetere ve ozgur olmalri, cok ilginctir. Bu, herhalde, ancak, bilgi-sevgi ve aski dogal butunlugunden koparmadan yasayan anaerkil deger sisteminin, kutsal mabet mekanlarina siginip klan kaintisi olarak anlasilabilir.

Antik Cag'in kapanmasindan sonra, Musa-Isa-Muhammet tek tanrili dinleri, ataerkilligi pekistirmistir; kadinlari mabetlerden de kovmustur. Gucu bir kez ele gecirenlerin, egemenligi toplumsal bir zorlama olmadan ( endustri caginda kadinin is gucu olarak kullanilmasi ile ortaya cikan buyuk degisiklikte oldugu gibi ), terketmemeleri dogaldir. Kullanilmayan organlar korelir. Bu yuzden kadinlar, tekrar egitim olanagi buluncaya kadar, hicbir varlik gosterememis, toplumun onlara bictigi analik ve ev kadinligi rolunu benimsemistir. Yalniz burada isaret edilmesi gereken bir nokta var ki, konuyu dagitmamak icin kisa da olsa dokunulmasi gerekir. Cunku bu nokta, Avrupali kadinlarin yuzyillardir, Humanizma ve Aydinlanma'ya karsin, kamu gorevleri icin kendilerini bu kadar gec ve guc kabul ettirdikleri halde, Turkiye'de kadin haklari devriminden sonra, kadinlarin olaganustu bir cabukluk ve genislikle kamu g,revleri alabilmis olmalarini aciklayabilir. Bizde asil direnc, toplumdan degil, kadinlarin eksik yurttaslik bilincinden, kendinlerine hazir sunlan haklari kullanamamalarindan gelmistir.

Uzakdogu inanc sistemleri, Hiristiyanlik ve Muslumanlikta kadinin farkli sekilde goruldugu gozden kacirilmamalidir. Gerci Dogulular bu konuyu arastirmamislardir -bizde de kadin arastirmalari yeni baslamis gorunuyor-, cunku dogulular genel tutumlarinda, yasamakla yetinirler; kadin konusundaki arastirmalari da batililar kendi kultur cevrelerinde yapmislar, yapmaktadirlar. Fakat dinler hakkindaki bilgimize dayanarak su kadarini soyleyebiliriz: Bugun bize cok ters gelse de, kadinlar Doguda ve Muslumanlikta, Hiristiyanlikta oldugu kadar asagilanmamis, kadinlik cadiliga varan olumsuzluklarla bir tutulmamistir.Dogu kulturu, ozellikle Uzakdogu kulturu, dogaya yakin bir kulturdur. Her alanda dogayla, cevreyle uyum aramis ve bunu bulmustur. Bu bakimdan, ne kadin ne de cinsellik asagilanmistir. Islam dinine gelince; gocebe tuccar kavimlerin bir col dini olarak en cok Yahudilikten etkilenen Muslumanlik, dogaya kapalidir; ama Yahudilik gibi hayata, dunyaya aciktir. Tanri sevgili kuluna bol kazanc verir. Cinsellik gunah degil, tanrinin, insanlara degilse de, erkeklere bir lutfudur. Kadin insan degildir ama gerektigi yerde sevilir; tipki yemek icmek, dunya nimetleri gibi.

Hiristiyanliksa dunyevi olan her seyi yasaklamistir, gunah saymistir. Hiristiyanlik hem dogaya hem de dunyaya kapalidir, yabancidir, dusmandir. Denebilir ki, Isa inanci ve kilisenin varlik olanagi, gunaha baglidir. Insan gunahla dogar ve gunah isler. Gunah islemelidir ki, Isa'ya inanarak kurtulusa kavussun. Kadin, cennetten kovulma mitosunda oldugu gibi, gunahin kaynagi seytanin aracidir. Isa'yi bir kadin degil bir bakire dunyaya getirir. Kadin cinsinin asagilanmasi, Bati-Hiristiyan kulturunde bilinclere o kadar yerlesmistir ki, kadin bir sus gibi de olsa, her zaman toplumsal hayata katilmis oldugu halde, ona yuzyillar boyu hem egitim olanagi taninmamis, hem de kamu gorevlerinden uzak tutulmustur.Kadinla iliskide, cinsellige bir tur gunah korkusu, bir tur sucluluk ya da zafer, intikam gibi dogal olmayan duygularin karistigini psikoanaliz gostermektedir. Batinin kadin-cinsellik karsisindaki tutumu, hicbir zaman dogal olamamistir; dinin agir bastigi caglarda da, bilimin agir bastigi caglarda da. Bati'da Humanizma ve Aydinlanma'nin ozgur, elestirel aklin her alnda egemen oldugu zamanlarda bile, kadinlarin sosyal kulturel haklarini almak icin kurbanlar vermis olmalarinin gerekmesi sasirticidir ve ancak biyle anlasilabilir.

