İÇEBAKIŞ, EMPATİ VE PSİKANALİZ

Gözlem Tarzı ile Kuram Arasındaki İlişkiye Dair Bir İnceleme

 

Heinz Kohut

 

                                                                                                      Çeviri: Sinem Öztep

 

İnsanlar ve hayvanlar çevrelerini duyu organlarının yardımı ile araştırırlar; dinlerler, koklarlar, seyrederler ve dokunurlar; çevrelerinin bütünsel bir izlenimini oluşturur, bu izlenimleri hatırlar, birbiriyle karşılaştırır ve geçmiş izlenimler temelinde beklentiler geliştirirler. Duyu organlarının olanakları, aletler aracılığıyla (teleskop, mikroskop) arttırıldığında insanoğlunun araştırmaları daha tutarlı ve sistemli hale gelir, gözlemlenen olgular, (kendileri gözlemlenemeyen) kavramsal düşünce köprülerinin yardımı ile daha geniş birimler halinde (kuramlar) birleştirilir; ve böylece, dışsal dünyanın bilimsel incelenmesi fark edilmeyen adımlarla, yavaş yavaş, gelişir.

İçsel dünya duyu organlarımız yardımı ile gözlemlenemez. Düşüncelerimiz, arzularımız, duygularımız ve fantezilerimiz, görülebilir, koklanabilir, duyulabilir ya da dokunulabilir değildirler. Fiziksel uzayda bir varlıkları yoktur ama yine de gerçektirler ve zaman içinde ortaya çıktıkça onları gözlemleyebiliriz: Kendimizde içebakış, diğerlerinde ise empati (dolaylı içebakış) yoluyla.

Fakat, az önceki ayrım doğru bir ayrım mıdır? Gerçekten de düşüncelerin, arzuların, duyguların ve fantezilerin fiziksel bir varlıkları yok mu? Bir yandan düşünceler, duygular, fanteziler ve arzular olarak deneyimlenebilirken, diğer yandan, ileri derecede rafine fiziksel araçlarla ölçülebilen temel süreçler yok mu? Bu, eski ve tanıdık bir problem ve zihin-beden ikiliği ya da tekliği seçenekleri biçiminde ortaya konduğu müddetçe çözümlenemez. Tek verimli tanım operasyonel tanım. Gözlem yöntemlerimizin asıl bileşeni duyularımızı içerdiğinde fiziksel olgulardan, içebakış ve empatiyi içerdiğinde ise psikolojik olgulardan söz etmiş oluyoruz.

Tabii ki önceki tanımlama, belirli bir zamanda meydana gelen gerçek bir operasyon şeklindeki dar anlamıyla değil, gözlemcinin inceleme altındaki olguya dair genel tutumu şeklindeki en geniş anlamıyla anlaşılmalıdır. Henüz görülmemiş olan gezegenler doğrudan gözlem altındaki gezegenlerin hareketlerini etkiliyor ve böylece gökbilimciler henüz teleskoplarında belirmemiş olan gökcisimlerinin hareketleri, hacimleri ve kadir sınıfları (yani parlaklık dereceleri) üzerine kafa yorabiliyor ve pek çok yıl sonra gözlem alanlarına girecek olan kuyrukluyıldızların fiziksel niteliklerini düşünmeye devam edebiliyorlar. Psikoloji alanı için de benzer düşüncelere başvurulabilir. Mesela psikanalizde bilinçöncesi ve bilinçdışını, sadece onlara içebakış niyetiyle yaklaştığımız ya da sonuçte içebakış yoluyla onlara ulaşabileceğimiz için değil, aynı zamanda onları içebakış yoluyla görülmüş ya da görülebilir deneyimler çerçevesinde addettiğimiz için de psikolojik yapılar olarak düşünüyoruz.

Gözleme dayalı verilerimiz organize oldukça ve gözlemlerimiz bilimsel açıdan sistemli hale geldikçe, gözlemlenen olgulardan daha uzak mesafedeki bir takım kavramlarla uğraşmaya başlarız. Bu kavramların bazıları soyutlamaları ya da genellemeleri oluştururlar ve böylece hala, az çok doğrudan bir şekilde gözlemlenebilir olgularla bağlantılıdırlar. Örneğin zoolojik bir kavram olan “memeli”, farklı türlerdeki hayvanların ayrı ayrı somut gözlemlenmelerinden türemiştir; ne var ki kendi başına memeli gözlemlenemez. Psikolojide de durum buna benzer. Örneğin psikanalizdeki dürtü kavramı da bu biçimde, daha sonra gösterileceği gibi, içebakışla incelenmiş sayısız deneyimden türetilmiştir; ne var ki, kendi başına dürtü gözlemlenemez. Fiziksel bilimlerdeki ivme ya da psikanalizdeki bastırma gibi başka kavramlar da doğrudan gözlemsel olguya göndermede bulunmazlar. Bununla beraber böyle kavramlar net bir şekilde kendilerine özel bilimlerin genel çerçevesi dahilinde yer alırlar, çünkü gözlemsel veriler arasındaki ilişkilere işaret ederler. Bizler uzaydaki fiziksel cisimleri gözlemliyoruz, bir zaman ekseni boyunca fiziksel konumlarını kaydediyoruz ve böylece ivme kavramına ulaşıyoruz. İçebakış yoluyla düşünce ve fantezileri gözlemliyoruz, ortadan kayboluş ya da ortaya çıkış koşullarını gözlemliyoruz ve böylece bastırma kavramına ulaşıyoruz.

Peki, içebakış ve empati gerçekten her zaman her psikolojik gözlemin temel bileşenleri midir? Dış dünyayı içebakış dışında yollarla gözlemleyerek ulaşabileceğimiz psikolojik olgular yok mu? Basit bir örnek düşünelim. Alışılmadık derecede uzun boylu bir insan görüyoruz. Kuşkusuz bu kişinin alışılmadık ölçüleri psikolojik değerlendirmemiz için önemli bir bilgidir – ne var ki içebakış ve empati olmaksızın bu adamın boyu sadece fiziksel bir özellik olarak kalır. Ancak kendimizi onun yerine koyduğumuzda, ancak dolaylı içebakış yoluyla, onun alışılmadık ölçülerini kendimizinmiş gibi hissetmeye başladığımızda ve böylelikle alışılmadık veya dikkat çekici olduğumuz zamanlara dair içsel deneyimleri canlandırdığımızda, alışılmadık ölçülerin bu kişi için ne anlama geldiğini anlamaya başlarız ve psikolojik bir olguyu gözlemlemiş oluruz. Psikolojik bir kavram olan eylem için de benzer düşüncelere başvurulabilir. Eğer içebakış ve empati olmadan, sadece fiziksel taraflarını gözlemlersek, psikolojik eylem olgusunu değil, yalnızca fiziksel hareket olgusunu gözlemlemiş oluruz. Göz üzerindeki derinin yukarı doğru hareketini milimetrik hasasiyetle ölçebiliriz, fakat kaşın kalkışındaki şaşkınlık ve kınama anlamlarının ince farklarını ancak içebakış ve empati yoluyla anlayabiliriz. Yine de bir eylem, empatinin yardımı olmaksızın, yalnızca görülebilir seyri ya da görülebilir sonuçları ele alınarak anlaşılamaz mı? Cevap yine olumsuz. Bir hareket örüntüsünün belirli bir sonuç yarattığını görüyor olmamız gerçeği, tek başına, psikolojik bir eylemi tanımlamaz. Gevşek bir taşın bir çatıdan düşüp bir adamı öldürmesi türünden bir olay, empati kurabileceğimiz bir niyet ya da güdülenmenin yokluğu nedeniyle, psikolojik bir eylem değildir. Pek çok tesadüfi olayda bilinçdışı belirleyiciler olduğunu kabul etmemize rağmen, eylemlerimizin tesadüfi sonuçları ile niyetli davranışlarımızı doğru bir şekilde birbirinden ayırırız. Adamın biri elindeki taşı bırakır, taş düşer ve başka bir adamı öldürür. Eğer empati duyabileceğimiz bilinçli ya da bilinçdışı bir niyet varsa psikolojik bir eylemden bahsedebiliriz; şayet böyle bir niyet yoksa, fiziksel olayların sebep-sonuç zincirinden bahsederiz. Diğer yandan, eğer A’nın söylediği bazı sözcüklerin ses dalgalarının, B’nin beynindeki bazı elektrokimyasal örüntüleri nasıl harekete geçirdiğini fizik ve biyokimya terimleriyle tasvir etme imkânı olsaydı, bu tasvir hala A’nın B’yi kızdırdığı ifadesinin belirttiği gibi bir psikolojik gerçeği içermiyor olurdu. Yalnızca, içebakışla ya da bir diğerinin içebakışı ile empati kurarak gözlemleme girişiminde bulunabileceğimiz bir olgu, psikolojik diye adlandırılabilir. Eğer gözlem yöntemlerimiz ağırlıklı olarak içebakış ve empatiyi içermiyorsa, olgu, “somatik”, “davranışsal” ya da “sosyal”dir.

