Yorumun Dogasi:

Öznelerarasilik ve Üçüncü Konum

 

OTTO F. KERNBERG

 

 

                  Fine ve Fine (1990) dört psikanalitik bakis açisini karsilastirdiklari arastirmalarinin sonunda, ego psikolojisinin (onlarin deyimiyle “klasik”), Kohut’un, Klein’in ve benim yaklasimlarimizin arasindaki farklari teyid ettiler, ve su soruyu sordular: “Bu farklarin yarattigi fark nedir? Bunun yanitini bulmak bizden sonraki arastirmacilara kaliyor.”

                  Buradaki amacim, ego psikolojisinde, Britanya ekollerinde ve kendi çalismamdaki teknik yaklasimlarin kesisiminden dogan yeni bir psikanaliz anayolunun adim adim gelisimini, ve buna paralel olarak evrimlesen, Kohutyen ve öznelerarasi analitik yaklasimlarin kesismesinden dogan, genis anlamda öznelerarasi-nesne-iliskisel yaklasimi incelemek. Ilerleyen bölümlerde, güncel psikanalizin ilerledigi bu iki genel yönü karsilastirip, birbirine zit bu yaklasimlarin yorum üzerindeki etkilerine iliskin kendi konumumu dile getirecegim.

 

Güncel Anayol Psikanaliz Teknigindeki Kaymalar

 

                  On yil öncesine kadar, Britanya Psikanaliz Toplulugu’ndaki sunumlarda, günümüz Freudyen, Kleinyen ve Bagimsiz gruplarinin bakis açilarini ayirdetmek kolaydi. Bugünlerde bu is gittikçe güçlesiyor. Ego psikolojisi, Bagimsiz ve Kleinyen gelenekler arasindaki uzlaşma gelistikçe, anayol psikanaliz teknigindeki degisimler de su alanlarda evrimlesti (Kernberg, 1993a):

                  1) Günümüz Freudyen ya da ego psikolojisi yaklasimlarinda, aktarimin daha erken ve daha sistematik yorumlanmasi yönünde belirgin bir egilim var. Bu anlamda, Kleinyen teknige yaklasiyorlar. 2) Aktarim yorumuna karsiaktarim analizinin dahil edilmesine gitgide daha çok önem veriliyor. Bu da ego psikolojisinin teknigini Britanya ekollerine yaklastiriyor. 3) Karakter analizine verilen önem gittikçe artiyor. Bu durum Kleinyenler’i, özellikle de “patolojik organizasyonlara” (Steiner, 1987, 1990), bunlarin hastanin yorumla kurdugu iliski üzerindeki etkilerine, ve aktarim gelisimindeki komplikasyonlara verdikleri önem gözönüne alindiginda, ego psikolojisine yaklastiriyor. 4) Bilinçdisi anlamlarin “simdi ve burada” yorumlanmasina gittikçe artan vurgu, “yüzeyden derine dogru” yorumlama egilimiyle birlesince, Kleinyen analiz ego psikolojisine yaklaşıyor. 5) Yorumlanacak malzemenin seçiminde, psikanalitik durumdaki baskın duygulanımın temel alınması üzerinde gittikçe daha fazla duruluyor. Bu, hem ego psikolojisini, hem de Kleinyen analizi Bağımsız yaklaşım yönüne itiyor. 6) Son olarak, nesne ilişkileri kuramlarından türetilen modeller, hem teknik, hem psikopatoloji kuramları üzerinde, hem de üç akımın psikanalizin “anayolu” olma yolunda ilerlemesinde günden güne daha etkili oluyor (Kernberg, 1993b). Anayol ile öznelerarası-nesne-ilişkisel yaklaşım arasındaki fark, anayolun Fairbairn’in nesne ilişkileri kuramını kullanırken dürtü kuramı ile birleştirmesi, öznelerarasıcıların ise dürtü kuramını genelde reddetmesi ya da önemini azaltmasıdır.

                  Bu genel kavramsal uzlaşmadaki en son gelişme, Fransız psikanaliz okulunun etkisiyle ilgilidir. Bu etki, arkaik Oedipus karmaşasına (complex), ağır psikopatoloji türlerinde oedipal ve oedipal öncesi çatışmaların yoğunlaşmasına vurgu yapan yeni bir ilgiyi, ve aktarımın erotik yönleriyle, çokbiçimli sapkın (polimorphous-perverse) çocuk cinselliğine ve bunun aktarımdaki yansımalarına odaklanan yeni bir bakışı içerir. Bu Fransız etkisi, aynı zamanda, çizgisel gelişim modellerinin yerine, oedipal öncesi ve oedipal çatışmaların ilişkisindeki diyalektiğin bir parçası olarak, birçok kaynaktan gelen çatışmaların eşzamanlı (synchronic) yoğunlaşması ile aktarımdaki zamansal sıralı (diachronic) gelişmeler arasındaki salınımı kavrayan bir bakış getirir. Son, ve belki de en önemli olarak, hastanın kendi-üzerine-düşünmesinin (self-reflection) önkoşulu olarak analistin üzerine-düşünme işlevine (reflective function) yapılan vurgu, analistin yorumunun “üçüncü konum”dan üzerine-düşünme olarak kabul edilmesi, aktarım/karşıaktarım karışıklığının ortakyaşamsal (symbiotic) doğasına üçgenleşmeyi dahil eder (Green, 1986). Bu görüş, Lacanyen kökenlerinden gelen bir tınıyla, analistin yorumuna, hastanın arkaik oedipal karmaşayla bağlantılı “sembolik düzen”e girişini kolaylaştırıcı bir unsur olarak yeni bir bakış getirir (Lacan, 1966). Fransız psikanalizinin etkileri şimdilik “rüzgârda savrulan saman” olsa da – Avrupa ve Latin Amerika’daki psikanalitik çalışmalarda daha belirgin -, yukarıda sözü edilen genel uzlaşma, Kuzey Amerika’da kesinlikle yerleşmiş görünüyor.

