Özgür
Akarsu
10 Ekim 2002
Bilim ve Ütopya’da bir süredir devam eden evrim tartışmasının, felsefi
ve tarihsel, çoğu zaman da ideolojik bağlamda olması konunun varsıllığına ışık tutmaktadır.
Bununla, beraber evrim tartışmasının canlının biyolojik evrimi ile ve düşünce
tarihinin kabaca Rönesans’tan sonrası ile kısıtlı olarak sürdürülmesi düşünce
etkinliğimize sıkıntı yaratıyor gibi görünüyor. Düşünce eyleminin özgürleşmesi
adına bu sıkıntıdan sıyrılmakta yarar vardır. Böylece tartışmaları, taraf olma
dolayısı ile saldırma ve savunma gibi son derece verimsiz bir yöntemin kurbanı
olmaktan da kurtarırız.
Bu yazıda, doğanın evrimsel bir betimlemesinin tarihsel, metafiziksel
ve epistemolojik en genel olarak felsefi bağlamlarının dikkate alınmasının
gerekçelerini göstermeye çabalayacağım.
Şimdi, İ.Ö 95-55 yıllarında
yaşamış Lucretius’la bir buluşma öneriyorum. “Evrenin Yapısı” adlı 7400 dizelik
didaktik şiirinde, İ.Ö 341-271 seneleri arasında yaşamış Yunanlı filozof
Epikuros’un düşüncelerini anlatır:
Neler uydurabilir onlar, bir
düşün, /Yaşamın uyumunu bozmak, /Mutluluğu dönüştürmek için korkuya!
/Haklıdırlar üstelik; insanoğlu, /acılarının Anladı mı bir sonu olduğunu, ne
yapıp yapar güçlenir, /Karşı koyar bağnazlığa ve zulmüne yalvaçların. /Oysa şu
anda direnci yoktur, çünkü /Ölümden sonraki ceza yıldırmaktadır gözünü.
/Canının niteliği konusunda insan bilgisizdir. /Bedenle birlikte mi doğar can,
sonra mı yerleşir? /Ölümle çözülüp yok mu olur bizimle,... /.. /O yüzden göksel
olayları ele almalıyız önce: /Devinimlerini, güneşin ve ayın /Ve güçleri,
yeryüzündeki olaylara yön veren.
İlkemiz şu olacak konuya
girerken: /Hiçten, hiçbir şey yaratılamaz tanrısal güçle /.... /Hiçten, bir şey
yaratılamayacağını kavrayınca /Daha açık seçik göreceğiz önümüzdeki yolu;
/Tanrıların eli olmadan varlıkların /Nasıl oluştuğunu ve varolduğunu.
Sayılmayacak kadar çoktur atom yığınağı /Canlıların ve dünyamızda nasıl kümelenmişlerse, /Başka herhangi bir yerde de tıpatıp /Kümeleştirecek doğal bir güç vardır onları. /Demek başka yörelerde de
Başka dünyalar var bizimki
gibi /Başka hayvan türleri, başka insan soyları.
Bu gerçekleri görünce
özgürlüğünü anlayacaksın /Doğanın, denetlenmediğini kibirli efendilerce /Ve tanrıların
yardımı olmadan yönettiğini /Evreni. ...
Biz kullanalım diye
yaratılmamıştır. /Tersine, var edilen, yaratır kullanmayı. /Göz yokken, görme yoktu ve dil yokken, konuşma.
/Ve dilin var oluşu, konuşma yetisinin /Kaynağından çok eskilerdedir.
Oradan oraya, sonsuz
zamanda, birbirlerine /Hızla çarparak; olabilecek her türlü bileşimi /Denemiş
ve bu yolla gerçekleşebilecek her şeyi /Göstermişlerdir böylece. Bugünkü
dünyamızı yapan /Ve her gün değişimi körükleyen kümeleşmeleri, /Devinimleri
bulmalarına şaşmamalı sonunda.
Atomları hiç bilmeseydim de,
göksel olayların /Kendilerini çağırırdım tanıklığa ve başka /Kanıtlar aracılığı
ile ortaya koyardım evrenin /Tanrısal güçle yaratılmadığını bizim adımıza.