Sonuç olarak önceki tanımlamayı açık bir ifade şeklinde tekrarlayabiliriz: Eğer gözlem tarzımız temel bileşenler olarak içebakış ve empatiyi içeriyorsa olguları zihinsel, psişik veya psikolojik olarak adlandırırız. Bu bağlamda “temel” terimi içebakış ve empatinin psikolojik gözlemde asla noksan olamayacağını ve hatta tek başına da varolabileceğini ifade ediyor. Daha önceki noktalar az önceki ifadenin ilk yarısını açıklığa kavuşturdu. İkinci yarıyı (yani içebakış ve empatinin psikolojik malzemenin gözlemlenmesinde tek başına yer alabileceğini) göstermek içinse psikanalize dönebiliriz. Burada ilk olarak kimileri tarafından öne sürülebilecek bir itiraz üzerinde durmamız gerekiyor: Psikanalitik gözlemin asıl aracı içebakış değil, analistin hastanın belli türden bir davranışını incelemesidir: Serbest çağrışımı. Ne var ki klinik gerçeklerin büyük bir kısmı kendi kendini analiz yoluyla keşfedildi ve bu verilerden de, Freud’un “Rüyaların Yorumu” kitabında olduğu gibi, bir kuramsal soyutlamalar sistemi geliştirildi. Olağan analitik durumda da, analistin tanıklık ettiği, analizanın içebakış yoluyla kendi kendini gözlemlemesidir. Şurası bir gerçek ki, analistin psikolojik içgörüleri, sıklıkla analizanın kendini anlayışının ilerisindedir. Ancak bu psikolojik içgörüler, analistin içebakışın empati diye adlandırılan uzantısını (dolaylı içebakışı) kullandığı, eğitilmiş içebakış becerisinin sonucudurlar.

Şüphe yok ki bu tartışmalar, içebakış ve empatinin psikanalitik gözlemin yegâne bileşenleri olduğunu ima etmez. Diğer tüm psikolojik gözlemlerde olduğu gibi psikanalizde de, gözlemin asıl unsurları olan içebakış ve empati genellikle diğer gözlem yöntemleriyle bağlantılı ve kaynaşmış haldedirler. Bununla birlikte nihai ve sonucu belirleyici gözlemsel eylem, içebakış ya da empati yoluyla olanıdır. Buna ek olarak, kendi kendini analiz durumunda içebakışın tek başına var olduğunu da gösterebiliriz.

Bu noktada, empatinin bilimsel psikoloji dışındaki kullanılışını incelemek verimli olabilir. Günlük hayatta tutumlarımız bilimsel açıdan sistemli değildir ve gözlem nesnemizle az ya da çok empati kurabilmemize bağlı olarak, olguları az ya da çok psikolojik ya da zihinsel olarak görme eğilimindeyizdir. Psikolojik bir kavrayışa en kolay kendi kültürel yaşantımızdan olan insanları gözlemlediğimizde ulaşabiliriz. Hareketleri, sözel davranışları, arzuları ve duyarlılıkları bizimkilere benzer ve farklı bir ortamdan gelen insanlara önemsiz gelebilecek ipuçları temelinde onlarla empati kurabilmemiz mümkündür. Yine de, deneyimleri bizimkine benzemeyen farklı bir kültürden gelen insanları gözlemlediğimizde bile, empati kurabileceğimiz bazı ortak deneyimlerin keşfiyle, onları psikolojik olarak anlayabileceğimize inanırız. Hayvanlarla da bu böyledir: Bir köpek ayrılık sonrasında sahibini karşıladığında biliriz ki, sevilen bir “sen”le ayrılık sonrasında onun deneyimledikleri ile kendi deneyimlerimiz arasında ortak paydalar mevcuttur ve insanla hayvan deneyimleri arasında büyük farklar olduğunu vurgulama eğiliminde olmamıza rağmen, psikoloji terimleriyle düşünmeye başlayabiliriz. Ne var ki, bitki psikolojisinden pek kimse söz etmez. Doğru, çiçeklerin kimi hevesli gözlemcileri, bitkilerin güneşe ve sıcağa doğru dönmelerini, makul bir biçimde, empati kurabileceğimiz bir şey, içsel bir gayret, özlem ya da arzu olarak görebilirler ancak bu daha çok simgesel ya da şiirsel manada olacaktır çünkü bitkilere (bazı hayvanlara yaptığımız gibi) ilkel bir kendinin farkında olma becerisi atfedemeyiz. Ne var ki daha ileri durumlar da mevcut. En kısa rotayı arayarak ve engellerden kaçınarak bir tepeden aşağı doğru koşan suyu gözlemliyoruz ve hatta bu olguları insanbiçimci (andromorfik) terimlerle tanımlıyoruz (koşmak, aramak, kaçınmak); ve yine de, bırakın bitkilerin psikolojisini, cansız varlıkların psikolojisinden de söz etmiyoruz.1

Sonuç olarak içebakış ve empati tüm psikolojik kavrayışımızda rol oynamaktadır; bununla beraber içebakış ve empatinin bilimsel olarak kullanımının eşsiz öncüleri Breuer ve Freud’du. İçebakışın geliştirilen özel, inceltilmiş biçimlerine yapılan vurgu (yani serbest çağrışım ve direnç analizi), yalnızca bu özel içebakış tekniklerinin yardımıyla ortaya çıkarılabilen, o zamana değin bilinmeyen bir içsel deneyim türünün çığır açan keşfi (yani bilinçdışının keşfi), normal ve anormal psikolojik olgulara dair açılan yeni anlayış alanımızın genişliği, şu gerçeği gizlemeye yöneldi: İlk adım, içebakış ve empatinin, yeni bilimin gözlem araçları olarak tutarlı bir şekilde kullanılmaya başlanmasıydı. Psikanalizin başlıca teknikleri olan serbest çağrışım ve direnç analizi, içebakışla gözlemi, önceden farkında olunmayan çarpıtmalardan (rasyonalizasyonlardan) azad etti. Bu nedenle serbest çağrışım ve direnç analizinin kullanılmaya başlaması hiç kuşkusuz, (etkin bir bilinçdışının çarpıtıcı etkilerinin kabul edilmesine yol açmasıyla) psikanalitik gözlemin değerini özellikle belirlemektedir. Yine de bu önemin bilinmesi, içebakış ve empati yoluyla gözlem yönteminin hizmetinde başvurulan serbest çağrışım ve direnç analizinin, yardımcı araçlar olarak düşünülmesi gereği ile zıtlık teşkil etmez.

Bu giriş gözlemlerinin sonucunda şimdi, bu çalışmanın ana gövdesine dönmeye hazırız. Aşağıdaki inceleme esas olarak, ne analizan ve analistin çeşitli psikolojik deneyimleriyle ilgili, ne de içebakış ve empatiyi dinamik ve genetik bakış açılarından açıklığa kavuşturmayı hedefliyor. Buradan itibaren, içebakış ve empatiyi psikanalitik bilgi toplamanın temel bileşenleri olarak kabul edeceğiz ve bu gözlem yönteminin, gözlemlenen alanın içeriğini ve sınırlarını nasıl tanımladığını göstermeye çalışacağız. Alanın içerik ve sınırları sonradan deneysel bilimin kuramlarını belirleyeceği için, bu çalışmadaki bir başka amacımız da, içebakış ile psikanalitik kuram arasındaki bağlantıyı, özellikle de bu bağlantıya karşı kayıtsızlığın yanlışlara, ihmallere ve hatalara götürdüğü alanlarda göstermek olacak.

