Kadin Insandir da
Tomris Mengusoglu
Bugun burada uzerinde konusmak istedigimiz soruna, kadin sorununa
felsefe acisindan bakarken, "Kadin ve Felsefe mi?"
"Insan ve Felsefe mi?" sorulari ile baslamak, soruna
bu kapidan girmek, dusunceyi daha bastan, tarihsel sosyal bilincten
gelen yaniltici bir yola dogru yonlendiriyor. Kadin ve felsefe
mi? sorusunun altinda, kadinin insanliginin sorgulanmasi yatiyor:
Kadin insan midir? Ne kadar insandir? Felsefedeki yeri nedir?
gibi sorular.
Benim konusmamin basligi yanlislikla "Kadin Da Insandir"
olmus. Halbuki "Kadin insandir da" olacakti. "Kadin
da insandir" dendiginde, kadin bir savunma icinde gorunuymr.
Bir sav ileri suruyor: ben de insanim, diyor. Halbuki kadinin
kadin olmasidir birincil ve agirlikli olan. Cunku kadin olmanin
icinde vardir insan olmak; tipki erkek olmakla insan olmanin ayni
sey olmasi gibi. Insan cinsi, kadin ve erkekten olusur. Insan
sozcugu bir kavramdir; her iki cinsi de icine alan.
Bu boyle oldugu halde kadinin insanliginin tartisilmasi nereden
cikiyor?
Aslinda boyle bir soru sorulmadikca, gunluk hayatta, dostlarimiz
arkadaslarimiz arasinda konusurken, kadinin da erkek gibi, erkegin
de kadin gibi insan oldugundan kusku duymuyoruz. Fakat gelenek
ve goreneklerde, kurumsallasmis goruste bu boyle degildir. Gelenek
ve goreneklerde, kurumsallasmis goruste bu boyle degildir. Gelenek
ve goreneklerde, kurumsallasmis goruste, tarihsel sosyal bilinc,
insan olmayla ilgili bircok haklari kadina tanimaz. Biz bir yandan
kadinin insan oldugundan kusku duymazken, bugunku felsefe konusmalarinin
basligina sizdigi gibi, farketmeden, dusuncelerimiz, kararlarimiz,
davranislarimizda, insan olmakla ilgili bir cok haklari ve degerleri
kadindan geri aliriz. Bu durumda "kadin", "erkek"
ve insan hakkindaki bilincimizde bir celiski, bir catallasma ortaya
cikiyor: Insan olmayi dogrudan algilamamiz ile cinsler hakkindaki
toplumsal bilinc arasinda bir celiski, bir uzlasmazlik var.
Bu uzlasmazlik, bu celiski nereden kaynaklaniyor?
Bu celiski, kisisel bilincle sosyal bilincin tam ortusememesinden
kaynaklaniyor. Insan yasarken bir yandan, birey olarak bireysel
deneyimler edinir; ote yandan da toplumsal bilincin yaygin bilgisi,
gorgusunden pay alir. Kisinin bilincinin bir bolumu kisiselken,
bir bolumu tarihseldir, ancak koklu elestirel bir tutum, bu celiskiyi
farkedebilir; bunlari birbirinden ayirabilir. Genel olarak, insanin
egitimi, ogrenimi, bu iki sferin bir alisverisidir. Yeni caglarin
ortaya cikmasi da bu iki bilinc seeri arasindaki farkin ayrimina
varilmasi, elestirel bir tutumla gozden gecirilmesi ile gerceklesir,
gerceklesmistir.