                  Psikanalitik anayola katkıda bulunan üç akımın kaynaşma sürecinde kaymaya uğramayan bir unsur, psikanalitik çerçevenin olmazsa olmaz yönlerinden biri olan teknik yansızlık kavramıdır. Teknik yansızlık, aktarıma nasıl karşılık verileceğini ve analistin yorumlayıcı formülasyonunun bir parçası olarak, aktarımın nasıl analiz edileceğini belirler.

 

Öznelerarası ve Kişilerarası Yaklaşımların Gelişimi

 

                  “Anayol” olarak tanımladığım gelişmeye paralel olarak, (özellikle A.B.D.’de) bir yandan kendilik psikolojisinden türeyen yaklaşımlarla, diğer yandan bugün kişilerarası psikanalizde ifade bulan kültürel psikanaliz geleneği arasında bir uzlaşma ortaya çıktı. Bu gelişmeler klinik ve kuramsal düzeylerde özetlenebilir (Summers, 1994).

                  Klinik düzeyde, kendilik psikolojisinin, psikanalitik tedavinin ana matrisi olarak kendilik-kendiliknesnesi aktarımlarına odaklanması, geleneksel ve günümüz anayol psikanalitik yaklaşımlarını tanımlayan teknik yansızlıktan uzaklaşılması sonucunu doğurdu. Kohut sonrası kendilik psikolojisinde, kendiliknesnesi işlevlerinin sunulduğu bir çerçevede analiz yapılması, hastanın kendi öznelliğini, analistin, hastanın deneyimine eşduyumsal, öznel dalışı ışığında aydınlatmasına yardımcı olacak temel bir araç olarak duygusal hassas ayara (emotional attunement), ve analistin, hasta ve analistin öznellikleri arasındaki etkileşimde kurulan öznelerarası gerçekliği tanımasına vurguya dönüştü (Basch, 1985; Ornstein ve Ornstein, 1985). Analistin kendiliknesnesi işlevi, hastanın duygusal deneyimini aydınlatmadaki bütünleyici işleve dönüştü. Analistin, hastanın gelişen öznel deneyimine sürekli eşduyumsal dalışına yapılan bu vurguda, psikopatolojinin eksiklik ve çatışma modelleri birleştirilebilir. Bu yaklaşım analistin “otoriter olmayan” tutumunun altını çizer, analistin öznelliğinin ayrıcalıklı doğasını, ve analistin teknik yansızlığının ve anonimliğinin işlevlerini sorgular (Stolorow, Brandchaft ve Atwood, 1988).

                  Aynı yönde ilerleyen, bir ölçüde farklı ancak benzer bir psikanalitik akım, hastanın arkaik kendiliğinin geçmişteki aşırı ya da yetersiz uyarılmasını, ve kendiliğin gelişmesinde kırılganlığa yol açan, ebeveyn figürlerinin yatıştırıcılığındaki eksikliği ya da yokluğu telafi etmede analistin rolüne odaklanır. Bu yaklaşım kendilik psikolojisi perspektifinden türetilebilir, ancak ayrışma-bireyleşmeden doğan eksiklik ve çatışmalara odaklanan bir çocuk-anne ilişkisi modelinin uygulanmasından da köklenir.

                  Kendilik psikolojisi bu teknik gelişmelerin arkaplanını oluştururken, Sullivan’ın (1953) katkılarıyla ortaya çıkan, kültürel analizden türeyen kişilerarası perspektif, kendiliğin kişilerarası deneyimle yakından ilişkili gelişimine odaklanır. Bu görüşe göre kişilik gelişimi özünde kişlerarası alanla ilişkilidir. Psişik yaşam, geçmiş bilinçdışı çatışmalardan doğan sabit yapılar tarafından belirlenmek yerine, gerek geçmişteki, gerekse yeni ilişkiler tarafından sürekli yeniden biçimlendirilir. İlişkisel bir matriste gelişen bu kişilik kavramı (dürtüler ve bunlara karşı savunmalar arasındaki çatışmayı dile getirmek yerine), hasta ve analist arasındaki ilişkideki kişilerarası alana odaklanmayı gerektirir. Bu yeni ilişkisel matris, eğer tamamen keşfedilir ve yorumla dönüştürülürse, hastanın bu yeni duygulanımsal (affective) kişilerarası deneyimleri entegre etmesi yoluyla, duygusal büyümeye yol açacaktır (Greenberg ve Mitchell, 1983; Mitchell, 1988).

Bu yaklaşımın içinde yer alan bazı yazarlar için, analistin öznelliğinin, hastanın öznel deneyimi karşısında ayrıcalıklı bir konumu yoktur. Analistin karşılıklı deneyimlerini açıklaması, hastanın duygulanımsal deneyimini doğrudan zenginleştirecek ve kişilik gelişimini teşvik edecektir. Ego-psikolojik bir bakış açısından gelen Gill ve Hoffman (1982), aktarımın analistin kişiliğinden etkilenme derecesini ve psikanalitik incelemenin esas alanı haline gelen, aktarım ve karşıaktarım arasındaki karşılıklı, diyalektik bağımlılığı vurguladılar.

Psikanalitik bakış açısındaki bu genel kaymanın önemli bir sonucu, geleneksel, pozitivist, nesnelliğiyle hastanın aktarım çarpıtmaları ve bunların kökenlerinin karşısında duran analist görüntüsünün sorgulanması, bunun yerine, psikanalitik durumdaki yeni, duygulanımsal ilişkisel gelişmelerin, karşılıklı anlaşmanın temel kaynağı olduğu, ve hastanın bu duygulanımsal deneyimi içine almasının önemli bir terapötik unsur olduğu, yapılandırmacı (constructivist) bir modelin konmasıdır.