Fransiz Devrimi'nin insanliga kazandirdigi soylenen ozgurluk, esitlik, kardeslik, yalniz erkekler icindir. Bu haklari kadinlar icin de isteyen kadinin baskaldirisinin aldigi yanit, giyotine gitmek olmustur (Olympe de Gouges 1748-1793). Endustri caginin baslangicinda, kadin hareketleri, Marx'tan once isci haklarina sahip cikmis; kadinlar ortaya cikan sosyal sefalete erkeklerden cok daha fazla duyarlik gostermis, kendi ezilmislikleri ile isci sinifinin ezilmisligini birlestirerek, birlikte hareket etmenin yollarini aramislardir. Bu isbirligi her iki harekete de ivme kazandirmistir. Gerci sosyalist-komunist hareketler, kadinlari kullandi, ama sonunda onlari hesaba katmadi.

Batida kadinlar erkekler gibi, yuksek okullarda, universitelerde egitim gorme haklarini ancak yuzyilimizin baslarinda, korkak adimlarla kazandilar. Butun bu sure icinde, kadinlar hakkinda tarihsel sosyal bilincten gelen toplumsal bilinc ile elestirel aklin cinsler hakkindaki akilci bilinci, sanki birbirine kosut akan iki akim gibi, yan yana olusup akistilar; bir cok yerde de hala yanyanaliklarini surdurmekteler; cunku derin etkili yuksek bir kultur dunyalari var; ilkellik gibi kolay silip supurulemeyecek olan. Bu yuzden olsa gerek, kadinlarin savasimi Avrupa'da bitmemis gorunuyor. Kamu kurumlarinda yer almak bakimindan bir cok ulke bizim bile gerimizde kaliyor. (Ornegin universitelerde akademik kariyerde gorev alan kadinlarin orani, bizde yuzde otuza varmisken, bu oran Alman universitelerinde sadece yuzde uctur.)

Bugun feminist akimlarin, felsefelerin, yer yer her seyi kirip doken, amacin otesine tasan abartili savlari, cok yerlesik ve agir kanli toplumsal bilince karsi asiri bir tepki olarak anlasilabilir. Fakat Bati kultur tarihinin gizli olan yuzu onlar tarafindan ortaya cikartilmis, desifre edilmistir.

Varilan bu noktada, tarihsel uzlasmazlik, farklilik konusunda ontolojik temelli felsefi antropolojinin, insan felsefesinin bir sozu olmali.

Ona gore kadin ve erkek arasinda varolan ve yanlis yorumlanan karsitlik, insanin varlik yapisindaki ozsel bir temelden gelmektedir: Insanin disharmonik varlik yapisindan.

Ontolojik temellere dayanan insan felsefesi, antagonizm ve disharmoniyi insanin insan olmasinin temeli olarak gorur. Hayvana hazir bir sekilde sunulan cevreye dogal uyum, harmoni, insandan esirgenmistir. Insanin varlik kosullarini kendisinin gerceklestirmesi gerekir. Insan, binlerce yildir ayni hayati yasayan hayvan gibi, doga tarafindan korunmus degildir. Kendi yasama kosullarini, ilgi, teknik, sanat ve toplumsal duzen gibi basarilarla kendisi gerceklestirmek zorundadir. Bu basarilarla kendisi gerceklestirmek zorundadir. Bu basarilarla kendisi gerceklestirmek zorundadir. Bu basarilar, degerlere, anlam verme ve gerceklestirmeye dayanan, kultur ve uygarlik dedigimiz tarihsel alani olusturur. Tarihsel alan, kendisini bize gosterdigi sekli ile, arkasinda insan etkinligi, yaratmalari bulunan karsit degerlerin, idelerin bir carpisma alani olagelmistir. Bu karsitliklar onun harmonik olmayan varlik yapisindan kaynaklanir. Antagonizm, disharmoni, insanin insan olmasinin, yani degerlerin kaynagidir; yaratmalarinin temelidir; ve onun dunyaya acilmasinn alanidir.

