IYONYA
FIZYOLOGLARI MI, ATINA FILOZOFLARI Ml?
AHMET
ARSLAN
Felsefe
tarihinde filozoflari ve felsefe sistemlerini siniflandirmada çesitli ölçütler
kullanilir. Yunan felsefesi soz konusu oldugunda da Miletos Okulundan, Iyonya
filozoflarindan, Hellenistik felsefe akimlarindan söz edilir, Bu arada en sIk kullanilan siniflandirma
kavramlarindan biri Sokrates-öncesi felsefe ve Atina Okulu veya Atina felsefesi
kavramidir. Bizi burada ilgilendiren bu kavram ve bu kavramin isaret ettigi
felsefe dönemidir.
Her
ayrim ve siniflama gibi bu ayrim ve siniflama da bir ölçüde yapaydir. Çünkü
Sokrates-öncesi felsefe, Miletos okulu filozoflari, Pythagoras ve ögrencileri,
Parmenides ve izleyicileri, Herakleitos, Demokritos-Empedokles-Anaksagoras gibi
çogulcu materyalist filozoflar, nihayet Sofistler gibi çesitli bakimlardan
birbirlerinden oldukça farkli kisi veya guruplari içine aldigi gibi, Sokrates,
Platon ve Aristoteles’i içeren Atina Okulu veya Atina felsefesinin de her
bakimdan bir birlik içeren bir felsefe hareketini ifade etmedigi söylenebilir.
Bununla birlikte bu Sokrates-ön- cesi Yunan felsefesi ve Atina Okulu veya Atina
felsefesi deyimlerinin hem ögretimsel-egitimsel bazi faydalari oldugu,
hem de ögretisel bakimdan birbirlerinden belli özelliklerle ayrilan iki düsünce
veya daha özel olarak felsefe hareketine isaret ettigi de söylenebilir. Bu iki
kavramin gerisinde yatan ve bu ayrimi anlamli kilan nitelik ve özellikleri daha
yakindan incelemek istedigimiz takdirde ne görürüz?
Herseyden
önce bu ayrim tarihsel bir bakis açisindan hareket etmektedir. Sokrates-öncesi felsefe,
tarihsel olarak, Sokrates’ ten önce yasamis olan filozoflarin ortaya attiklari felsefe veya
felsefelerdir. Bu ayrimin temelinde cografi bazi ögelerin de var oldugu
gorülmektedir: Sokrates-öncesi felsefe, cografi bakimdan belli bir bölgede veya
daha dogrusu bölgelerde ortaya çikan felsefelerdir. Bu bölgeler bilindigi üzere
genel olarak Bati Anadolu kiyilari veya Iyonya, daha sonralari ise büyük
Yunanistan veya Güney
Italya ve Sicilya’dir. Daha özel olarak belirtmek gerekirse bu felsefe Miletos,
Ephesos, Samos, Theas, Kolonphon, Abdera, Kroton, Elea v.b. gibi Yunan
Anayurdunun disinda diyebilecegimiz birtakim kentlerde veya kolonilerde
gelismis felsefelerdir.
Atina felsefesi ise adinin da belirttigi gibi Atina’da ortaya çikmis
felsefedir.
Bu
ayrim böylece salt tarihsel veya cografi arka-planli bir ayrimdan ibaret
degildir. Onun temelinde bazi baska öge ve özellikler de vardir: Örnegin
felsefi bakimdan genel ve hakli olarak Sokrates-öncesi Yunan felsefesinin
«materyalist» nitelikte bir felsefe oldugu, buna karsilik Atina Okulunun
«idealist» bir felsefeyi temsil ettigi söylenir. Buna paralel olarak
Sokrates-öncesi Yunan felsefesinin ana konu olarak «physis», yani
<<doga>>yi ele alan, insan ve toplumla ilgili sorunlara fazla ilgi
göstermeyen bir felsefe oldugu üzerinde durulur; Sokrates’ten veya
Sofistler’den itibaren ise Yunan felsefesinin bu tek-yanliliginin ortadan
kalktigi insan,
toplum, ahlak, estetik ve psikoloji ile ilgili sorunlari da ele alan çok-yönlü
bir felsefe niteligini kazandigina isaret edilir.