Hastanın ayrıcalıklı öznelliğine yapılan vurgunun bir başka sonucu da, aktarımın saldırgan yönlerinin yorumlanmasından uzaklaşılmasıdır. Eğer saldırganlığın sebebi hasta-analist etkileşimindeki olumlu ilişkinin bozulması ve eşduyumsal hassas ayarın kaybıysa, kaynağı hastanın intrapsişik çatışmaları yerine bu kayıpta aranabilir.

Her ne kadar bu farklı teknik yaklaşımlar farklı kuramsal arkaplanlardan köklenseler de, aslında, analistin yorumlarının “nesnelliği”nin ve analistin sözde nesnel bir gözlemci konumunda kalarak, tek işlevinin hastanın intrapsişik yaşamını açıklamak olduğu “bir kişi psikolojisi”nin felsefi sorgulanması noktasında buluşurlar. Bu yaklaşımlar, yoruma ilişkin yapılandırmacı bir yaklaşıma doğru ilerlerler ve tarihsel gerçekliğin yeniden kurulması yerine, anlatısal gerçekliğin onaylanmasıyla ve genelde dürtü kuramının yerine bir nesne ilişkileri kuramı konmasıyla uyumludurlar.

Aslında bazı yazarlar kendilik psikolojisini ilişkisel matrisin olumlu, büyümeyi teşvik eden yanına odaklı, olumsuz nesne ilişkilerinin içeyansıtılması (introjection) düşüncesiyle de çelişmek zorunda olmayan, kısmî bir nesne ilişkisi kuramı olarak görürler (Greenberg, 1991). Bütün bu nesne-ilişkisel ve kişilerarası yaklaşımların son ve oldukça karakteristik bir yönü de, cinsellik ve Oedipus karmaşasına nispeten az önem verilmesi ve erken dönem  anne-çocuk ilişkisine ve ayrışma-bireyleşme travmalarına büyük önem atfedilmesidir.

 

 

 

Güncel Anayolun Bakış Açısından bir Eleştiri

 

                  Aşağıda, yukarıda özetlenen kendilik psikolojisinin, öznelerarası ve kişilerarası yaklaşımların eleştirel bir incelemesi var. Açıktır ki, ne yaptığım özet, ne de bu eleştiri, genel yaklaşım içindeki ince farklılıkların, ya da öznelerarasılığa yönelik, birçok kaynaktan gelen farklı eleştirilerin hakkını veremez. Tabii ki benim bakış açımı belirleyen de, kendi kuramsal geçmişim ve ego-psikolojik ve nesne-ilişkisel kuramı, sıkıca Freud’un ikili dürtü kuramında temellenen, bu kuramı da güncel duygulanım kuramına (Kernberg, 1992) bağlayan bir yaklaşımda birleştirme çabamdır. Ancak bu bakış açısı, büyük ölçüde psikanalitik anayolun içine yedirilmiştir. Bu nedenle de, bu eleştiriyi bir bağlama oturtmak adına, kendi duruşumu özetleyeceğim.

                  Başlangıç olarak, analiz edilebilir psikopatolojiler, kendilerine itkisel (impulsive) ve savunmacı işlevlerle yatırım yapılmış, içselleştirilmiş nesne ilişkilerinden oluşan patolojik intrapsişik yapılarla bütünleşmiş, bilinçdışı intrapsişik çatışmaları yansıtırlar. Bu içselleştirilmiş nesne ilişkileri dürtü temsilcilerini, aralarında duygulanımsal bağ olan kendilik ve nesne temsilleri biçiminde sabitlerler. Bu kendilik-nesne ikilileri, birbirleriyle çeliştikleri ve çatıştıkları ölçüde psişik aygıtı çarpıtırlar. Başka bir deyişle, kendilik ve nesne temsillerini birimler halinde bağlayan duygulanımsal özellikler, hem dürtü bağlantılı çatışmaların ardiyesi, hem de psişik aygıtın üçlü yapısının “yapıtaşları”dırlar. İtki/savunma konfigürasyonları, kendilerine itkisel ve savunmacı yatırımlar yapılmış, içselleştirilmiş nesne ilişkileri konfigürasyonlarıdırlar. Bilinçdışı intrapsişik çatışmalar aktarım özellikleri biçiminde yeniden harekete geçirildiklerinde, başta içselleştirilmiş nesne ilişkilerini açığa vururlar.

                   Analitik durumun müsamahakârlığı, hastanın serbest çağrışım yapmakla görevli olması ve analistin görevinin de bilinçdışı çatışmaların aktarımda yeniden harekete geçmelerini teşhis etmek ve yorumlamak olması, psikanalitik tedavinin ana unsurlarını oluşturur. Aktarım analizi psikanalitik çalışmanın merkezinde olsa da, bu, aktarım dışı çatışmaların analizinin ihmal edileceği anlamına gelmez. Uygulamada, ister aktarımla ilgili, ister aktarım dışı malzeme olsun, analitik odak en yoğun duygulanımla yüklü malzeme üzerinde olmalıdır.

                  Analistin hastasına yönelik duygusal tepkilerinin tümü olarak güncel karşıaktarım anlayışı, hem hastanın karşıaktarıma katkılarını (sadece değil ama özellikle yansıtmalı özdeşleşme ve tümgüçlü kontrol mekanizmaları yoluyla), hem de analistin aktarım yatkınlıklarının, özellikle çok yoğun ve gerilemeci (regressive) aktarım canlandırmaları (enactment) karşısında, karşıaktarıma potansiyel katılımını yakalar. Karşıaktarımın, karşıaktarımdaki uyumlu (concordant) ya da tamamlayıcı (complementary) özdeşleşmeler yoluyla analizi (Racker, 1957), aktarımda duygulanımsal yatırım yapılmış, içselleştirilmiş nesne ilişkileri biçiminde canlanan bilinçdışı çatışmaların analizinde anahtar rol oynayan bir araçtır. (Bu noktada şuna dikkat çekmek uygun olabilir: Freud’un çalışmalarındaki agieren sözcüğünün orijinal anlamı “eyleme koyma” (acting out) değil “canlandırma” (enactment), ya da Fransızca’ya doğru çevrildiği biçimiyle passage à l’actetır. Aktarımın ve karşıaktarımın etkin analizi ancak analitik ortamda birbirine karşılık gelen ilişkilerin canlandırılması bağlamında mümkündür.)