 

 

İçebakışa Karşı Dirençler

 

Serbest çağrışıma karşı dirençleri, zihnin savunma işlevinin sonucu olarak ele almak uygundur. Hasta bilinçdışı içerikten ve türevlerinden korktuğu için serbest çağrışıma karşı çıkar ve yasak masturbasyon fantazileri, saldırganlıklar ve benzeri şeylerin anlamlarını kendine iş edinmesi nedeniyle, analiz sürecine direnç gösterilir. Ancak, psikanalitik yönteme karşı daha genel, kendini son derece akılcı yollarla ifade eden bir direnç var gibi görünüyor: İçebakışa karşı direnç. Belki de, gözlem tarzımız olarak samimiyetle kabul etmekteki isteksizliğimiz yüzünden, içebakışın (ve empatinin) bilimsel kullanımını incelemeyi ihmal ettik, onunla deney yapmayı ya da onu inceltmeyi beceremedik. Öyle görünüyor ki ondan utandık ve doğrudan doğruya bahsetmek istemedik ama yine de o – tüm eksikleriyle – büyük keşiflere giden yolu açtı. İçebakışla ilgili tereddüdümüzün sosyokültürel olarak belirlenmiş (mistik, yoga, oryantal, batılı olmayan gibi bazı sloganlarda örneği verilen) sebeplerini bir yana bırakırsak, hala, böyle sonuçlar vermiş gözlem yöntemin onaylamaya karşı önyargımızın altında yatan sebebi tanımlamamız gerekiyor. İçebakışın psikanalitik bilgi toplamada çok önemli bir faktör olduğu gerçeğinin savunmacı bir biçimde ihmal edilmesine yol açan dehşet, belki de gerilimin artmasından doğan çaresizliğin korkusudur. Bizler gerilimin eylem yoluyla devamlı boşaltımına alışığız ve düşünceyi sadece eylemin aracısı, ertelenmiş bir eylem, bir eylem denemesi ya da planlama olarak görmeyi istiyoruz. İçebakış, gerilimden kurtulmamızı sağlayan akıntıya karşı gider göründüğü için, bastırılmış içeriğin ortaya çıkmasının çok yakınlarda olmasının yarattığı daha belirli korkulara, pasifliğe ve gerilim artışına dair genel dehşeti ekliyor olabilir. Psikanalizdeki serbest çağrışımın bu anlamda bizim olağan düşünce süreçlerimize tekabül etmediği doğru. Genel olarak söylenecek olursa, düşünme, “nispeten küçük yatırım (cathexis) parçalarının eşlik ettiği deneysel türde bir eylemdir” (Freud, 1911a, s.221). Bütün olarak psikanalitik terapinin, eyleme hazır duruma getirdiği (eylem özgürlüğünü verdiği) söylenebilir; ancak tek başına serbest çağrışım, eyleme değil, artan gerilim toleransı yoluyla yapısal yeniden düzenlemelere hazırlanmayı sağlar.

Hastalar, genellikle terapinin en erken safhalarında, tedavinin talep ettiği zamandan ve paradan fedakârlığı sebep göstererek, analizin uzunluğu ve seansların sıklığı ile ilgili yakınmalarını dile getirirler. Ama insan, en azından bazı durumlarda, bu şikâyetlerin, artmakta olan gerilime karşı daha derindeki bir eylemsizlik dehşetini, diğer bir deyişle, içebakış yoluyla enerji akışının uzun süre tersine çevrilmesinden duyulan korkuyu gizlediği izlenimine kapılıyor. Belki analitik yöntemle deneylerimizde bizleri uzun içebakış sürelerinin sonuçlarını, örneğin, uzatılmış analiz seanslarının etkinliğini araştırmaktan alıkoyan da, analistlerce duyulan benzer bir rahatsızlıktır.

İçebakış hiç şüphesiz gerçeklikten kaçış yolu da olabilir. Şizofrenlerin bazı otistik gündüz düşlerindeki gibi en patolojik biçimlerinde, içebakış haz ilkesine yenik düşer ve fantezilerin pasif bir kabulüne dönüşür. Egonun içebakan kısmının daha çok kontrolünde, ama yine de haz ilkesinin etkisi altında ise, mistik tarikatlerin ve sözde-bilimsel mistik psikolojinin rasyonalize edilmiş içebakış biçimleri yer alır. Ne var ki, içebakışın kötüye kullanılabileceği gerçeği, onun bilimsel bir araç olarak değeri konusunda bizi yanıltmamalı. Şurası da unutulmamalıdır ki, eğer bir bilim adamı bilimsel etkinliği patolojik amaçlarla kullanacak olursa, içebakışçı olmayan fiziksel bilimler de eşit derecede, dönüştürülmemiş haz ilkesinin hizmetine girebilir. Psikanalizdeki içebakış, pasif bir gerçeklikten kaçış değildir; olsa olsa, aktiftir, araştırır ve girişimcidir. Daha çok, başlıca fizik bilimlerinde olduğu gibi, bilgi sahamızı derinleştirme ve genişletme tutkusuyla harekete geçer.

 

 

Erken Zihinsel Örgütlenmeler

 

İçebakış konusunda sadece irrasyonel dirençlerle değil aynı zamanda gerçekçi sınırlamalarla da karşı karşıyayız. Örneğin, bazı yazarların tanımlarının ya da kuramlarının, insanbiçimci, yetişkinbiçimci ve benzeri olduklarına dair eleştirel ifadeler duyuyoruz. Sözü edilen konuların diliyle söylenecek olursa, bu eleştirel ifadeler, ya gözlemcinin empatik süreçlerinin ihtiyatla ele alınmadığını, ya da söz konusu yazarın yanlış biçimde empati kurduğunu ima etmektedirler. Gözlemci gözlenenden ne kadar farklıysa empatinin güvenilirliğinin o kadar azalacağına kuşku yok. Psikanaliz genetik (gelişim) yönelimlidir ve insan deneyimine değişen karmaşıklıkta, değişen olgunlukta vs. zihinsel örgütlenmelerin uzun dönemli sürekliliği olarak görür. Böylelikle zihinsel gelişimin erken safhaları da, kendi kendimizle, yani kendi geçmiş zihinsel örgütlenmelerimizle empati kurabilme becerimize karşı özel bir meydan okuma teşkil eder. (Tabii bu düşünceler, sadece uzun dönemli yaklaşıma değil aynı zamanda, örneğin psikolojik derinlikten ve uyku, nevroz, yorgunluk, stres ve benzeri durumlardaki psikolojik regresyondan söz ettiğimiz zamanki enine-kesitsel yaklaşıma da uygundur.) İlkel, erken dönem veya derin psikolojik süreçleri anlatırken ne tür bir kavramdan yararlanmalıyız? Örneğin, Freud’un aktüel nevroz sendromunda devamlı içebakışın (serbest çağrışım ve direnç analizi şeklinde bile olsa) kaygı nevrozunda kaygıdan, nevrastenide ise yorgunluk ve ağrılardan öte bir psikolojik içerik ortaya koyamaması, operasyonel anlamda belirleyici oldu (Freud, 1898). Freud, arasıra karşılaştığı çeşitli fantezileri bu semptomlara ikincil (onların akılcılaştırılmaları) olarak görmüş olmalı. Psikolojik bulgu eksikliği Freud’u, aktüel nevrozu organik bir rahatsızlığın – diğer bir deyişle, içebakış dışında araştırma yöntemleriyle, örneğin biyokimyasal araçlarla, incelemenin daha verimli bir açıklama sunmayı vaad ettiği bir durumun - doğrudan ifadesi olarak anlatmaya sevk etti. Nevrotik rahatsızlık2, bitkisel nevroz (Alexander, 1943) veya organ nevrozu (Fenichel, 1945) gibi bazı psikopatolojik oluşumlar ve zihinsel gelişimin birincil işlevsel safhasını ayırdetme aygıtı için de aynı düşünceler geçerlidir. Benzer şekilde, biz de zihinsel gelişimin en erken safhalarının psikolojik içeriğini tam olarak anladığımızı iddia etmemeli, bu devrelerden söz ederken, daha sonraki deneyimlerin benzer görüngülerine göndermede bulunan kavramlardan kaçınmalıyız. Yani, belli belirsiz empatik tahminlerle yetinmeli ve mesela arzu yerine gerilimden, arzu doyumu yerine gerilimin azalmasından ve problem çözümü yerine de yoğunlaşma ve uzlaşım oluşturmadan söz etmeliyiz. Bu terminolojik hatalardan daha güç farkedilen şey ise, erken dönem psikolojik durumların tartışmasında bazen düşülen kullanım kaymaları. Başlangıçtaki zihinsel duruma yönelik ilkel bir empatik içebakış geliştirmeye çalışmaktansa sosyal bir durumun, örneğin anne ve çocuk arasındaki ilişkinin, tanımlanması öneriliyor. Anne ve çocuğun erken dönemdeki etkileşimlerinin araştırılması ve tanımlanması hiç kuşkusuz elzemdir; ne var ki o vakit, bir tür sosyal psikoloji ile uğraştığımız ve bu yüzden de içebakışçı psikolojinin sonuçları ile mukayese edilmesi ama onunla eş tutulmaması gereken bir bakış açısına doğru kaydığımız da unutulmamalıdır.