/Neden dersen, öylesine çok ki eksiği!.
Çevrene bak,
kayaların bile boyun eğdiğini /Göreceksin zamana: yıkılan silinen kuleler,
/Unufak duvarlar, zamanla silinen tapınaklar, /Tanrı imgeleri. Kutsallıkları
uzatabiliyor mu /Doğa yasalarına karşı, verilen süreyi?
Atomlar uslarını kullanarak düzen
gözetmedi, /İşbölümüne de gitmediler aralarında. /Ama yığınla atom, sonsuz
zamanda, çeşitli /Yönlere koşuşturarak ağırlıklarıyla çekilip /Çarpışarak
birleşmişlerdir türlü biçimlerde /Ve bileşimleriyle ortaya koymuştur
/Oluşabilecek şeyleri. Demek her türlü devinimle, /Her türlü bağlantıyı
denedikleri bu yolculukta, /Ansızın raslaşanlar ve doğal olarak /Yaratabilenler
özlü dokuları –yeri, göğü, /Denizi ve canlı türlerini- gelmiş biraraya.
Yığınla canavar yaratmaya
yeltenmişti toprak: /İki-cins-arası, aslında cinsellikten uzak /Erselikler;
elsiz, ayaksız, dilsiz, /Ağızsız canavarlar, gözsüzler, körler,
/Elleri-ayakları bedenlerine yapışık olduğundan /Kımıldayamayan, kendini
savunamayanlar. /Evet böyle ucubeler yaratıldı /Ama boşuna. Doğa çoğaltamadı hiçbirini.
/Ne çiçeğini derleyebildiler serpilmenin /Ne besin bulabildiler, ne
üreyebildiler... / /Sürdüremeyenler
yaşamlarını; .../Boyun eğmişler, öbür
hayvanlara av olmuşlar /Ve tükenmiş bitmiş türleri en sonunda.[i]
Özellikle
son alıntılarda Darwin’den esintiler yok mudur? Elbette bu dizeleri okuyunca
bize tanıdık gelen ifadeler evrim teorisi ile ilgili bilgilerimizden
kaynaklanıyor. Oysa tarihsel olarak bu dizeler Darwin’den neredeyse iki bin
sene önce yazılmıştır. Dolayısı ile bize Darwin’denmiş gibi gelen esintiler
kesin olarak geçmişten Darwin’e doğru esmiş olmalı. Bilim, evrenin evrimsel bir
varlık olarak betimlenmesine, özel
olarak da canlılığın doğanın içsel kuvvetlerinin bir sonucu olduğu düşüncesine,
kuşkusuz sayısız veri ile de katkı sağlamıştır. Ancak, rasgele algılar ve elde
edilmiş veriler bize bir teori kurmaz. Çünkü, kavramlar olmadan algılar kördür.
Daha da ötesi “algı” “algılar” olarak henüz nesneleşmemiştir bile. Burada bu
epistemolojik tartışmaya girecek değilim. Ancak söylenebilecek şu ki, Darwin’in
seyahatlerinde elde etmiş olduğu verilerden, canlılığın evrimi sonucuna
varması, aklında bunu arayan bir doğa betimlemesi olmadan pek olanaklı
görünmüyor. Çünkü aynı verilerden başka başka felsefi düşünce tarzındaki
kişiler farklı sonuçlara varabileceği gibi düşünce tarzının, paradigmanın,
dünya görüşünün araştırmacının verileri hangi türden ve nasıl toplayacağını
belirleyebileceğini de görmekte yarar vardır. Özetle Darwin’in biyolojik evrim
fikrini icat ettiğini söylemek aceleci
ve baştan savma bir yargı olur.
Tartışmalarda dikkat çeken bir eğilim “metafiziğe” karşı cephe alınmış olmasıdır. Metafiziğe, sanki dini inançlar, cinler ile ilgileniyormuş gibi bir edayla yaklaşılıyor. Pozitivizm ile materyalizm başka şeylerdir. Pozitivist gelenek metafiziği eleme çabası ile yola çıkar. Metafizik önermelerin anlamsız olduğunu söyleyerek bu tür konuları felsefenin dışına atmak ister. Ancak, materyalist felsefe için bunu söyleyemeyiz. Çünkü, materyalist felsefe daha en baştan metafizikseldir. Açıklayalım.