Bu nokta, tarihin, gecmis hakkindaki bilginin oneminin ortaya
ciktigi noktadir. Insanlik seruveninin gecmisini, kultur tarihini,
elestirel bir tutumla arastirip ogrendikce, insan, "ben"
dedigi seyin, "kendisinin" oldugunu sandigi bir cok
dusuncenin, "kadinlik", "erkek" hakkindaki
goruslerinin, gelenek, gorenek ve kultur yapitlari ile ona tasinmis,
ogrenilmis bir sey oldugunu saskinlikla goruyor. Her cag degisiminde,
insan boyle saskinliklara dusmustur. Dusuncenin, felsefenin tarihi
boyle saskinliklarla doludur. Yuzyilimizin basinda, felsefe yontem
sorularini birakip fenomenlere donerken; yuzlerce yillik felsefe
calismalarina karsin, insanin ne oldugunu hala bilmedigini saptayip,
insan arastirmalarina, felsefi antropolojiye yonelirken de boyle
olmustu. Simdi de elestirel arastirmalar, ozellikle kadin arastirmalarinin
isigi altinda, boyle bir saskinlik icine dusuyoruz. Bu arastirmalar,
Humanizma, Aydinlanma caglari hakkinda bize ogretilen bilgiyi,
bilinci sarsiyor. Artik yukarida sozunu ettigimiz bilincimizdeki
celiskinin cozumlenmesi cinsler hakkindaki tarihsel yargilarin
kaynaginin arastirilmasi ve duzeltilmesinin zamani gelmis gorunuyor.Bunu,
bir yandan feminist elestirel tarih arastirmalari, ote yandan
felsefenin zamanimizdaki durumu kolaylastiracaga benziyor.
Zamanimizin felsefesi, kendisini "postmodern" olarak
niteliyor; bilimi elestiriyor, "aydinlanmanin diyalektigi"ni
sergilemeye calisiyor. Bu her seyi kirip doken, "yapisizlastiran",
yikimsalci felsefe, gecmisle hesaplasmayi bir bakima kolaylastiriyor.
Fakat ote yandan, onun sinirsiz yikimciligini, ilkesiz
bir "hosgoru" atmosferi ile dengelemeye calismasi, dusuncelerde
bir karmasanin ortaya cikmasina neden oluyor. Gecen yuzyildan
sarkan tarihselci dunya gorusu, fizigin rolativite teorisi, atom
arastirmalari ile daha da guclendikten sonra, felsefe sistemlerinin
de yikilmasi ile insan bilinci ve felsefe oyle parcalandi ki,
ne zaman, nerede dirilecegi merak konusu olmayi surduruyor. Cagimizda
sanki Nietzsche'nin istedigi yerine geliyor; gecmisten gelen butun
degerler yikiliyor, tarihsel bilinc yargilaniyor. Bunda kadin
arastirmalari, feminist akimlar buyuk rol oynadi. Erkek ve kadin
arastiricilar tarafindan surdurulen bu arastirmalar, Bati kultur
tarihinin yepyeni bir yuzunu, belgeleriyle ortaya cikartiyor.
Bu konusma, bu tarihsel cerceve icinde iki nokta uzerinde durmak
istiyor:
Birinci olarak: Cinsler karsisinda "kadin" ve
"erkek" arasinda "insan olma" bakimindan ayrim
yapmayan, cagdas, dogal gorus ile; ayni anda bilincimizin
bir baska kosesinde yer alan, gelenek, gorenek ve yasalarin dile
getirip kurumsallastirdigi, cagdan caga, kusaktan kusaga aktardigi,
kadini insan degil, insanlik idesinin gelismesinde erkekteki
insanligin bir "araci" "oteki" olarak
goren tarihsel bilinc arasindaki aykiriligin temellerini yoklamak;
Ikinci olarak: Bu celisik bilince neden olan cinsler arasindaki
gormezden gelinemez "yapisal fark"in, insani
insan yapan bir ozellikten, insanin disharmonik bir varlik
olmasindan kaynaklandigini, fakat bunun yanlis yorumlandigini
gostermektir.
Aciklamalarimiz bir yandan 19. yuzyilin sonundan beri ivme kazanarak
suren kadin hareketlerine ve tarihsel feminist arastirmalara (1);
ote yandan felsefi antropolojiye (2) dayandirilacaktir.