O halde içebakış yönteminin yardımıyla gerçekleştirilen gözlemler üzerine kurulan kuramlarla, örneğin sosyal psikolog ya da biyoloğun gözlem yöntemi üzerine kurulu kuramları, birbirine ya da birbiriyle karıştırmamaya dikkat etmeliyiz. Dere, yolu üzerindeki kayalardan kaçınarak, yokuş aşağı, en kısa yolu bularak ırmağa doğru akar – ve böylece su ile çevresi arasındaki uyum problemi çözülmüş olur. Eşine ihanet etme isteğiyle ilgili çatışması olan evli bir kadın histerik körlük geliştirir - ve yine adaptasyon probleminin çözülmüş olduğu söylenebilir. Benzer şartlardaki bir başka kadın daha fazla baştan çıkarılmak istemediğine karar verir; o da baştan çıkarıcı adamı görmek istemez ve alelacele eve dönmeye karar verir – yine bir uyum problemi çözülmüştür. Sosyal psikolog, ödevlerin farklı karmaşıklık düzeylerini, biyolog ise bunların çözümünde kullanılan araçların farklı karmaşıklık düzeylerini karşılaştırarak bu uyum süreçlerini birbirinden ayırmaya kalkışabilir ki, bunlar, çağımızın elektronik “beyinleri” (hesaplama makinaları) göz önünde tutulduğunda, kolay ayırımlar değildirler. Bir sosyal psikoloğun ya da biyoloğun çözümü her ne olursa olsun, bu mekanizmaları, içebakış ve empatiyi kullanarak birbirinden ayıran psikanalistin çözümüyle net bir şekilde tezat oluşturur. Psikanalist bu mekanizmaları, ne etkinlikleri ya da etkisizlikleri, ne de karmaşıklık ya da basitlikleri ile değil, diğerinin deneyimine empati kurarak, çeşitli zihinsel etkinliklerin içebakan kendiliğe olan göreli uzaklıklarını tahmin ederek birbirinden ayırır. Bazı psikolojik süreçler (yenidoğanın gerilimi ya da gerilimi boşaltması) neredeyse empati sınırlarının dışındadır ve gerçekleşen uyumun, kayalar ve yer çekimi ile etkileşim halindeki suyun hareketine daha yakın olduğu söylenebilir. Başka süreçler, empatik gözlemciye, az önce anlatılanlardan biraz daha yakın olsalar da, kendini gözlemleyen egodan yine epeyce uzaktırlar: Uzlaşım oluşturmalar, yoğunlaştırmalar, yer değiştirmeler, birincil süreç diye adlandırdığımız aşırı belirlenim (örneğin psikonevrotik semptom oluşturma); ve nihayet içebakış ve empatimize daha yakın olan psikolojik süreçler: Mantıklı düşünme, problem çözme ve niyetli eylemin -seçim ve karar becerisi- ikincil süreçleri.

 

 

Ruhiçi (Endopsychic) ve Kişilerarası Çatışma

 

Bu noktada, özellikle psikanalizin “yeterince kişilerarası” olmadığına ya da sosyal matris yerine tek gövdeli bir bakış açısı kullandığına dair sıklıkla ifade edilen kanıları gözönüne alarak, ruhiçi ve kişilerarası çatışma kavramlarının durumlarını psikanalitik kuram çerçevesinden inceleyeceğiz. Bu türden görüşler psikanalitik gözlemin asıl bileşeninin içebakış olduğunu gözden kaçırırlar. Bu yüzden, kişilerarası teriminin psikanalitik anlamını, içebakış yoluyla kendini gözlemlemeye açık bir kişilerarası deneyim manasında tanımlamalıyız; böylece sosyal psikologların ve diğerlerinin kullandığı kişilerarası ilişki, etkileşim, işlem (transaction) vs. gibi terimlerin anlamlarından farklılık göstermiş olur.

Freud’un erken dönem araştırmaları psikonevrozun içebakış ve empati yoluyla incelenmesine yönelikti. Çabaları iki büyük keşifle ödüllendirildi: Bilinçdışı ve aktarım olgusu, yani bilinçdışının, psişenin içebakışla daha ulaşılabilir olan kısmına yaptığı özel etki. Aktarım nevrozunda devamlı içebakış, çocuksu arzularla bu arzulara karşıt içsel güçler arasındaki içsel çatışmanın, yani yapısal çatışmanın farkına varılmasını sağlar. Bir aktarım figürü olduğu ölçüde analist, kişilerarası ilişki çerçevesinde değil, analizanın bilinçdışı ruhiçi yapılarının (bilinçdışı anılarının)3 taşıyıcısı olarak deneyimlenir. Mesela hasta, kaygısız bir şekilde, seansa gelirken otobüs ücretini ödemekten yırttığını anlatır. Kendisini karşıladığında da analistinin yüzünün alışılmadık ölçüde sert olduğunu “farketmiştir”. Bir aktarım figürü olarak analist (direnç analizinin devamlı içebakışla ortaya koyduğu şekliyle), analizandaki bilinçdışı süperego güçlerinin (bilinçdışı baba imagosunun) bir ifadesidir.

Ne var ki, psikanalitik incelemenin kapsamı yavaş yavaş genişledi ve kısa zamanda psikozu da içine aldı. Böylece analist yeni bir görevle karşı karşıya kaldı: Artık, ilkel zihinsel örgütlenmelerin, yapılanma öncesi psişenin deneyimleriyle empati kurmak durumundaydı. Psikozlar alanında daha önceki iki büyük, erken yapılan keşif, Freud’un (1914b) psikotik hipokondriyanın anlamını kavraması ve Tausk’un (1919), empati ya da içebakış yoluyla, şizofreniğin bir makine tarafından etkilendiği sanrısını, kendiliğin erken döneme ait bir biçiminin canlanması ve “sen” deneyimi ile bağlantının kopmasından sonraki acılı ve kaygılı beden deneyimlerine gerileme olarak tanımasıydı. Narsistik bozukluklar ve sınır durumlardaki sürekli içebakış da, aynı şekilde, arkaik bir nesneyle bağını sürdürmeye ya da ondan zayıf bir ayrışmayı sürdürmeye çalışan, yapılanmamış psişeyi anlamayı sağladı4. Analist burada, içsel yapıların yansıtıldığı bir ekran değil (aktarım), sağlam psikolojik yapılar oluşturmak için fazlaca uzak, reddedici ya da güvenilmez olan erken dönem gerçekliğin doğrudan bir devamıdır. Böylece analist, içebakış yoluyla, ilkel bir kişilerarası ilişki çerçevesinden deneyimlenir. Analist, analizanın bağını sürdürmeye, kendi kimliğini ayırmaya ya da bir parçacık içsel yapı türetmeye giriştiği eski nesnedir. Mesela şizofren bir hasta seansa soğuk ve çekingen bir halde gelir. Bir önceki gece gördüğü rüyada, karla kaplı çorak bir alanda bir kadın ona memesini vermiştir ama o, bu memenin lastik olduğunu farketmiştir. Bu hastanın duygusal soğukluğunun ve rüyasının, analistin onu görünüşte küçücük ama gerçekte çok önemli olacak şekilde reddedişine gösterdiği tepki olduğu anlaşılır. Analist tarafından gerçekçi bir reddedilişe duyulan tepkiler kuşkusuz aktarım nevrozlarının analizinde de görülür ve tanınıp ortaya konmaları taktik önem taşır. Ne var ki, psikozlarla sınır durumların analizlerindeki arkaik kişilerarası çatışmalar, psikonevrozlardaki yapısal çatışmaya tekabül eden, stratejik önemdeki merkezi bir konumu işgal eder. Aynı düşünceler, ayrıntılardaki farklar göz önüne alınarak, psikozlarda karşılaşılan yapısal çatışmalara da uygulanabilir.