                  Yaklaşımımın buraya kadarki kısa özeti, öznelerarasıcıların, ikili nesne ilişkilerinin hasta ve analistin öznelerarası deneyiminde harekete geçmesi üzerinde odaklanmalarıyla uyum içindedir. Ancak hastanın öznel deneyimini açıklamanın ötesine geçmek ve hastanın henüz farkında olmadığı, ya da farkına varmaktan kaçındığı şeyi yorumlamak da büyük önem taşır. Aslında, psikoterapi ne kadar zorluysa, hasta da davranışlarıyla o kadar önemli bilgi iletir; ve serbest çağrışım içeriğine ve hastanın öznel deneyimine dayanan, davranışla ilgili incelikli yüzleştirme, açıklama ve birleştirici yorum, aktarımın genel doğasının açıklanmasının önemli bir yönüdür (Kernberg, 1992). Böylece analist kendi deneyim ve gözlemlerini de, farklı, dışsal bir nesne olarak açıklamış olur. Hastanın öznel deneyiminden, sözel olmayan davranışlarından ve karşıaktarımdan elde edilen bilgilerin değerlendirmesi birleştirilince, analitik alanın genel görünümü ortaya çıkar. Analistin öznel deneyimi “ayrıcalıklı” değildir, ama hastanınki de değildir: Analistin yorumlarını kesin olmayan hipotezler olarak düzeltmeye açık olması, hastanın kendi deneyimiyle ilgili kendi hipotezlerini düzeltmeye hazır olmasının karşılığıdır. Analist hem öznelerarası alanı açıklar, hem de ona yeni bir boyut katar: “Dışarıdan” birinin bakışı, hastanın öznel deneyimine dair kavrayışını iletmeye ek olarak, hasta ve analist tarafından deneyimlenen üzerine-düşünme.

                  Genelde analistin, analist ve hasta arasında olup biten üzerine düşünme görevi olarak kabul edilen durumun yukarıdaki gibi genişletilmesi, aktarımda ve anne-çocuk ikilisinde aynalama sürecinin idealize edilmesi olarak gördüğüm şeye de bir eleştiri getiriyor. Anne-çocuk ikilisiyle ilgili olarak aynalamaya, Kohut’un (1971) ima ettiği ideal kabul ve onaylanma (validation) ile çocuğun yaşadığı deneyimden, Mahler’in (Mahler, Pine ve Bergman, 1975) çocuğun deneyiminin gerçekçi yansıtılmasına odaklanmasına, Lacan’ın (Lacan, 1949) göndermede bulunduğu egonun yabancılaşmasının temel kaynağı olarak aynalamaya kadar, değişik anlamlar atfedilmiştir.

                  Çocuğun yaşantısını onaylamakla, ona onaylamada bulunan dışsal ve farklı nesnenin deneyimini aktarmayı birbirinden ayırmak önemlidir: Anne bebeğin deneyimiyle ilgili eşduyumsal duyumunu ona ifade ettiği zaman, bebeğin duygulanımsal deneyimini organize etmesine – ya da disorganize etmesine – yardımcı olur. Ancak onun hassas ayarlanması, bebeğe karşı kendi duruşunun da sinyallerini içerir. Böylece anne hem eşduyumu ölçüsünde bebeğin deneyimini, hem de buna kendi tepkisini dile getirir, ki bu da, ilerde bir içselleştirme süreciyle çocuğun kendi-üzerine-düşünme işlevine dönüştürülecek olan bir üzerine-düşünme yanı içerir.

                  Anne, çocuğun deneyimiyle eşduyum kuramazsa ve çocuğa onun deneyimine dair kendi duyumunu kabul ettirmeye çalışırsa, bu sadece eşduyumsal bir başarısızlık değil, bebek tarafından da öyle deneyimlenen bir işgal eylemidir ve bir düzeyde, işgalci bir nesne temsili tarafından çaresiz bırakılmış tehlikede ve belki de travmatize olmuş bir kendilik temsili biçiminde bir içsel farklılaşmaya yol açar.

                  Kısaca anne hem çocuğun algısını doğrular, hem de buna kendininkini ekler; böylece de çocuğun kendisiyle uygun biçimde eşduyum kurulması deneyimine potansiyel bir kendi-üzerine-düşünme katmanı sağlar. Bu da Peter Fonagy’nin (kişisel iletişim) deyimiyle “zihinselleştirme”yi (mentalization) getirir. Benzer bir süreçle, analistin yorumlama eylemi hastanın öznel deneyimini onaylar, kişilerarası alanda harekete geçirilen nesne ilişkisine dair farkındalığını genişletir ve dışsal bir nesnenin, nesnenin öznel deneyimini de içeren gözlemleyici işlevinin içselleştirilmesini teşvik eder.

                  Psikanalitik durum üç “çerçeve” içerir. Birincisi, nerede, ne zaman ve ne kadar süreyle görüşüleceği, hastanın ve analistin üzerlerine düşen görevler gibi anlaşmaları içeren, tedaviyle ilgili düzenlemeler tarafından yaratılan tedavi çerçevesi ya da psikanalitik ortamdır. Bu çerçeve, tasarımı itibariyle, gerçekçi bir kişilerarası ilişki sağlar. Loewald (1960) bu ilişkiyi, yardıma ihtiyacı olan ve başka bir kişinin her şeyi bilme ve her şeye gücü yetme iddiasında olmadan kendisine yardım edecek bilgisi, deneyimi ve iyiniyeti olduğuna güvenen bir kişi ile, aslında hastaya yardım etme niyetinde olan ve çabalarının sınırlarının farkında olarak bunu yapmaya çalışan bir başka kişinin buluşması olarak tanımlar.