Nihayet
genel olarak bu ayrimin temeline sIk sIk degerlendirme ile ilgili bir yargi da
eklenir. Tarihçiler arasinda yerlesen yaygin bir görüs, genel olarak Yunan
uygarliginin en parlak dönemine M.Ö. V. yüzyilda Atina döneminde
eristigidir. Bundan dolayi bu dönem Yunan uygarliginin <<Klasik
Çag>>i veya <<Altin Çag>>i olarak adlandirilir. Yunan
toplumunun siyasal, toplumsal, kültürel alanda en parlak dönemini bu yüzyilda yasadigi,
Yunan Sanat ve edebiyatinin en parlak ürünlerini bu dönemde verdigi kabul
edilir ve buna örnek olarak bir dizi büyük devlet adami (Themistokles,
Perikles), sair (Pindaros), heykeltras (Phidias), tragedya ve Komedya yazarlari
(Aiskhilos, Sophokles, Euripides, Aristophanes), tarihçi (Herodotos,
Thukidides) v.b.nin adlari sayilir. Bu gorüs felsefe ile ilgili olarak ve M.Ö.III. yüzyili da içine
almak üzere daha büyük bir hararetle savunulur. Yunan felsefesinin
Sokrates-öncesi filozoflarla karanliklardan siyrilarak ilk vo çocukluk dönemini
yasadigi, Atina okulu ve özellikle Platon-Aristotelesle birlikte zirve
noktasina eristigi, Epikuros ve Stoaci okullarla birlikte bir gerileme dönemine
girerek canliligini kaybettigi ve sonunda ortadan kalktigi ileri sürülür.
Nitekim <<Sokrates-öncesi ve Sonrasi>> adli ünlü yapitinda M.
Cornford bu yargiyi çok çarpici bir bicimde söyle dile getirir: <<
..Sokrates-öncesi bilimde (Yunan uygarliginin) hayranlik içinde olan çocukluk
dönemine ait bir seyin varligini gördük. Sofistler’in bazi sözlerinde de
otoriteye karsi bir gençlik baskaldirisini temsil eden bazi sözler
duyduk. Sokrates, Platon ve Aristoteles’te Yunan felsefesi sorumlu erkeklik
olgunluguna ve zihinsel gücün tam bir biçimde kendisini göstermesine erisir...
Daha sonra eski dönemin felsefesinden, haz bahçesini ve erdem tapinagini
derinlestirmekle yetinen bir alacakaranligin tevekkülünden baska bir sey
kalmaz>>.
Yunan
uygarliginin <<Klasik>> veya <<Altin Çag>>ina iliskin
bu genel görüsün tartisilmasi bizim konumuz disindadir. Burada bizi
ilgilendiren bu gorüsün Yunan felsefesinin gelismesi ve degerlendirilmesiyle
ilgili kismidir. Bu ikinci konu veya iddia, gerisinde Yunan felsefesiyle ilgili
nihai bir degerlendirme olgusunu içerdigi veya belki daha dogrusu aslinda böyle
bir degerlendirmeyle ilgili bir önyargidan hareket ettigi için hayli tartisma
gotürür bir nitelik tasimaktadir. Nitekim Yunan felsefesi ve bilimiyle ug-
rasanlar arasinda geçen yüzyilin sonlarindan bu yana belli ölçüde yayginlasan
diger bir gelenek de çesitli açilardan bu görüse karsi çikmaktadir. Bu cümleden
olmak üzere «Materyalizmin Tarihi» üzerinde anitsal bir deger tasiyan bir
yapitin yazari olan Alman Yeni-kantçi bir filozof ve felsefe tarihcisi F.A. Lange’yi, genel alarak Yunan düsüncesi
ve kültürü üzerinde yaptigi incelemelerinde yeni bir çigir açan, özel olarak
Yunan felsefesinin Sokrates-öncesi dönemi üzerine yazmis oldugu «Yunanlilarin
Trajik Çaginda Felsefe» adli yapitinda Lange’nin gorüslerine paralel bir
degerlendirme getiren F. Nietzsche’yi, nihayet son bir önemli isim olarak
Yunan-Roma dünyasi ve bilimi üzerinde yaptigi çalismalari ile taninmis B.
Farrington’u sayabiliriz.