Aktarım üzerine birkaç kısa yorum daha yapmadan ruhiçi ve kişilerarası çatışma başlığını terk edemeyiz. Freud’un temel aktarım tanımı (1900a) belirsizlik barındırmayan bir kavram oluşumunun sonucuydu: Aktarım, bilinçdışının (çoğunlukla zayıflamış olsa da) varolan bastırma bariyerinden geçen, bilinçöncesi üzerindeki etkisidir. Rüyalar, semptomlar ve analizanın analisti algılayış halleri, aktarımın en önemli görünümleridir. Aktarım ve karşıaktarım kavramlarının (genellikle sosyal psikolojideki belirli kişilerarası ilişkileri işaret eden) şimdiki kafa karıştırıcı kullanımları, kuramsal çerçevenin dayanması gereken çalışma tarzı ile ilgili kasıtsız bir tutarsızlıktan doğmaktadır. Eğer önceki aktarım kavramını 1923’teki yapısal şema içine oturtur ve ek olarak da aktarımı egonun özerkliği (Hartmann, 1939) ile ilgili şekilde tanımlarsak, Freud’un 1900’de üzerine çalıştığı ham zihin modeli ile sakatlanmadan, çalışma tarzımızı muhafaza etme avantajına sahip olabiliriz. Böylece nesneye yönelik  bastırılmış çocuksu arzuların, analistin (şimdiki gerçeklikte önemsiz olan) özellikleri ile bir karışımı olması dolayısıyla, terapötik durumdaki nesneyle aktarım deneyimi, orijinal anlamını korumuş olur. Bu, iki başka deneyimden net bir biçimde ayırt edilmelidir: Nesneye yönelik, derinlerden doğan ama bastırma bariyerini geçemeyen yönelişlerden (karş. Freud’un “Ego ve İd” deki şeması: Bastırma bariyeri egonun yalnızca küçük bir parçasını idden ayırır) ve egonun, ilk haliyle aktarım olan, ancak daha sonra bastırılmış olanla bağını kopararak özerk nesne seçimi haline gelen, nesne yönelişlerinden. Her iki örnekte de nesne seçiminin kısmen geçmişten kaynaklandığını, yani sonraki nesne seçiminin çocukluktaki modelleri taklit ettiğini kabul etmek önem taşımaktadır. Ancak her aktarımın tekrar olduğu doğruysa da, her tekrar aktarım değildir.

İçebakışa dayanmayan tarihsel yaklaşımla, geçmişin zihinsel aygıtın gelişimini belirleyen etkileri ile, geçmişten kalıp hala varlığını sürdüren bir şeyin, yani bastırılmış bilinçdışının, bugünkü etkilerini ayırdetmek mümkün değildir. Ne var ki sürekli bilimsel içebakış yoluyla, çocukluktaki modelleri taklit eden aktarımsal olmayan nesne seçimlerini (örneğin sık düşülen bir hatayla olumlu “aktarım” diye nitelendirilenlerin bir kısmı), gerçek aktarımdan ayırdetmemiz mümkün. İkincisi, sürekli içebakışla yavaş yavaş yok olurken, ilki, yapısal çatışma alanının dışında yer alır ve psikanalitik içebakıştan doğrudan etkilenmez.

 

 

Bağımlılık

 

Psikanalizin kullandığı bazı kavramlar, içebakışla gözlem ya da empatik içebakışla oluşturulmuş soyutlamalar olmayıp, diğer gözlem yöntemleriyle elde edilmiş verilerden türetilmişlerdir. Psikanalitik gözleme dayalı kuramsal soyutlamalarla mukayese edilmeleri gerekse de, bu kavramlar diğerleriyle aynı değildir.

Örneğin, genel olarak çocukluk cinselliğinin ve özel olarak da Oedipus kompleksinin öneminin, insan yavrusunun uzun süreli ve biyolojik olarak zorunlu bağımlılığına bağlı veya  bu bağımlılığın bir parçası olduğu hipotezini ele alalım. Bu psikanalitik bir hipotez midir? Cevap genel anlamda hiç kuşkusuz olumlu, çünkü söz konusu hipotez, fallik, anal ve oral-erotik deneyimin içebakış yoluyla keşfinden ve aktarımdaki oedipal tutkuların açığa çıkarılmasından evvel formüle edilemezdi bile. Yine de daha keskin bir bakış, bu hipotezde kullanılan kavramların tamamının, değişiklikler yapılmaksızın, içebakışçı ya da empatik gözlemlerden çıkmış gibi kabul edilemeyeceğini gösterecektir. Dürtüler ve cinsellik konusu daha sonra ele alınacak, bağımlılık kavramı ise tam bu noktada incelenecek.

Bağımlılık kavramı, her zaman değilse de çoğu zaman kafa karışıklığı yaratacak biçimde birbirine bağlı iki ayrı anlamı ifade etmek için kullanılabilir. İlk anlamı, iki organizma (biyoloji) ya da iki sosyal birim (sosyoloji) arasındaki ilişkiyi ifade eder. Biyoloji ile ilgili gözlemci, çeşitli memeli yenidoğanların (hayatta kalmak için) aynı türün annelik bakımı veren yetişkinlerinden aldıkları bakıma bağımlı olduklarını doğrulayacaktır. Yetişkin insanlar arasındaki ilişkiler için de bağımlılıkla ilgili benzer yargılara varılabilir. Karmaşık ve son derece uzmanlaşmış uygarlığımızda, toplumun her bir üyesi, yalnızca belirli birkaç beceri geliştirir ve böylece hem bildiği kadarıyla varlığı, hem de muhtemelen biyolojik olarak hayatta kalmak için, toplumun tamamına (diğerlerinin becerilerinin tümüne) bağımlıdır. Bağımlılık teriminin biyolojik ve sosyolojik anlamları bir yana, aynı adı taşıyan ve psikodinamik formülasyonlarımızda büyük ölçüde kullandığımız psikolojik bir kavramla karşı karşıyayız. Bazı hastaların bağımlılık problemleri olduğunu ya da bunu psikanaliz sırasında geliştirdiklerini söylüyoruz. Veya oral-bağımlı kişiliklerden söz ediyor ve oral-bağımlılıklarının, analistle ilişkiyi devam ettirme arzularına tartışmasız biçimde katkıda bulunduğu sonucuna varıyoruz. Bizler burada psikanalitik bağımlılık kavramı ile uğraştığımız için, bu kavramı hastaların psikanalitik gözlemlenmesinden çıkardığımız ve bu kavramın analizanın zihinsel durumu ile ilgili bazı genellemeler ve soyutlamalar oluşturduğu kabul edilmeli. Mesela hastanın bağımlılıkla ilgili bir çatışma yaşadığını söylediğimizde veya bunları bastırıyor olduğu gibi yapısal bir formülasyonda, gerçekten de genellikle yaptığımız açıkça budur. Bu türden bir formülasyona itiraz edilemez görünür, çünkü biz sadece denenip kanıtlanmış olan bastırma kavramını kullanıyor gibiyizdir. Ancak buna ek olarak, deminki formülasyonun doğruluğunu incelemeden önce tek başına ele almak durumunda olduğumuz, üstü kapalı bir varsayımda bulunmuş olduk. Psikanalitik bir kavram olarak regresyon, daha önceki bir psikolojik duruma geri dönüşü ifade eder. Bu nedenle problemimiz, bebeğin (biyolojik ve sosyolojik anlamda) annesine bağımlı oluşu gibi doğruluğundan şüphe edilemeyecek bir gerçekle değil, bebeğin zihinsel durumunun yaklaşık olarak yetişkin bir analizanda ortaya çıkardığımız bastırılmış bağımlılık yönelişlerine tekabül edip etmediğine dair kafa karıştırıcı soruyla ilgilidir. Bu türden gayretlerin güvenilmezliğini göstermek için karşıt hipotez üzerine kafa yorabilir ve meme emen sağlıklı bebeğin olgunlaşmamış kendilik-farkındalığını, kendisi için en önemli etkinliğe tamamen dalmış olan bir yetişkinin, örneğin yüz metre koşusunun son metrelerindeki bir atletin, kadansın zirvelerinde bir virtüözün, ya da cinsel birleşmenin doruk noktasında bir aşığın duygusal durumu ile karşılaştırmamız gerektiğini öne sürebiliriz. Yetişkindeki bağımlılık durumlarının analizle daha fazla indirgenemeyecek olan en eski psikolojik gestalta geri dönüş olduğu varsayımı, böylelikle sağlıklı çocuklardan empatik anlayışımızla öğrendiklerimizle karşıtlık halindedir.