Aslinda insan bir kavramdir; sadece insan olan bir varlik
yoktur. Somut olarak varolan ya kadindir ya da erkek. Bir kavram
olan insanin icini kultur doldurur. Cesitli kulturlerdir
insan kavramina icerik kazandiran. Her cagin insanin ne oldugu,
ne olmasi gerektigini yansitan bir "insan imgesi"
vardir. Bu imge, caglarin, toplumlarin, bilgi-teknik ve kultur
duzeyine, tarihsel deneyimlerine gore sekil almis ve toplumsal
bilince bilincsizce islemistir.
Insan kavrami, biyolojinin hayvan kavraminin karsisinda yer alir.
Hayvan kavrami, butun cins, tur ve siniflari ile butun hayvanlari
kapsar. Insan kavrami sadece disisi ve erkegi ile insani icine
alir. Insan kavraminin, hayvanlarin tumunun karsisina konmasindan
da anlasilacagi gibi, o ayni zamanda bir degerlendirme dile getirir.
Insan kavraminda disi ve erkek olmanin bir isareti yoktur. Ama
insanin kulturel iceriginde, kulture dayanan bilincte, cinsler
arasinda daima ozsel bir ayrim yapilmistir. Bu ayrim biyolojik
temel farkliliga dayanir; tarih boyunca cinslerin anlam
ve farkliligi olarak algilanmistir. Cinslerin farkliligi,
temelini biyolojik farklilikta bulur, ama daha derine gider. Tarihteki
insan kulturunun ana hatlarinda, ya anaerkil, ya da ataerkil olmasi,
yani bas deger olarak cinslerden sadece birisinin uzerinde
durulmasi, bunu gosteriyor.
Cinsler arasindaki yapisal fark, hicbir insan toplumunda, hicbir
cagda gormezlikten gelinmemistir. Bu fark, toplumsal bakimdan
islevsel olarak degerlendirilmis, toplumsal kulturel degerlerin
temeli olmustur. Bu farkliligi, her cag, her toplum, kendi kosullarina,
bilgi ve teknik duzeyine, cagin ve toplumun gereksinmelerine gore
yorumlamis; toplumsal bilincte cinsler hakkinda islevsel bir bilinc
olusmustur. Anaerkil kulturde kadin agirlikli, ataerkil
kulturde erkek agirlikli duzenler kurulmustur.
Tarih ve arkeoloji arastirmalari bize tarih sahnesine cikmis ilk
insan topluluklarinin, anaerkil dedigimiz topluluklar oldugunu
gosteriyor. Insan topluluklarina, binlerce yil boyunca, ataerkillikten
cok daha uzun bir sure, toplum duzenleri, inanclari, kultur varliklari
ve mitoslarinda, kadin degerleri egemen olmustur.
Oyle gorunuyor ki, ilkel toplumlarda, hayatin surdurulmesi
icin iki islevsel deger, bilgi ve cogalma temel
olmustur; ve onlar bu degerleri kadinda, daha dogru olarak, kadin
varliginda buldular. Kadinin gercekten temel ozelligi ve ayricaligi
olan dogum fenomeninde gorduler ve kadini gizemini cozemedikleri
bu fenomen yuzunden kutsallastirdilar. Onlar icin dogum,
kadinin kendi bedeninde bir canli varlik olusturup dunyaya getirmesi,
kadinin doganin sirlarini tasidigi anlamina geliyordu.
Bilgi ve cogalma, insan varliginin korunmasi ve surdurulmesinin
iki temel tasidir. Anaerkil toplumda bu temel taslar, kadin bedenini
ozellikle dogum ve beslenmeyi simgeleyen yontularinda (dogum yapan
tanrica, memelerle bezenmis Kibele) kutsallastiriyor, tapilan
tanricalara sekil veriyor.