Insanin harmonik degil disharmonik bir varlik olmasi, onun varlik yapisinin ozelligi, oz varliginda en somut sekli ile kadin ve erkek olmasinda ortaya cikar. Bu, bir bakima karsit ogeler ve guclerden olusan dunyanin diyalektik yapisinin bir yansimasi, bir uzantisidir. Varliktaki bu karsitliklar, sicak-soguk, yas-kuru, aydinlik-karanlik, yer-gok gibi karsitliklar, en ilkel toplumlar tarafindan bile algilanmistir. Canli dogada bu, dogum ve olumle baslayip, doganin vahseti, acimasizligi icinde, canlilarin birbiri ile beslenmesine kadar uzanir. "Insan evrenin kucuk bir modelidir" gibi cok soylenmis, modasi gecmis bir soz soylemesek de, varlik yapisal olan celiskinin, diyalektigin onda belirleyici bir ozellik oldugu aciktir.

Insan turu birbirinden farkli iki cinsten olusur; kadin ya da erkek olmak, insanin kacinilmaz bir yapi ozelligidir. Kadin kadindir ve daha fazlasi, insan; erkek de erkek hem de insan oldugu yerde, karsilastiklarinda, her biri kendi islevinde, kadin ve erkek ve de insan; olmasi gereken gerceklesmis olur. Sevgi kadindan erkege yansir; guven de erkekten kadina. Kadinla erkegin birlestigi yerde, simdi yeni yaratmalarin, butun karmasik ve karsitliklari ile dunyaya gelmesi icin, sevgi ve guvenden olusan bir adacik olusmustur. Bunu basaran cinselliktir.

Feminist akimlarin yanlis yorumu ile kadin kendisine guveni, kendisi olmakta degil, erkek gibi olmakta aradi. Erkek gibi giyinmeye ozenmesi, bunun isareti olsa gerek. Olmasi gereken, erkegin kadini silerek; ya da kadinin erkek gibi olarak, karsitligin ortadan kaldirilmasi degil, bir zenginlik olarak yasanmasidir. Esitlik, haklar ve ozgurluklerde olur; olmalidir. Celiskinin cozumu kisilik sorunundadir. Kadin icin de erkek icin de kisiligin temel sorunu, toplumsal bilinci asip, temel olan insanliga inebilmektir.

Toplumsal bilinc, hem kendisini duyumsatmadan kabul ettirir, hem de cogunluk icin gereklidir, yaygindir: Bilinc sahibi olmanin en tehlikesiz ve kolay olanidir. Kendi gozu ile gormek, kendi gibi yasamak, guc ve tehlikelidir; yalnizliktir. Ama siir ve edebiyat, butun sanatlar; muzik, resim ve heykel, insanlara insanca yasanacak mekanlar yaratan yapi sanati, her cagda insanin yasama alaninin sadece gelenek-gorenek ve yasalarin alani olmadigini aciga vuruyor. Sanat, cinslerin varlik yapisal gercekliginin, sevgi ve askin her seye karsin, kisi sferine daima yasanmis oldugunu gosteriyor. Gelenek ve gorenekler, yasalar, genel gecer olan, yapilir-edilir sferini olusturur. Ama gercek hayat tek tek kisiler arasinda akip gider. Her yeni dogan insan, gercek olanin yasanmasinin olanagini tasir: Kisi olarak kendi gerceklerine gore yasamanin! Ve insan dunyasinda asil oyun, kisiler, kisilikler arasinda oynanmaktadir.

Duygular insanin varlik yapisinda dusunce ve bilgiden, sosyal bilincten daha oncelikli ve birincildirler. Cinsler arasindaki iliski ise, duygularin en dogrudan, en yogun yasandigi alandir. Buradaki derin duygular, duygusallik, gerceklere gozunu kapatmak degil, tersine dunya denen gercekligin butun derinligi ile yasanmasidir.



Insancil, Mart 1997

Oneri, katki ve elestiri

Cogito