Elbette ne gözlemlemesi gerektiği konusundaki beklentilerini yönlendirebilmek için biyolojik bulgu ya da ilkelerden ipucu almak, bir psikolog için faydalı olabilir. Yine de nihai sınama, psikolojik gözlemin bizzat kendisidir ve belirli bir zihinsel durumun yorumlanmasını biyolojik ilkelere dayanarak tahmin etmek, hele de psikolojik bulgularımızla çelişiyorsa, hatalıdır. Bu yüzden, bazı yetişkin hastalarda karşılaştığımız ürkek ve ısrarlı yapışma, tutunma ve bırakma karşısında direnç, psikolojik gelişimin normal bir evresinin tekrarı, yani makul ölçüde normal ebeveynlerin makul ölçüde normal çocuklarının zihinsel durumuna doğru bir gerileme değildir. Şayet çocukluk durumuna gerileme iseler, yetişkinlerdeki yapışkan bağımlılık tepkileri, gelişimin normal oral evresine değil, genellikle çocukluğun daha sonraki evrelerindeki çocukluk patolojisine geri dönüşü ifade ederler. Örneğin bunlar, belirli reddedilme deneyimlerine, yani öfke ve misilleme korkusunun karışımına yönelik tepkilerdir. Veya, yansıtılmış narsissistik fantezilerin tümgüçlü ve iyi huylu taşıyıcısı haline gelmiş olan terapiste yapışma suretiyle hastayı (mesela gizli yapısal çatışma ile bağlantılı suçluluk ve kaygının ortaya çıkmasına karşı) korurlar.

O halde psikolojik bağımlılığı neredeyse yalnızca oraliteye atfetme eğilimine de itiraz etmeliyiz. Hiç şüphesiz bazı durumlarda böyle bir bağlantı söz konusudur. Yine de biyolojik beklentiler tarafından kösteklenmeyen empatik gözlem, pek çok dürtünün, özellikle de neredeyse doyurulmamış bir halde tutulurlarsa (yarım kalmış psikanalitik perhiz – ne zaman tamamlanır ki?), terapiste yönelik bir Hörigkeit (yani kölelik) durumunun yaratılmasını sağlayabileceğini onaylamaya açık olacaktır. Bu nedenle de bu, söz konusu psikolojik durumu niteleyen özel bir dürtüye bağlı bir durum değil, ısrarcı bir yapışmadır.

Belki de bu durumlardan bazılarının açıklanmasında hatırlanacak en genel psikolojik ilke değişime dirençtir (“libidonun yapışkanlığı”), fakat muhtemelen bu en genel açıklamaya, ancak diğer olasılıklar elendikten sonra, ya da özel bir vakada bu etkene dair doğrudan psikolojik delil olduğunda dönülmelidir. Otuz beş yaşında bir adamın geçenlerde bana anlattığı olay, belki bu terimlerle açıklanabilir. Bir toplama kampından sağ kalan otuz kişiden biriydi ve onun tutuklu kaldığı dönem boyunca o kampta yüz bin insan öldürülmüştü. Rusların ilerleyişi tehlikeli hale gelince, Nazi muhafızlar kampı terk etmişti ve otuz mahkûm serbest kalmıştı. Fiziksel durumları fena olmamasına rağmen, hemen hemen dört upuzun gün süresince kampı terk etmeye gönülleri razı olmamıştı.

Yetersiz psikolojik yapıdaki analizanlarda bağımlılık olgusu, daha da farklı addedilmelidir. Örneğin kimi bağımlılar kendilerini yatıştırma ya da uykuya dalma yetisini edinmemişlerdir; önceki yatıştırılma ya da uyutulma deneyimlerini ruhiçi bir yeteneğe (yapıya) dönüştürememişlerdir. Dolayısıyla bu bağımlılar, nesne ilişkilerinin ikâmesi olarak değil, psikolojik bir yapının ikâmesi olarak ilaçlara bel bağlamak durumunda kalırlar. Eğer psikoterapideyseler, bu tür hastaların psikoterapiste ya da psikoterapötik sürece bağımlı hale geldikleri söylenebilir. Ne var ki onların bağımlılıkları aktarımla karıştırılmamalıdır: Terapist, varolan psikolojik yapının yansıtıldığı ekran değil, bu yapının psikolojik ikâmesidir. Bu psikolojik yapıya ihtiyaç duyduğu için, hasta artık bu desteğe, terapistin sakinleştirmesine ihtiyaç duyar. Bağımlılığı analiz edilemez ya da içgörü ile azaltılamaz; farkına varılmalı ve kabul edilmelidir. Gerçekten de klinik deneyimle sabittir ki, böyle durumlardaki en önemli psikanalitik vazife, gerçek ihtiyacı inkârın analizidir; hasta önce sosyal yalnızlığı sayesinde muhafaza edebildiği bir dizi bilinçdışı büyüklenmeci fanteziyi, kendisi için acı verici olan bağımlı olduğu gerçeği ile değiştirmeyi öğrenmelidir.

 

 

Cinsellik, Saldırganlık, Dürtüler

 

Psikanalitik cinsellik kavramı, çok fazla kafa karışıklığına ve tartışmaya yol açtı. Bir deneyimin cinsel niteliği ne o deneyimin içeriği ile ne de beden bölgeleriyle (erotojenik bölgeler) yeterli ölçüde tanımlanabilir. Bir ergenin tıp çizimlerine bakışı, cinsel bir deneyim olabilir; ama tıp öğrencisi için öyle değildir. Psikolojik cinsellik kavramını belirli biyokimyasal maddelere (hormonlara) göre de uygun biçimde tanımlayamayız. Eğer bir biyokimyager, örneğin, belli seks hormonlarının aşırı üretiminin belli kötü huylu tümörlerin büyümesine yol açtığını gösterebilseydi, bu tümörlerin, illa ki hastanın bilinçöncesi ya da bilinçdışı cinsel arzularının sonucu olduğu söylenemezdi. Yine de psikolog, bazı biyokimyasal bulgulardan ipuçları yakalayabilir. Mesela eğer genellikle hamilelikte salgılanan hormonların, kanserin etiyolojisinde de bulunduğu keşfedilecek olursa, psikolojik araştırmamız, bazı insanların kronik doyurulmamış hamilelik özlemleri olup olmadığı sorusuyla birlikte bilinçöncesi kişiliğe dönebilir. Bu türden arzuların gerçekten varolduğuna dair nihai psikolojik kanıt, yine içebakış ve empati yoluyla keşedilmeleri olurdu. Biyokimyagerin derinlik psikolojisinden çıkarabileceği ipuçları için de hiç kuşkusuz aynı düşünceler, gerekli değişiklikler yapılmış olarak, geçerlidir.