Kulturlerin anaerkilllikten ataerkillige ne zaman, nasil gectigi
tam bilinmiyor. Bu, Akdeniz kultur cevresinde, gunumuzden 2500
ile 3000 yil oncesinde ve yavas adimlarla gerceklesmis olmali.
Ancak, ureme olayinda erkegin biyolojik rolunun algilanmasi, bunun
yaninda toplumlar arasinda dusmanliklarin artmasi. Savasin onem
kazanmasi; ayni zamanda korunacak zenginliklerin kultur varliklarinin
cogalmis olmasi' bunda rol oynamis olmali.
Simdi insanin oteki kutbu, erkek, fizik gucu ile hayatin korunmasi. Surdurulmesinde islevsel olarak one cikmis gorunuyor. Artik tanrilar da erkek olarak dusunulmektedir. Gerci tanrilar arasinda, Pantheon'da, tanricalar da vardir; ama Olimpos'un duzenleyici gucu, degerleri, erkek kaynakli degerlerdir. Kadinin toplum icinde islevsel degeri, savasci yetistirmek, erkegin servetine bekcilik etmekle sinirlandirilmistir, O, degerlerin odagi, savas, guc ve bunlardan kazanilan zenginliklerdir. Anaerkil toplumlarda mal ortakligi varken, simdi zenginlikler kisilerindir. Cunku savascinin bilekgucunun karsiligidir. Ve babalar varislerinin kendilerinden olmasini garanti altina almak istemektedirler: Kadin eve kapanmalidir. Savaslardan kazanilan zenginlikler,-koleler ve kadinlar da buraya girerler- kahramanlarin odulleridir. Yine de cok degerli ganimetler
mabetlerde tanrilara sunulur; ortak maldir; cunku tanrilardan
gelecek selamet ve felaket de ortaktir. Bu cagda da mabetlerdeki
kutsallik bekcilerinin, ayinleri yonetenlerin, gelecekten haber
verenlerin kadin rahibeler olmasi, anaerkillikten kalma geleneklere
isaret ediyor. Kadinlarin eve kapatilmasina, "en iyi kadin
kendisinden soz ettirmeyendir" ( Thukydides ) kuralinin gecerlikte
olmasin karsin, Aspasia ve onun gibi unlu baska hetere
(*) (fahise)lerin bilge ve ozgur kadinlar olarak saygi gormesi;
ya da saygi goren bilge kadinlarin, rahibelerin ayni zamanda hetere
ve ozgur olmalri, cok ilginctir. Bu, herhalde, ancak, bilgi-sevgi
ve aski dogal butunlugunden koparmadan yasayan anaerkil deger
sisteminin, kutsal mabet mekanlarina siginip klan kaintisi olarak
anlasilabilir.
Antik Cag'in kapanmasindan sonra, Musa-Isa-Muhammet tek tanrili
dinleri, ataerkilligi pekistirmistir; kadinlari mabetlerden de
kovmustur. Gucu bir kez ele gecirenlerin, egemenligi toplumsal
bir zorlama olmadan ( endustri caginda kadinin is gucu olarak
kullanilmasi ile ortaya cikan buyuk degisiklikte oldugu gibi ),
terketmemeleri dogaldir. Kullanilmayan organlar korelir. Bu yuzden
kadinlar, tekrar egitim olanagi buluncaya kadar, hicbir varlik
gosterememis, toplumun onlara bictigi analik ve ev kadinligi rolunu
benimsemistir. Yalniz burada isaret edilmesi gereken bir nokta
var ki, konuyu dagitmamak icin kisa da olsa dokunulmasi gerekir.
Cunku bu nokta, Avrupali kadinlarin yuzyillardir, Humanizma ve
Aydinlanma'ya karsin, kamu gorevleri icin kendilerini bu kadar
gec ve guc kabul ettirdikleri halde, Turkiye'de kadin haklari
devriminden sonra, kadinlarin olaganustu bir cabukluk ve genislikle
kamu g,revleri alabilmis olmalarini aciklayabilir. Bizde asil
direnc, toplumdan degil, kadinlarin eksik yurttaslik bilincinden,
kendinlerine hazir sunlan haklari kullanamamalarindan gelmistir.