                  İkinci bir çerçeve, analistin teknik yansızlık konumu ve serbest çağrışıma ve aktarım gerilemesine (transference regression) engel olan savunmacı operasyonları analiz etmesiyle yaratılır. Bu, psikanalitik çerçeve, hastanın içselleştirilmiş nesne ilişkileri dünyasının ve bunlara karşılık gelen itki/savunma konfigürasyonlarının tekrar harekete geçmesine ve canlandırılmasına (enactment), ve analitik araştırmanın nesnesi haline gelecek olan öznelerarası alanın ayrıntılandırılmasına olanak sağlar. Psikanalitik çerçevenin kolaylaştırıcı çevresi içinde, aktarım ve karşıaktarım eğilimlerinin canlandırılması, tedavi çerçevesindeki gerçekçi ilişkiyi hemen çarpıtmaya (distort) başlar.

                  Analistin kendini içsel olarak aktarım/katşıaktarım bağına katılan, deneyimleyen bir parça ile, analistin özel bilgisini, teknik araçlarını ve hastasına yaptığı yüceltilmiş (sublimated) duygulanımsal yatırımı içeren, gözlemleyen bir parçaya ayırması (dissociate), üçüncü bir çerçeve yaratır. Yorumlama sürecinde hayati önem taşıyan, bu üçüncü çerçevedir. Bunun içinde, analist aktarım/karşıaktarım ilişkisinin içine dalar, ve yine de yorumlama işlevleriyle bunun dışında kalmayı sürdürür. Fransız psikanalizinden bir terim kullanırsak (DeMijolla ve DeMijolla Mellor, 1996), analistin, aktarım/karşıaktarım gerilemesinin tedavi çerçevesini çarpıtmasının anlamını yorumlarken aktarım/karşıaktarım bağının dışında kalarak takındığı bu üzerine-düşünme tutumu, “üçüncü konum”u oluşturur.

                  Bu üçüncü konum, psikanalitik çalışmanın kaçınılmaz bir ön şartıdır. Analistin, aktarım/karşıaktarım durumunun üzerine çıkması ve aktarımda harekete geçen bilinçdışı çatışmayı aydınlatacak yeni bir bakış açısı getirmesi anlamına gelir. İçe yansıtmalı özdeşleşme mekanizmaları yoluyla, hastanın egosunun intrapsişik çatışmayla  başetme kapasitesinin arttırılmasının bir parçası olarak, hastanın kendi-üzerine-düşünme işlevini geliştirmesine yardımcı olunur.

                  Egonun gözlemleyen ve eyleyen iki parçaya yarılması, ilk olarak Sterba (1934) tarafından betimlendiği haliyle, bakıcının, üzerine-düşünme işlevinin içselleştirilmesiyle edinilen – başlıbaşına annenin çocuğun deneyimine gösterdiği eşduyum yoluyla değil – kendi-üzerine-düşünme işlevinin harekete geçmesini temsil eder. Aynı biçimde, hastalar gelişmiş bir kendi-üzerine-düşünme kapasitesini sadece analistin eşduyumsal tepkisini deneyimleyerek değil, aynı zamanda, ve aslında, analistin “üçüncü konum”unun, üzerine-düşünme işleviyle özdeşleşerek geliştirirler. Kısacası, bir-kişi ya da iki-kişi psikolojisine değil, üç-kişi psikolojisine ihtiyacımız vardır. Üçüncü kişi, hastanın diğer tüm kişilerarası ilişkileriyle kontrast oluşturan, özel rolündeki analisttir.

                  Tabii analistin, keyfi, otoriter bir tutum takınarak, ya da hastaya kendi fikirlerini telkin ederek, özel, aktarım/karşıaktarım bağının dışında kalma işlevini yanlış kullanması ya da kötüye kullanması tehlikesi vardır. İşlevsel olmayan güç kullanılarak, işlevsel otoritenin kötüye kullanılması, otoriteyle yapılan her işin içerdiği bir tehlikedir. Tedavi durumunda analistin gerçekçi, işlevsel otoritesini ortadan kaldırarak hastayı bu tehlikeden korumaya kalkmak saflıktır. Analistin bakış açısını hastanınkine denk, karşıaktarımı aktarımdan ne daha az, ne de daha çok patolojik gören, eşitlikçi bir ideoloji, psikanalitik durumun bir çarpıtmasını temsil eder.

                  Optimal durumda yorumlar, dile getirilmeleri sonucunda gelişen şeylerle doğrulanacak ya da yanlışlanacak hipotezler olarak sunulmalıdırlar. Metaforların kullanılmasıyla değerleri artar ve en iyi durumda, hastanın geçmişinde kuramsal olarak bulunduğu varsayılan tarihsel bir ana bağlı olmayan, “doymamış” bir niteliktedirler. Kısacası, hasta ve analistin çağrışımları izlemesi ve aktarım/karşıaktarım analizindeki gelişmeleri gözlemlemesiyle yorumlama sürecinin zamanla derinleşeceği ve genetik yönünü bulacağı beklentisiyle, “şimdi ve buradaki bilinçdışı”na odaklanırlar.

                  Bu beni, bu aralar yorumların “nesnelliği”nin sorgulanmasına, yorumların oluşturulmasında kullanılan ölçütlerin bilimsel, nesnel niteliğinin inkâr edilmesine, ve yapılandırmacı bir bakış açısının, solipsistik bir göreceliliğe kayma potansiyeline getiriyor. Bu noktada, ego psikolojisi perspektifinden ilk olarak Fenichel (1941) tarafından, ve Kleinyen bir perspektiften Bion (1968, 1970) tarafından dile getirilen, yorumlara ilişkin ölçütler konuyla ilgili görünüyor.