Analistler bir deneyimin cinsel niteliğinin daha fazla tanımlanamayacağını yeterince vurgulamamışlardır. Analistlerin, “cinsellik”le, genital cinsellikten daha fazlasını kastettiğimizi ve pregenital cinsel deneyimin, cinsel düşünme süreçlerini, cinsel hareketi ve benzerlerini içerdiğini düşündükleri doğrudur. Yine de Freud’un (1916-1917) “cinsel olan uygunsuz olandır” eşitlemesi ile ilgili yarı şaka yarı ciddi sözlerini ve yine yarı şaka şu sözünü düşünmek öğreticidir: “Gerçekten düşünmeye başladığımızda insanların cinsel diye adlandırdıkları şey bizi genellikle çok da şaşırtmıyor”(Freud, 304). O halde, çocukluğun pregenital cinsel deneyiminin ve yetişkin cinsel deneyiminin (önsevişme, sapkınlıklar ya da cinsel birleşme olsun), doğrudan deneyimle ya da uzun süreli, ısrarlı içebakışla ve içebakışa karşı içsel engellerin ortadan kaldırılması sayesinde (direnç analizi), cinsel olarak bildiğimiz, daha öte tanımlanamaz, ortak bir niteliği var.

Böylece, bebek ve çocuğun pek çok deneyiminin, yetişkinlerin kendi cinsel hayatlarından aşina oldukları niteliklere sahip olduğunu söyleyebiliriz; yani cinsel hayatlarımız bize psikolojik gelişimimizin başlangıcında çok daha yaygın olan bir deneyimden arta kalanları sunuyor. Freud’a göre (1921, s.91) bu terim, “a potiori”, yani bu deneyimlerin en iyi bilinenleri arasından seçilmiştir – diğer bir deyişle öyle bir isim ki, bizde şüpheye yer bırakmayacak biçimde doğru anlamı uyandıracak. Şayet anlamı biyolojik olsaydı, “cinsel” terimi üzerinde ısrar etmek için fazla bir sebep kalmazdı. Freud’un bu terimden vazgeçmeyi reddetmesi, psikolojik anlamının özünü muhafaza etmenin biricik yoluydu. “Yaşamsal güç” ve “zihinsel enerji” gibi kavramlar, reddedilmiş birincil bir deneyim biçimini aynı açıklıkla dile getirmiyorlar5. 

Benzer şekilde, eğer psikanalitik “dürtü” teriminin de içsel deneyimin içebakışla araştırılmasından elde edildiğini kabul edersek, daha fazla netlik kazanmış oluruz. Deneyimler, değişen derecelerde dürtü niteliğine (istemek, arzulamak, yönelmek) sahip olabilirler. Öyleyse bir dürtü, sayısız içsel deneyimle varılmış bir soyutlamadır; içebakışla daha fazla analiz edilemeyecek psikolojik bir niteliği çağrıştırır; cinsel ve saldırgan yönelimlerin ortak paydasıdır.

Freud’un birincil narsizm ve birincil mazoşizm hipotezleri de içebakışçı psikolojinin kuramsal çerçevesi dahilinde yer alır. Freud, klinik narsissizm ve mazoşizm olgularını gözlemledi ve bunların cinsel ve saldırgan (potansiyel) deneyimlerin (kuramsal) erken dönem  hallerinin yeniden canlanışı olduğu önermesinde bulundu; sonraki görünümleri (klinik narsissizm ve klinik mazoşizm), çevresel strese tepki olarak önceki görünümlerine dönüş yapıyordu. Ne var ki, birincil narsizm ve birincil mazoşizm kuramlarına paralel, yaşam ve ölüm içgüdüleri varsayımı, tamamıyla farklı türden bir kuram oluşumudur. Eros ve Thanatos kavramları, içebakış ve empati gibi gözlemsel yöntemler üzerine kurulu bir psikolojik kurama değil, farklı gözlem yöntemlerini temel almış olması gereken biyolojik kurama aittirler. Elbette bir biyolog psikolojide bulabileceği her işe yarar ipucunu almakta özgürdür, ama yine de kuramları, biyolojik gözlemlere ve biyolojik delillere dayanmalıdır (Hartmann ve ark., 1949). Diğer yandan içebakışçı psikolojinin yöntemlerinin, örneğin teleolojik biyolojide6 olduğu gibi, tüm canlı varlıklara uygulanması, bilimdışıdır. Dolayısıyla, Freud’un biyolojik spekülasyonunun gözüpekliğini takdir etsek de, Eros ve Thanatos kavramlarının psikanalitik psikoloji çerçevesi dışında kaldığını kabul etmemiz gerekir.

Freud, oldukça makul görünse bile içebakışçı psikanalitik gözlemle elde ettiği bulgularla destekleyemediği zamanlarda, biyolojik spekülasyonla yönlendirilmeyi genellikle reddetti. Bu deneyciliğin örnekleri, kadın cinselliği üzerine yazdığı makalelerinde mevcuttur. Freud’un, kadın cinselliğinin gelişimindeki fallik yönelimlerin önemini vurgulamasıyla kanıtlanan sözde kadın karşıtı tarafgirliği için oldukça çok şey söylendi. Apaçık biyolojik gerçek ise, dişinin birincil dişil eğilimlere sahip olması gerektiği ve dişilliğin muhtemelen, hüsrana uğramış bir erillikten geri çekilme olarak açıklanamayacağı yönünde görünüyor. Freud’un, gözlem güçlerini kısıtlayan, sınırlı bir kör nokta yüzünden böyle düşünüyor olması muhtemel değil. Büyük ihtimalle, psikanalitik gözlem yoluyla edindiği klinik kanıtlara – o dönemde ulaşabildiği kadarıyla - dayanması sebebiyle kadın cinselliği ile ilgili görüşlerini değiştirmeyi reddediyordu ve dolayısıyla mantıklı bir biyolojik spekülasyonu psikolojik bir olgu olarak kabul etmeyi de reddetmişti. Hastalarının dişil tutum ve duygularının ötesinde, düzenli olarak fallik yönelimlerle ilgili çatışmalar buldu ve biyolojik biseksüelliği kabul etmesine rağmen, psikolojik bir kanıtı olmadığı için, ondan önce gelen psikolojik bir dişillik evresi önermesini kabul etmedi.

Freud’un kadın cinselliğinin gelişimi ile ilgili tutumu, içebakışçı ve empatik gözlem yöntemine olan inançlı bağlılığının pek çok örneğinden yalnızca biridir. Ancak psikanalitik gözleme olan bildik sadakatine rağmen, kavramlarının bazıları hakkında kaçamak davranmayı ve bu kavramları, biyoloji ve psikoloji arasındaki tarafsız bölgede tutmayı tercih ettiğini kabul etmek gerekir. Ne var ki, operasyonel duruş benimsendiğinde bu sınır bölgenin varlığı son bulur. Bu açıdan bakıldığında, hormonel ya da biyokimyasal (yani operasyonel anlamda biyolojik) dürtü kavramı ile birlikte dinamik bakış açısı üzerine düşünmek, anatomik bir süperego kavramı ile beraber yapısal bir bakış açısını düşünmekten daha savunulabilir değildir.