Uzakdogu inanc sistemleri, Hiristiyanlik ve Muslumanlikta kadinin
farkli sekilde goruldugu gozden kacirilmamalidir. Gerci Dogulular
bu konuyu arastirmamislardir -bizde de kadin arastirmalari yeni
baslamis gorunuyor-, cunku dogulular genel tutumlarinda, yasamakla
yetinirler; kadin konusundaki arastirmalari da batililar kendi
kultur cevrelerinde yapmislar, yapmaktadirlar. Fakat dinler hakkindaki
bilgimize dayanarak su kadarini soyleyebiliriz: Bugun bize cok
ters gelse de, kadinlar Doguda ve Muslumanlikta, Hiristiyanlikta
oldugu kadar asagilanmamis, kadinlik cadiliga varan olumsuzluklarla
bir tutulmamistir.Dogu kulturu, ozellikle Uzakdogu kulturu, dogaya
yakin bir kulturdur. Her alanda dogayla, cevreyle uyum aramis
ve bunu bulmustur. Bu bakimdan, ne kadin ne de cinsellik asagilanmistir.
Islam dinine gelince; gocebe tuccar kavimlerin bir col dini olarak
en cok Yahudilikten etkilenen Muslumanlik, dogaya kapalidir; ama
Yahudilik gibi hayata, dunyaya aciktir. Tanri sevgili kuluna bol
kazanc verir. Cinsellik gunah degil, tanrinin, insanlara degilse
de, erkeklere bir lutfudur. Kadin insan degildir ama gerektigi
yerde sevilir; tipki yemek icmek, dunya nimetleri gibi.
Hiristiyanliksa dunyevi olan her seyi yasaklamistir, gunah saymistir.
Hiristiyanlik hem dogaya hem de dunyaya kapalidir, yabancidir,
dusmandir. Denebilir ki, Isa inanci ve kilisenin varlik olanagi,
gunaha baglidir. Insan gunahla dogar ve gunah isler. Gunah islemelidir
ki, Isa'ya inanarak kurtulusa kavussun. Kadin, cennetten kovulma
mitosunda oldugu gibi, gunahin kaynagi seytanin aracidir. Isa'yi
bir kadin degil bir bakire dunyaya getirir. Kadin cinsinin asagilanmasi,
Bati-Hiristiyan kulturunde bilinclere o kadar yerlesmistir ki,
kadin bir sus gibi de olsa, her zaman toplumsal hayata katilmis
oldugu halde, ona yuzyillar boyu hem egitim olanagi taninmamis,
hem de kamu gorevlerinden uzak tutulmustur.Kadinla iliskide, cinsellige
bir tur gunah korkusu, bir tur sucluluk ya da zafer, intikam gibi
dogal olmayan duygularin karistigini psikoanaliz gostermektedir.
Batinin kadin-cinsellik karsisindaki tutumu, hicbir zaman dogal
olamamistir; dinin agir bastigi caglarda da, bilimin agir bastigi
caglarda da. Bati'da Humanizma ve Aydinlanma'nin ozgur, elestirel
aklin her alnda egemen oldugu zamanlarda bile, kadinlarin sosyal
kulturel haklarini almak icin kurbanlar vermis olmalarinin gerekmesi
sasirticidir ve ancak biyle anlasilabilir.