                  Fenichel, yorumun metapsikolojisini incelemesinde, yorumun üç ilke tarafından yönlendirilmesini önerdi: Ekonomik (içgüdüsel yüklerin baskınlığı); dinamik (yüzeyden derine doğru, savunmadan başlayıp, güdülenmeden (motivation) geçerek, itkiye (impulse) doğru yorumlama); ve yapısal (egonun tarafından yorumlama). İçgüdüsel, özellikle libidinal yüklerin yoğunluğuyla ilgili ekonomik ilkenin yerine, yorumları seans içinde duygulanımsal olarak baskın içerik üzerine odaklama ölçütünü koyarsak, Fenichel’in genel yorum ilkelerini güncelleştirmiş oluruz. Bu ilkeler, yorumun nesnel niteliğini destekler.

                  Benzer biçimde, Bion’un, önceden belirlenmiş kuramsal bir çerçeve olmadan, ya da analistin hastayı belirli bir tarafa yönlendirme itkisine kapılmadan (“hafıza ve arzu olmadan yorumlama”), analistin herhangi bir seanstaki gelişmelerin tüm etkisine açıklığının “seçilmiş gerçeği”ni (selected fact) yorumlama önerisi, çok farklı bir dille, malzemeyi seçmek ve belirli bir seansta, hasta-analist ilişkisinde baskın olan duygulanım aracılığıyla yorumlamak için benzer bir çerçeve sağlar.

                  Hayatının son yıllarında adım adım mistisizme doğru yönelen Bion ne yazık ki, analistin seçilmiş gerçeği, sıradan, duyusal gerçeklikte temeli olmayan, psişik gerçekliği sezgisel kavrayışı bağlamında formüle ettiği sonucuna vardı. Bu bakış açısı, yüz ve başka tamamen gözlemlenebilir iletişim kanalları yoluyla duygulanımsal iletişim hakkındaki gittikçe artmakta olan bilgilerimizle çelişir. Bion, hastanın “içinde tutamadığı” (contain) bilinçdışı çatışmalarının yansıtmalı özdeşleşmesinin analist üzerindeki etkilerini betimleyerek, karşıaktarım araştırmalarının yolunu açtı. Paradoksal olarak, Bion analistin bu yansıtmalara duygusal tepkilerini herhangi bir biçimde analistin kendine özgü kırılganlıklarıyla, klasik, sınırlı anlamıyla, kendi karşıaktarım yatkınlıklarıyla bağlantılandırmayı reddetti. Böylece, çalışmalarının başka yönlerinde başarıyla sorguladığı “bir kişi psikolojisi”ni vurgulamış oldu.

                  Krause’nin (Krause, 1988; Krause ve Lutoff, 1988) psikanalitik ve psikoterapötik ortamda duygulanımsal iletişim üzerine yaptıkları araştırma bize, bastırılmış, ayrılmış (dissociated) ve yarılmayla uzaklaştırılmış (split-off) duygulanım deneyimlerinin nasıl iletilebildiğinin ve bilinçdışı olarak algılandığının nesnel kanıtlarını sunan bir dönüm noktasıydı. Dilbilimsel analiz, bu sürecin bilinçli iletişim üzerindeki etkilerini gösterir. Krause’nin çalışması bizi, bilinçli iletişimin anlamının, duygulanım deneyiminin bilinçdışı iletişiminin incelenmesinin, ve katılımcılar tarafından, diyaloglarından ve gözlenen duygulanım iletişimlerinden bağımsız olarak iletilen bu deneyimin yansımasının bir arada analiz edilmesiyle, öznelerarasılığın nesnel incelemesine yaklaştırdı.

                  Analistin işlevini “üçüncü kişi” olarak kavramsallaştıran Fransız psikanalitik bakış açısından bahsetmiştim (DeMijolla ve DeMijolla Mellor, 1996). Aktarım/karşıaktarım ilişkisinin doğasını “dışsal” bir perspektiften yorumlamak, sembolik olarak, oedipal babanın çocukla anne arasındaki oedipal öncesi, simbiyotik ilişkiyi kesintiye uğratan, böylece de arkaik oedipal üçgenleşmeyi başlatan rolünü taklit eder. Nevrotik kişilik organizasyonu olan hastalarda böyle bir işlev zaten mevcuttur. Hastanın kendini eyleyen ve gözlemleyen iki parçaya ayırabilmesi, üçgen yapının iyice oturduğuna, gelişimin ileri oedipal düzeyine işaret eder. Açıktır ki, analistin karşıaktarımını kendi üzerine düşünerek keşfetmesi de onun üçgenleşmesini yansıtır.

                  Sınır (borderline) kişilik yapısı sergileyen hastalarda ise, analistin yorumlayıcı rolü, hastayla analist arasındaki simbiyotik bağın vahşice koparılması olarak deneyimlenebilir. Aslında, başka nedenlerin yanında, tam da ebeveyn çiftin ilişkisini, cinsiyetler ve kuşaklar arasındaki farkları, ebeveyn çifte duyulan hasedi (envy), ilksel sahnenin şokunu, ve üçgenleşmenin yerleşmesine bağlı olarak, yokedilme korkusu şeklinde ortaya çıkan, engellenmişlik (frustration) ve kaygının (anxiety) en ilkel şeklini keşfetmenin örseleyici etkisinden kaçınmak için, buna karşı canla başla direnilir.