Katıldığım bir ayrım
olmamakla beraber, çok kabaca, tüm felsefi görüşlerin idealist ve materyalist
diye ikiye ayrımı şu soru üzerine kuruludur: Özdek mi önce vardı, düşünce mi?
Yani, düşünce mi özdeği yarattı yoksa, özdek mi düşünceyi yarattı? İşte bu soruya
materyalist felsefe, özdeğin düşünceden önce de var olduğunu söyleyerek cevap
verir. Burada Lucretius’tan yaptığımız bir dize alıntıyı yeniden anımsayalım: Biz
kullanalım diye yaratılmamıştır. /Tersine, var edilen, yaratır kullanmayı.
/Göz yokken, görme yoktu ve dil yokken,
konuşma. /Ve dilin var oluşu, konuşma yetisinin /Kaynağından çok eskilerdedir. Burada,
dikkat edersek, ağzımızdaki organik-dilin kültürel, tarihsel ve zihinsel bir
varlık olan dilden (Türkçe, İngilizce ya da Afrika’daki bir kabilenin dili
gibi) daha önce de var olduğunu söylüyor. Ancak asıl can alıcı nokta;
organik-dilin bir dilin konuşulması için yaratılmadığını, organik-dilin
varlığının bir dilin oluşmasına olanak sağladığını belirtmesidir. Böylece
burada, zamansal olarak, özdeksel varlığın düşünsel varlığın öncesinde de var
olduğunu açıkça görüyoruz. Buna karşıt olarak, idealist yaklaşımda ise düşünce,
şimdilik tanrı diyelim, özdeği yaratmıştır. İncil’den bir alıntı yapacak
olursak, “Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı.
Başlangıçta O, Tanrı’yla birlikteydi. Her şey O’nun aracılığıyla var oldu, var
olan hiçbir şey O’nsuz olmadı. Yaşam O’ndaydı ve yaşam insanların ışığıydı.”
(Yuhanna 1:1-3)[ii] Buna göre henüz
özdek yok iken yaşam Tanrıda vardı, sonra yaşamı insanlara O verdi. Lucretius’a
bakarsak; O, yaşamı doğanın kendi iç devinimlerine bağlayarak açıklamaya
çalışıyor. Bu türden temel farklılıklara sayısız örnek verilebilir, ancak bu
kadar örnek bizim amacımıza hizmet etmeye yeterli görünüyor.
İdealist ve materyalist
felsefe ayrımının nasıl yapıldığına değindikten hemen sonra şu dikkat çekiyor:
materyalist felsefenin çıkış noktası tamamen bir metafizik kabuldür. Çünkü,
mantıksal olarak “özdek vardır” demek ile “tanrı vardır” demek eşdeğer
önermeler olduğu gibi, hem “özdeğin” hem de “tanrının”-tanımlandıkları gibi bir
varoluşlarını- varlığını saltık olarak kanıtlamak ya da çürütmek olanaklı
görünmüyor. Elbette ideolojik, psikolojik ya da çeşitli çıkarlarımız (burada
“çıkarı” kötü anlamda kullanmıyorum yaşamda çıkarımız olarak gördüğümüz birçok
şey olabilir) bağlamında bu düşüncelerden birine eğilim gösteririz. Ancak son
çözümlemede, varlığın materyalist bir değerlendirmesinde temellendirme
fizikötesidir yani metafizikdir. Pozitivist gelenek metafiziği eleme kaygısında
olduğundan bu temellendirme sorunsalını da dışta bırakır. Özetle, metafizik ile
materyalist felsefe birbirini tehdit etmez. Metafiziğin boş inançlar,
dini inançlar ya da doğa üstü güçler gibi çağrışımlarla kullanılması ve bu
kavrama karşı cephe alınması ciddi bir sıkıntı doğurmaktadır. Unutmayalım ki
uğruna savaştığımız “özgürlük” de metafiziksel bir varlıktır.