Fransiz Devrimi'nin insanliga kazandirdigi soylenen ozgurluk,
esitlik, kardeslik, yalniz erkekler icindir. Bu haklari kadinlar
icin de isteyen kadinin baskaldirisinin aldigi yanit, giyotine
gitmek olmustur (Olympe de Gouges 1748-1793). Endustri caginin
baslangicinda, kadin hareketleri, Marx'tan once isci haklarina
sahip cikmis; kadinlar ortaya cikan sosyal sefalete erkeklerden
cok daha fazla duyarlik gostermis, kendi ezilmislikleri ile isci
sinifinin ezilmisligini birlestirerek, birlikte hareket etmenin
yollarini aramislardir. Bu isbirligi her iki harekete de ivme
kazandirmistir. Gerci sosyalist-komunist hareketler, kadinlari
kullandi, ama sonunda onlari hesaba katmadi.
Batida kadinlar erkekler gibi, yuksek okullarda, universitelerde
egitim gorme haklarini ancak yuzyilimizin baslarinda, korkak adimlarla
kazandilar. Butun bu sure icinde, kadinlar hakkinda tarihsel sosyal
bilincten gelen toplumsal bilinc ile elestirel aklin cinsler hakkindaki
akilci bilinci, sanki birbirine kosut akan iki akim gibi, yan
yana olusup akistilar; bir cok yerde de hala yanyanaliklarini
surdurmekteler; cunku derin etkili yuksek bir kultur dunyalari
var; ilkellik gibi kolay silip supurulemeyecek olan. Bu yuzden
olsa gerek, kadinlarin savasimi Avrupa'da bitmemis gorunuyor.
Kamu kurumlarinda yer almak bakimindan bir cok ulke bizim bile
gerimizde kaliyor. (Ornegin universitelerde akademik kariyerde
gorev alan kadinlarin orani, bizde yuzde otuza varmisken, bu oran
Alman universitelerinde sadece yuzde uctur.)
Bugun feminist akimlarin, felsefelerin, yer yer her seyi kirip
doken, amacin otesine tasan abartili savlari, cok yerlesik ve
agir kanli toplumsal bilince karsi asiri bir tepki olarak anlasilabilir.
Fakat Bati kultur tarihinin gizli olan yuzu onlar tarafindan ortaya
cikartilmis, desifre edilmistir.
Varilan bu noktada, tarihsel uzlasmazlik, farklilik konusunda ontolojik temelli felsefi antropolojinin, insan felsefesinin bir sozu olmali.
Ona gore kadin ve erkek arasinda varolan ve yanlis yorumlanan
karsitlik, insanin varlik yapisindaki ozsel bir temelden gelmektedir:
Insanin disharmonik varlik yapisindan.
Ontolojik temellere dayanan insan felsefesi, antagonizm ve
disharmoniyi insanin insan olmasinin temeli
olarak gorur. Hayvana hazir bir sekilde sunulan cevreye dogal
uyum, harmoni, insandan esirgenmistir. Insanin varlik kosullarini
kendisinin gerceklestirmesi gerekir. Insan, binlerce yildir ayni
hayati yasayan hayvan gibi, doga tarafindan korunmus degildir.
Kendi yasama kosullarini, ilgi, teknik, sanat ve toplumsal
duzen gibi basarilarla kendisi gerceklestirmek zorundadir.
Bu basarilarla kendisi gerceklestirmek zorundadir. Bu basarilarla
kendisi gerceklestirmek zorundadir. Bu basarilar, degerlere,
anlam verme ve gerceklestirmeye dayanan, kultur ve uygarlik
dedigimiz tarihsel alani olusturur. Tarihsel alan, kendisini
bize gosterdigi sekli ile, arkasinda insan etkinligi, yaratmalari
bulunan karsit degerlerin, idelerin bir carpisma alani
olagelmistir. Bu karsitliklar onun harmonik olmayan varlik yapisindan
kaynaklanir. Antagonizm, disharmoni, insanin insan olmasinin,
yani degerlerin kaynagidir; yaratmalarinin temelidir; ve
onun dunyaya acilmasinn alanidir.