                  Burada Bion’un (1968) katkıları içgörünün bilişsel kavrayışının, sahte aptallık, kibir ve merak üçlüsü yoluyla savunmacı parçalanmasının anlaşılmasına yaptığı katkılar, erken dönem üçgenleşmeye dair farkındalığa gösterilen tahammülsüzlükle bağlantılandırılabilir. Her halükârka, hastanın yorumu, analistle ümitsiz kaynaşma (fusion) arayışının kesintiye uğratılması olarak deneyimlemesi, ağır biçimde gerilemiş hastaların tedavisinde önemli bir unsurdur. Öznelerarası perspektiften çalışan analist, analizde “üçüncü konum”a geçemeyerek, hastayı bu kopuştan, dolayısıyla da ayrışma ve bireyleşmeyi tam olarak deneyimlemekten koruyabilir. Bu durum, hastanın duygusal büyüme ve gelişmesini, kapasitesinin altında bir noktada sınırlayabilir.

                  Analistin üçüncü kişi olarak işlevi önemli bir üzerine düşünme kaynağıdır. Zamanla hastanın kendi üzerine düşünmesi, içebakış (introspection), içgörü ve otonominin gelişmesi için güçlü bir uyaran haline gelir, ki bu, dinamik bilinçdışının daha derin katmanlarını daha iyi anlama çabasında otonomiyi de içerir. Optimal şartlarda, tedavinin ileri aşamalarında, aktarım/karşıaktarım gelişmelerinin öznelerarasında harekete geçirilmesinin baskınlığı, analistin üzerine-düşünme işlevinin içselleştirilmesiyle, yerini hastanın kendi öznel deneyimini dile getirmesinin baskınlığına bırakabilir. Bu durum kendini, hastanın kendi öznel deneyimi üzerine düşünme kapasitesinde gösterir. Öyle ki, bilinçdışının daha derin katmanları, kendiliğin keşfi biçiminde ortaya çıkar ve güncel öznelerarası deneyimin incelenmesinin ötesine geçer.

                  Hem gerileme ve aktarımın derinleşmesi, hem de hastanın ilkel deneyimle ilişkisindeki ilerleme, egonun artık ilkel fantezi tarafından dayanılmaz biçimde tehdit edilmediği bir noktada ortaya çıkabilir. Bu noktada hasta bir yandan analistten ayrışmaya ve bağımsızlaşmaya daha fazla tahammül gösterebilirken, bir yandan da, psikanalitik araştırmanın ilgili ancak net olarak ayrışmış bir katılımcısı olarak analistle ilişkisinde kendini güvende hisseder.

                  Tüm analitik deneyimin mevcut öznelerarasılığın analizine bağlanması halinde, tersine, bilinçdışı çatışmanın daha gerçeklik temelli, “şimdi ve burada” bir deneyime dönüşmesi, sonuçta da bilinçdışının derinden anlaşılmasına karşı savunmacı amaçlara hizmet etmesi tehlikesi ortaya çıkar. Öznelerarası iletişimin nispeten yüzeye yakın düzeyinde böyle savunmacı bir saplanma (fixation), çocukluğa ait çokbiçimli-sapkın çatışmaların, ilkel sadomazohizmin ve genel anlamda erotizasyon çevresinde toplanan çatışmaların derin düzeylerine karşı savunmalara da hizmet edebilir.

                  Hastanın bilinçdışı çatışmaları öznelerarası alanda canlandırılırken, analistin bunlar üzerine üçüncü kişi olarak düşünmesinin oedipal aktarımı harekete geçirmesi gerçeği, hastayla analist arasındaki tüm etkileşimlerin aktarım üzerinde kaçınılmaz sonuçları olduğunu, ve aktarımın hiçbir zaman tam olarak çözümlenemeyeceğini gösterir. Bu durum, hasta ve analist arasındaki tüm ilişkinin, ilişkinin gerçekliğinin inkâr edilmesi ve hastanın çocuklaştırılmasına katkıda bulunulması sonucunu doğuracak sonsuz bir gerileme içinde, sadece aktarımdan ibaret olarak yorumlanması gerektiğinin bir göstergesi olarak anlaşılmamalıdır. Belirli bir noktada, gerçek ilişkinin aktarım tarafından renklendirilmesi, gündelik hayattaki nesne ilişkilerinin sıradan bir parçası olan, süblime bir kalıntı oluşturur.

                  Burada, Laplanche’ın (1987), anne-çocuk ilişkisinde libidinal erotizasyonun ilk olarak, çocuğun bilinçli olarak anlamadan aldığı, annenin “muammalı” (enigmatic) mesajlarıyla devreye sokulması kuramından söz etmek yerinde olur. Analitin Bilinçdışı her zaman orada ve hastayı etkiliyor olacaktır; ancak bu, analistin yorumlayıcı hipotezleri bilinçöncesi ayrıntılandırmasını ve bilinçli olarak dile getirmesini hesaba katmama hakkını doğurmaz. Analistin kişiliğinin bu unsurları, hasta ve analistin ayrı oluşuna tahammülün gelişimini, hastanın son kertede analistin kişiliğini tam olarak bilemeyeceğini kabulünü, ve analitik ilişkinin kuşakların ayrışmasını nasıl taklit ettiğinin tanınmasını sağlar. Hastanın, ebeveynlerin oedipal ilişkisinin dışında bırakılmış üçüncü bir kişi olmasının kaçınılmazlığı, kayıp, ayrı olma ve otonominin teyidi haline gelir, ki bu erotik alanda ayrı olmayı ve otonomiyi de içerir.