Evrim dediğimizde akla ilk gelen biyolojik
evrim ya da özellikle Darwin’in çalışmaları olsa da “evrim” kavramı tüm
varlığı, yani dünyayı, yıldızları, gökadaları ve nihayet evreni de kapsayan bir
kavramdır. Bu gün bizler astrofizik derslerinde yıldızların evriminden,
sosyolojide toplumların evriminden, günlük yaşantımızda iki insan arasındaki
ilişkinin evriminden söz ediyoruz. Kısacası “evrim” yaşamın ve doğanın
anlamlandırılış, doğanın dahası evrenin bir betimleniş, değerlendiriliş
tarzıdır. Yani, aynı zamanda insanın bir değer ölçütü, bir değer yargısıdır.
Dolayısı ile varolanın insanca bir değerlendirilişidir ve bu özelliği evrimin
bir ilerleme olduğu metafiziğine olanak verir. Evrim düşüncesinin de bir
tarihi, evirilişi, evrimi vardır.
Buradaki can alıcı nokta ise, evrimin bir ilerleme
olduğunun hiç düşünülmeden kabul edilmesidir. Peki ama evrim bir ilerleme
midir? Evrimsel bir sürecin bir ilerleme süreci olduğunu söylemek bizi bir
ölçüt kullanmak zorunda bırakacaktır. Öyle ise, ölçütümüz ya da kıyasımız
nedir? Ölçüt olarak alınan “insan” dır diyebiliriz. Öyle ise insanın en
ilerlemiş tür olduğunu söylediğimizde hangi ölçütü kullandık? Evrimin bir
ilerleme olduğunu söyleyip doğanın evrimsel bir yapısının olduğunu söylersek,
geleceğin geçmişten üstün olduğunu söylemiş oluruz ki bu metafiziksel bir
iddiadır. Örneğin; Platon’a göre, bilginin kaynağı, bizim kendilerini duyu deneyi ile değil
de, düşünce ve akıl yolu ile bilebileceğimiz idealardır. İdealar ezeli-ebedi
olan, yani yaratılmamış ve yok edilemez olan, zamanın ve mekanın dışındaki
değişmez kavramsal varlıklardır. Oysa, bu dünyadaki algılanabilir nesneler
zaman ve mekanın içinde sürekli değişmeye maruz kalmaktadırlar. İdealar
değişmez olduklarından herhangi bir şey yapamaz ve dolayısı ile evrendeki
değişmeyi başlatamaz ya da bu değişmeye neden olamaz. Ama bir tanrı, İdealar
dünyasının özelliklerini, sadece akılla anlaşılabilir dünyanın formlarını,
düzenden yoksun, belirsiz özdeğe yükleyerek özdeğe düzen ve form kazandırır.
Özdeksel dünya tanrının kendisine verdiği formları koruyabilmek bakımından
yetersizdir, yani evren sürekli çürümekte, onun imasıyla soysuzlaşmaktadır.
Böylece geçmişin
gelecekten üstün olduğunu düşünerek, soysuzlaşan, çürüyen bir evrende
yaşadığımızı düşünebiliriz. Yani, böylesi bir epistemolojik anlayışta zamanın
ilerlemesine eşlik edenin bir evrim değil geri-evrim (devolution) olduğunu
söylemek gerekir. Çünkü burada geçmiş gelecekten üstün olarak
değerlendirilmektedir.
Doğada sürekli bir değişim vardır, ancak buna
bir ilerleme demek bizleri tutarlı olmak adına doğanın dışında bir varlığa
başvurmaya zorlar. Platon, doğadaki değişime özel bir nitelik eklerken
tutarlıdır. Çünkü, İdeaları ile doğayı karşılaştırarak doğal değişimi
çürüme, soysuzlaşma olarak nitelendiriyor. Doğa ya da evren dışında bir varlık
olmadığını kabul eden bir felsefede geleceğin geçmişten üstün olduğunu söylemek
doğa dışında bir değer ölçütü kullanıyoruz anlamına geleceğinden çelişkili
olur. Doğa dışında bir varlığa başvurmadığımız durumda değişimin kendisini bir
ilerleme olarak belirlemek için ne tür bir ölçüt kullanacağız? Doğa içinden bir
ölçüt bulabiliriz miyiz? Bu tür çabalar önünde sonunda doğa dışı bir varlığa
gönderme yapar. Ancak yine de diyelim ki, türler içerisinde en üstün tür insan
türüdür. Elbette, insan olmayı bir ölçüt alıyorsak insan olmak en üstün durum
olacaktır. Böylesi bir insanmerkezli (antroposentrik) yaklaşımın totolojik bir
yanı yok mudur? Buna karşın biz hala insanın en üstün canlı türü olduğunu iddia
etmekte diretirsek şu sorulabilir; peki hangi insan en üstün? Bir Afrikalı mı
yoksa, Alman ya da Türk mü? Peki tarihin hangi dönemindeki insanı baz alacağız?