 

 

Özgür İrade ve İçebakışın Sınırları

 

Psikoloji ve özellikle de psikanaliz (Knight, 1946; Lipton, 1955) son zamanlarda, din, felsefe ve hukuğun başına çeşitli şekillerde bela olmuş bir paradoksun yeni sürümüyle karşı karşıya geldi: Bir seçim yapma veya bir karara varma yeteneğimiz, psişik determinizm yasasıyla nasıl uyum içinde olabilir? Psikanaliz, ilk olarak, ancak rasyonalize edebildiğimiz irrasyonel güçlerin bizi nasıl sürüklediğini, ve ikinci olarak da, psişik işlevlerimize narsistik bir aşırı değer verme eğiliminde olduğumuzu, böylece de, pek değer verdiğimiz yüksek zihinsel etkinliklerimizle ilgili olarak büyüklenmecilikle kandığımız bir özgürlük hissi  taşıdığımızı göstererek, ilk bakışta özgür seçimin varlığına karşı fikirlere ağırlık verir gibi görünüyor. Ne var ki daha yakın bir araştırma, seçimin ve kararın varlığına dair psikanalitik tutumların, hem karmaşık hem de çelişkili olduğunu gösteriyor. Freud’un kendi çelişkili durumu belki de en iyi şu şekilde anlatılabilir: O her zaman, satır aralarında ve kişisel fikri olarak, insan psikolojisinde özgürlük, seçim ve karar alanlarının varlığına inandı, ancak diğer yandan, bu fikri samimiyetle kendi biliminin kuramsal çerçevesine katmakta uzun bir süre son derece isteksiz davrandı. Psikanalitik psikoterapinin hedefine dair en çok alıntı yapılan sözlerinin bir dipnota indirgenmesi bu kararsızlığın bir ifadesidir. “Ego ve İd”de (Freud, 1923) psikanalizin amacının, “hastanın egosuna yollardan birini ya da diğerini seçme özgürlüğü vermek”, olduğunu söylemektedir (s.50; italikler Freud’a ait). Freud’un daha önceki kuramsal formülasyonları, mutlak psişik determinizme yönelikti ve bu kuramsal sistemde egonun “...karar verme özgürlüğüne” pek de yer verilmemiş gibi görünüyordu. Ichtriebe (ego dürtüleri, ego içgüdüleri) kavramı, egonun idden türediği, ya da gerçeklik ilkesinin sadece değişikliğe uğramış haz ilkesi olduğu gibi ifadeleri, bu bakış açısının örnekleridir. Oysa daha sonraki kuramsal formülasyonları, egonun bir derece özgür ya da  bağımsız olduğuna dair önceki inançlarına, kabul etmek gerekir ki çoğu zaman üstü kapalı biçimde, ancak daha sık yer vermeye başladı. Bir psişik yapı olarak egoya yapılan vurgu ve “Ego ve İd”deki sözlerine ek olarak, egonun bağımsız kökenine dair, “Sonlandırılabilir ve Sonlandırılamaz Analiz”deki (Freud, 1937) ifadeleri, onun kuramsal bakış açısındaki ufak değişimin örnekleridir,  ve belki de şimdi Hartmann’la (1939) genellikle egonun özerkliği olarak adlandırdığımız şeyin öncülleridir.

Probleme tekrer, kuramsal soyutlamalarımız için gereken ham malzemeyi elde etmemizi sağlayan gözlem yöntemini net bir biçimde tanımlayarak yaklaşırsak, belki kafa karışıklığının birazı giderilebilir. Gözlemsel malzemesini içebakış ve empati yoluyla elde eden bir bilim için, şöyle bir soru sorulabilir: Seçim yapma ve karar verme becerisini kendimizde gözlemleyebiliyoruz – peki daha fazla içebakış (direnç analizi) bu beceriyi altta yatan bileşenlerine ayrıştırabilir mi? Tam karşıtı olan psikolojik yapılanmalar, yani zorlanma, (mesela obsesyonel) kararsızlık ve şüphe deneyimleri, genellikle içebakış sayesinde bileşenlerine ayrılabilirler. Bu olguları, güdülerini saptama yoluyla psikanalitik olarak başarıyla çözümleyebildikçe, aynı anda, özgür seçimi ve kararı yeniden kurmaya doğru yol alıyoruz. Aynı şeyi içebakışla gözlemlenen seçim yapabilme becerisine de uygulayabilir miyiz? İçebakış yoluyla, seçim yapma deneyimini zorlantı ve narsizm bileşenlerine ayrıştırabilir miyiz? Psikanalizin bilinçdışı güdülenme ve rasyonalizasyona verdiği öneme rağmen, cevap hayırdır; uygun koşullarda, bilinçdışı güdülenmelerin ve rasyonalizasyonların ısrarla açığa çıkarılmalarının tek sonucu, daha kapsamlı ve daha canlı bir özgürlük deneyimidir.

Her bilim dalının, aşağı yukarı temel gözlem aracının sınırlamaları ile belirlenmiş olan, doğal sınırları vardır. Bir fizik bilimci, tüm kuramların, nedensellik yasalarının ötesinde kalan bazı açıklanamaz olgularla, mesela evrendeki enerjinin varlığıyla, işe başlamak zorunda olduğunu itiraf eder. Fiziksel bilimler değiştikçe ya da ilerledikçe, açıklanamamayan değişkenlerin (elementler, ısı, elektrik ve benzerleri) yerine başkaları geçebilir, ya da sayıları azalabilir. Ancak böyle birincil unsurların sayılarının sıfıra kadar düşürülmesi düşünülemez. Tek bir unsura indirgeme de, çeşitli doğal görüngüleri açıklamak zorunda olan bir bilimin pek işine yaramaz. Böylece her bilim optimal sayıda birkaç temel kavrama ulaşır. Psikanalizin sınırları, potansiyel içebakış ve empatinin sınırları ile belirlidir. Gözlemlenen alanda psişik determinizmin yasaları egemendir, ki bu yasalar serbest çağrışım ve direnç analizi biçimindeki içebakışın, arzu, karar, seçim ve eylemlerimizin güdülenmelerini ortaya çıkarmaya potansiyel olarak muktedir olduğu varsayımını içerir. Ne var ki içebakışçı bilim, gözlem aracının aşamadığı sınırlar olduğunu ve halihazırda belli deneyimlerin eldeki yöntemle daha fazla çözülemediğini kabul etmek durumundadır. Arzuların ve diğer zorlayıcı içsel faktörlerin farkına varabiliriz ve içebakışla indirgenemez bu gözlemsel gerçeği, “dürtü” ya da cinsel ve saldırgan dürtüler kavramlarıyla ifade edebiliriz. Diğer yandan etkin bir “ben”in deneyimini gözlemleyebiliriz: Kendi kendini gözlemde dürtüyle bağı kopmuş olarak, arzu deneyimi olarak boşalmamış dürtüyle iç içe bir halde, ya da eylem olarak, motor boşalma örüntüleriyle kaynaşmış halde. Seçim yapma özgürlüğü, karar verme ve benzeri deneyimlerimiz, ben-deneyimi ve etkinliklerin bu deneyimden çıkan çekirdeğinin, içebakış yöntemiyle şu an için daha fazla bileşene ayrıştırılamayacağı gerçeğinin birer ifadesidir. Bu nedenle de bunlar güdülenme yasasının, yani psişik determinizm yasasının ötesindedirler.

 

 

Öneri, katki ve elestiri

Cogito

Anasayfa

 



1 Freud (1915c, s. 169) benzer düşünceler dile getirdi.

2 Freud (1910b) nevrotik rahatsızlıkları psikojenik rahatsızlıklar, yani aşağı yukarı psikonevrotik semptomlarla karşılaştırdı.

3 Bellek izinin yapısal bir kavram olarak kabulü için Glover’a (1947) bakınız.

4 Psikozdaki ve sınır durumlarda marjinal nesne ile savaşımın içebakışla deneyimlenmesi, kişilerarası ilişkilerin gözlemlenmesiyle aynı şey değildir. Bu iki kuramsal yaklaşımdan oluşan bir birleşimin sonuçlarının incelenmesi öğretici olacaktır ki bu, örneğin, “katılımcı gözlemci” gibi köprü oluşturucu bir kavramla başarılabilir. Bu kavram, nevrozlarda yapısal bir kavram olan aktarım nesnesi ile narsistik bozukluklardaki ilkel kişilerarası nesne arasındaki verimli ayrımı ortadan kaldırır. Sonuç mantıklı ve içsel olarak tutarlı bir psikopatoloji kavramının doğuşudur, ama bunda, çok farklı klinik olgulara şizofreninin farklı tür ve dereceleri gözüyle bakılabilir (Sullivan, 1940).

5 Cinsellik için ele alınanlara paralel düşünceler, içebakışla algılanan diğer deneyim hattı, yani düşmanlık-saldırganlık için de geçerlidirler.

6 Thalassa (Ferenczi, 1924), içebakışçı ve empatik yöntemin aşırı genişletilmesine çarpıcı bir örnektir.