                  Bu düşünceler, analistin yorumlarının öznelerarası çerçevedeki keşiflerle sınırlandırılmasına karşı, hastanın bilinçdışının keşfinin optimal düzeyde genişletilmesinin önemini vurgular. Öznelerarası alanda kalınınca genelde oedipal ilişki yerine oedipal öncesi ilişki, ve arkaik oedipal ve jenital cinsellik yerine oedipal öncesi içgüdüsel gelişim vurgulanır; zira ötekiler, ancak analist ayrı bir kişi olarak deneyimlenirse ortaya çıkarak keşif konusu olabilirler. Aynı şekilde, tedavi boyunca gerçekçi bir biçimde ve derece derece evrilen, hasta ve analist arasındaki ayrılık, analist hakkındaki süblime edilmiş merakın gelişmesine ve “dışsal” bir perspektiften analistin gerçeğinin kurulmasına izin verir. Tutarlı olarak aktarım analizi ve derinlemesine çalışma (working through) sonucunda hasta ve analist arasında “gerçek bir ilişki”nin gelişmesi, tedavinin ileri aşamalarının belirgin olmayan, büyümeyi teşvik eden bir yönüdür, ve analizin sonlandırılma evresinde ortaya çıkan depresif aktarımların ve yas tepkilerinin derinlemesine çalışılmasında önemli rol oynayan, kısmen süblime edilmiş özdeşleşmelerin gerçekleşmesine olanak sağlar. Bu süreç, hem ayrı olma, hem de yakınlık, hem farklılık ve kayıp, hem de minnet duyabilme kapasitesinin oluşmasıyla doruğa ulaşır.

                  Yorumun “sanki” modunda ifade edilmesi, hastanın geçmişinde belirli bir noktaya zamanından önce bir bağlantı kurmadan, aktarımda harekete geçirilen bilinçdışı çatışmaların eşzamanlı doğasını teslim eder. Yani, aktarımda harekete geçirilen tek bir dönem ya da travmatik deneyim değil, birçok farklı, zamansal olarak uzak olmakla beraber bilişsel olarak bağlantılı, ancak adım adım erken deneyimin farklı zamanlarından gelen farklı bölümlere ayrılabilecek bilinçdışı deneyimlerden gelen, birbiriyle bağlantılı çatışma ve savunmaların bir yoğuşmasıdır. Kısacası, bilinçdışı çatışmanın zamansal sıralı olma özelliği, hastanın karakter yapısında sabitlenmiş eşzamanlı (zamansal olarak ayrışmamış) yoğuşmalardan evrilir. Bu da demektir ki, hasta tedavinin ileri aşamalarında, geçmişin belirli dönemlerine önemli gerilemeler deneyimleyebilir, ve güncel öznelerarasılığın geçmişten gelen önemli bilinçdışı deneyimlerin yeniden bulunmasına dönüşmesini yansıtan belirli anılar ortaya çıkabilir.

                  Ancak böyle bir yeniden bulma nadiren bütünleşmiş, pürüzsüz bir tarihi beraberinde getirir. Gerileme ve ilerlemenin aynı anda ortaya çıkıyor olması gerçeği, travmatik deneyimlerin şu anda travma olarak deneyimlenmesi yerine geriye dönük olarak bu şekilde detaylandırılıyor olması, bilinçdışı geçmişin ve bugünle ilişkisinin keşfinin süreksizlik özelliğini açıklar.

                  Yorumun doğasına ilişkin son birkaç söz: Yorum gerçeklerin ortaya çıkmasını mı sağlar, yoksa yaratıcılıkla yeni bir anlatının üretilmesini mi? En iyi haliyle yorum, hem hastanın öznel deneyiminin, hem de bastırılmak, ayrılmak, ya da yansıtılmak zorunda kalınmış olanın eşduyumla anlaşılmasıyla başlar. Bu bilinçdışı anlamların “şimdi ve burada” anlaşılması, adım adım “o zaman ve orada”ki bilinçdışı deneyimi  aydınlatacak biçimde genişler. Böylece yorum, ancak adım adım güncel deneyimlerin niteliğini belirleyen geçmiş anlamlara bağlanacak olan, şimdi ve buradaki anlamların açığa çıkarılması olarak yola çıkar.

                  Analistin yaratıcılığı, yorumları, aktarımdaki duygusal durumun tamamını kavrayacak şekilde biçimlendirmesine dayanır. Analist, hastanın sözel ve sözel olmayan davranışlarına dair gözlemlerine ve kendi karşıaktarım tepkilerine dayanarak, şimdiki durumu yakalayacak kadar kesin, ama hastanın beklenmedik yönlere doğru izini sürebileceği kadar da açık uçlu bir metafor kurar. Başta yorumlar kesin olmayan ifadeler, sorular, ya da hastanın dikkatine sunulan bir çok alternatif formülasyon olabilir, ancak zamanla keskinleşmeleri ve bir noktaya odaklanmaları gerekir. Bazen hastanın kaygısını ve acısını arttırırlar, bazen de özgürleştirici, hatta ferahlatıcı bir etkileri olabilir. Analistin gerçeği arayışının hasta tarafından zaman zaman saldırgan bir edim olarak deneyimlenmesi kaçınılmazdır. Eğer analistin gerçeği arayışının kökleri gerçekten de hastalarının kendileri hakkında daha çok şey bilmelerine yardım etme isteğine dayanıyorsa, hastalar zamanla bunu takdir edebilecekler, ve analistin gerçeğe tereddütsüz adanmasında ifade bulan, kendi güçlerine duyduğu güven için minnet duyacaklardır.

                  Özetle, psikanalitik kuram ve klinik uygulamaya iki güncel yaklaşımı, psikanalizin anayolu olarak adlandırdığım yaklaşımla, kişilerarası-öznelerarası-kendilik psikolojisini simgeleyen yaklaşımı, anahatlarıyla karşılaştırdım. Birincisinin, “üç kişi” analizine olanak sağlayarak, bilinçdışı intrapsişik çatışmaların hem oedipal, hem de oedipal öncesi geniş bir yelpazesinin ve eşlik eden psikopatolojinin incelenmesine elverişli oldugu; ikincisinin, “iki kişi” analizi olarak kaldigi için, incelemeyi büyük ölçüde oedipal öncesi alanla kısıtlama egiliminde olduğu, ve aktarimdaki bilinçdisi çatismalarin arastirilmasini ve hastanin özerk kendi-üzerine-düsünme islevinin gelisimini sInIrlayabilecegi görüsünü sundum.

 

Öneri, katki ve elestiri

Cogito

Anasayfa