Canlılar arasında en üstün tür olarak insanın belirlenmesi, insan türü
içersinde de en üstün ırkın belirlenmesi olarak bizim karşımıza dikilir. İnsan
merkezli bir evrim anlayışı belli bir ırk merkezli düşüncelere geçiş için son
derece meşru bir zemin oluşturur.
Bildiğim kadarı ile tarihte, insanın soyunun düzeltilmesi-iyileştirilmesi (ıslah edilmesi) için bir tür öjeniği öneren ilk eser Platon’un Devleti’dir. Platon’da, toplumlar ve insanlar da aynı doğa gibi çürümekte ve soysuzlaşmaktadır. Ancak sadece düşünerek İdeaları kavrayan filozof-krallar bu çürüyüşe ve soysuzlaşmaya bir dur diyecektir. Böylece bir elit zümrenin yönetiminde, hayvanların soyu nasıl iyileştiriliyorsa benzeri bir şekilde insan soyu da iyileştirilecektir. Elbette bunu yaparken bu filozof-krallar, ideal insanı belirleyecek ve gerekli iyileştirmeyi ona göre yapacaktır. Daha bir kuşak geçmedi, Hitler çeşitli ırkların kafa taslarının geometrik yapısının oranlarını ölçtürmedi mi? En üstün ırk olarak belirlenen Almanların iskelet yapısı baz alınarak ırklar sıralanmadı mı? Bilim böylesi bir insanlık ayıbına hizmet etmedi mi?
İlerleme olarak değerlendirilen evrim, ırkçılık için referans alınacak
ideal insan biçimini, doğanın dışından ya da başlangıcından, doğanın ve tarihin
en yakın geçmişine hatta yarınına taşır ve ideal insanı hala tanımlar.
İlerleme, ideal insanın konuşlandığı yeri bugünün insanı içerisinde, bu kümeden
de elit bir yerelin insanı olarak belirler. İşte bilginin, özel olarak da
bilimin ürettiği bilginin de, epistemolojik bir değerlendirmesi, ırkçılığın teorisine
hizmet edebilir, ırkçı düşünce dizgelerine meşru zemin hazırlayabilir. Bu
bağlamda, insanlığın bilgi birikimini seyre çıktığımızda evrimi salt bilimsel
bir teori olarak değerlendirmek miyop olmak demektir. Irkçılığa karşı
durduğumuz cepheden karşı cepheye yapılacak ilk harekatın özcülüğe saldırmak
olduğunu düşünebiliriz. Ancak bunu yaparken kendi düşünce dizgemizin de karşı
olduğumuz o düşünceye hizmet edip etmediğine bakmakta yarar vardır. Bu daha
zordur. Bilgiye özgürce ulaşmak istiyorsak kendi düşünce dizgemizi sevmek ve
savunmak yetmez, kendi dizgemize de kin duymaya belki de onu otopsi masasına
yatırmaya alışmamız lazım. Balıklar suda yüzdüğünün farkında değilmiş, biz de
içinde yüzdüğümüz değerlerin farkında değiliz. Asıl zor ve önemli olan bunların
farkına varmak, varıp da yüzleşmek değil midir? //
Ege Üniversitesi, Fen
Fakültesi, Astronomi ve Uzay Bilimleri – e-posta:ozgurakarsu@hotmail.com
[i] Lucretius, Evrenin
Yapısı, Türkçesi: Turgut Uyar-Tomris Uyar, İyi Şeyler Yayıncılık, 1. Basım,
Şubat 2000