Insanin harmonik degil disharmonik bir varlik olmasi, onun varlik
yapisinin ozelligi, oz varliginda en somut sekli ile kadin ve
erkek olmasinda ortaya cikar. Bu, bir bakima karsit ogeler ve
guclerden olusan dunyanin diyalektik yapisinin bir yansimasi,
bir uzantisidir. Varliktaki bu karsitliklar, sicak-soguk, yas-kuru,
aydinlik-karanlik, yer-gok gibi karsitliklar, en ilkel toplumlar
tarafindan bile algilanmistir. Canli dogada bu, dogum ve olumle
baslayip, doganin vahseti, acimasizligi icinde, canlilarin birbiri
ile beslenmesine kadar uzanir. "Insan evrenin kucuk bir modelidir"
gibi cok soylenmis, modasi gecmis bir soz soylemesek de, varlik
yapisal olan celiskinin, diyalektigin onda belirleyici bir ozellik
oldugu aciktir.
Insan turu birbirinden farkli iki cinsten olusur; kadin ya da
erkek olmak, insanin kacinilmaz bir yapi ozelligidir. Kadin kadindir
ve daha fazlasi, insan; erkek de erkek hem de insan oldugu yerde,
karsilastiklarinda, her biri kendi islevinde, kadin ve erkek ve
de insan; olmasi gereken gerceklesmis olur. Sevgi kadindan erkege
yansir; guven de erkekten kadina. Kadinla erkegin birlestigi yerde,
simdi yeni yaratmalarin, butun karmasik ve karsitliklari ile dunyaya
gelmesi icin, sevgi ve guvenden olusan bir adacik olusmustur.
Bunu basaran cinselliktir.
Feminist akimlarin yanlis yorumu ile kadin kendisine guveni,
kendisi olmakta degil, erkek gibi olmakta aradi.
Erkek gibi giyinmeye ozenmesi, bunun isareti olsa gerek. Olmasi
gereken, erkegin kadini silerek; ya da kadinin erkek gibi olarak,
karsitligin ortadan kaldirilmasi degil, bir zenginlik olarak yasanmasidir.
Esitlik, haklar ve ozgurluklerde olur; olmalidir. Celiskinin
cozumu kisilik sorunundadir. Kadin icin de erkek icin de kisiligin
temel sorunu, toplumsal bilinci asip, temel olan insanliga inebilmektir.
Toplumsal bilinc, hem kendisini duyumsatmadan kabul ettirir, hem
de cogunluk icin gereklidir, yaygindir: Bilinc sahibi olmanin
en tehlikesiz ve kolay olanidir. Kendi gozu ile gormek, kendi
gibi yasamak, guc ve tehlikelidir; yalnizliktir. Ama siir
ve edebiyat, butun sanatlar; muzik, resim ve heykel, insanlara
insanca yasanacak mekanlar yaratan yapi sanati, her cagda insanin
yasama alaninin sadece gelenek-gorenek ve yasalarin alani olmadigini
aciga vuruyor. Sanat, cinslerin varlik yapisal gercekliginin,
sevgi ve askin her seye karsin, kisi sferine daima yasanmis oldugunu
gosteriyor. Gelenek ve gorenekler, yasalar, genel gecer olan,
yapilir-edilir sferini olusturur. Ama gercek hayat tek tek
kisiler arasinda akip gider. Her yeni dogan insan, gercek
olanin yasanmasinin olanagini tasir: Kisi olarak kendi gerceklerine
gore yasamanin! Ve insan dunyasinda asil oyun, kisiler, kisilikler
arasinda oynanmaktadir.
Duygular insanin varlik yapisinda dusunce ve bilgiden, sosyal bilincten daha oncelikli ve birincildirler. Cinsler arasindaki iliski ise, duygularin en dogrudan, en yogun yasandigi alandir. Buradaki derin duygular, duygusallik, gerceklere gozunu kapatmak degil, tersine dunya denen gercekligin butun derinligi ile yasanmasidir.
Insancil, Mart 1997