Yunan
felsefesinin ve farkli dönemlerinin degerlendirilmesi konusunda belirebilecek
durumlar bir bakima asagi yukari önceden kestirilebilir: Bu noktada
alinabilecek tavirlar bu alanda yapilan çalismalarin ortaya çikardigi
sonuçlarin kendileri kadar degerlendirmeyi yapan kisinin felsefe ve bilim
anlayisina, siyasal ideallerine, genel ilgilerine ve dünya görüsüne bagli
olacaktir. Örnegin felsefeyi tek bir alana hedef almasi olanakli akilci ve
elestirisel bir düsünce veya arastirmadan çok daha fazla insan de- neyinin
bütününü ve onun çesitli alanlardaki tüm görüntülerini kucaklamak ve
birlikli-tutarli bir bütün içinde açiklamak görevine sahip evrensel bir dünya
görüsü veya bir mimari yapi gibi tasarlayan bir kisinin bir Platon veya
Aristorteles’in sistem kuruculugunu Sokrates-öncesi filozoflarin salt,
<<doga>>yi ele alan <<tekyanli>> arastirmalarina tercih
edecegini düsünmek makul olacaktir. Yine evreni aciklamakta materyalizm ve
idealizm gibi en genel sözcüklerle ifade edilen iki dünya görüsü arasinda
kendini materyalizme daha yakin hisseden birinin Sokrates-öncesi Yunan
felsefesinin <<materyalizm>>ini, Atina Okulunun saf <<idealizm>>ine
tercih edecegini de akla, yakin bir varsayim olarak alabiliriz. Bu ayni durum,
kisinin dinsel-ahlaksal ilgileri ile ilgili olarak göz önüne alinabilir:
Felsefenin baslica görevinin <<dinin her zaman pratik ve duygusal olarak
yaptigi seyi, yani insan hayatini, insanin içinde bulundugu evrenle belli
ölçüde doyurucu ve anlamli bir iliski içine sokma çabasini entellektüel olarak
gerçeklestirme girisimi>> olarak degerlendiren bir kisinin bu tür bir
kayginin kuvvetle kendini hissettirdigi bir Sokrates-Platon’cu felsefeyi
felsefenin en iyi bir örnegi olarak görmesi dogal olacaktir. Nitekim felsefeyi
bir tanribilim olarak düsünen veya kurmak isteyen Ortacag Hiristiyan ve
Müslüman düsünürlerinin Yunan filozoflarina bu amaçlarina hizmet edip
etmemeleri açisindan bizimle ayni açidan bakmamalari gayet normal bir olaydir.
Nihayet yukarda isaret ettigimiz gibi bilim hakkindaki anlayisimiza,
demokrasi-aristokrasi, açik toplum-kapali toplum hakkindaki siyasi
ideallerimize v.b. uygun olarak da ister istemez degerlendirme ölçütlerimizin
degisecegi ve kendimizi buna paralel olarak ayri safllarda bulacagimizi
düsünmemiz dogal olacaktir.
Bu
küçük incelememizde biz de Yunan felsefesinin Sokrates- öncesi ve Atina okulu
dönemlerine iliskin bu tartismalara katilmak ve bazi düsüncelerimizi belirtmek
istiyoruz. Burada amacimiz ne bu konuda ortaya atilan tüm görüs ve
karsi-görüsleri ayrintili bir biçimde incelemek ne de bu sorunu tüm cepheleri
ve boyutlari ile ele almaktir. Bu tür bir çalismanin, sorunun çok daha genis bir biçimde ele alinmasini
gerektirecegi açiktir. Biz burada bu iki döneme ait felsefeleri sadece bilimle
iliskileri açisindan ve bilimsel sonuçlari bakimindan karsilastirmak
amacindayiz. Baska deyisle bu iki dönemde ortaya atilan çesitli bilimsel
düsünceleri ele almak ve bunlara bagimli olarak gelistirilen felsefi düsünce ve
sistemlerin ne ölçüde gerçek bilimsel sonuçlara dayandiklarini veya gerçek
birer bilimsel felsefe örnegini olusturabileceklerini göstermek istiyoruz.
<<Bilim>>
ve <<bilimsel>> sozcükleri çagimizda dikkate deger bir sIklIkla
kullanilan sözcüklerdir. Zamanimizda çesitli düsünce akimlari veya biçimleri
sIk sIk <<bilimsel>> veya <<bilim-disi>> sözcükleriyle
nitelendirilmektedir. Yine çagimizda bilim, deger ve otoritesine kimsenin karsi
çikmayi düsünmeyecegi en saygideger toplumsal-kültürel bir kurum niteligini
almistir. Buna paralel olarak günümüzde pragmatizm, pozitivizm, diyalektik
materyalizm gibi
çesitli felsefeler de kendilerinden olmayan veya karsi çiktiklari rakip
görüsleri <<metafizik>>, yani <<bilim-disi>> olmakla
suçlamaktadirlar.
Bilimsel
bir felsefeden biz en genel olarak çaginin mevcut, bilimsel bilgi yiginina ters
düsmeyen, tersine, olanakli oldugu ölçüde çaginin bilimsel sonuçlarina
dayanmaya çalisan hir felsefeyi anliyoruz. Bunu biraz daha açarsak, bilimsel
bir felsefenin içinde gergeklestigi çagin ve toplumun bilimsel bilgilerinden
haberdar olan, bilimsel sonuçlarina dayanan, bilimsel ilgilerini dikkate alan,
bu bilimsel sonuçlari tutarli bir bütün içinde birlestiren, yorumlayan, buna paralel
olarak bilimin gelecekteki gelismeleri ne açik olan, hatta olanakli oldugu
ölçüde onlara yol gösteren bir felsefe oldugunu söyleyebiliriz.
Tarih
boyunca felsefe, bilimle çok sIkI iliskiler içinde olmustur. Felsefenin kendisi
bilimlerin yaratmis oldugu evrene elestirici ve akilci bir açidan bakma
olgusundan dogdugu gibi filozoflarin çogu çaglarinin bilimsel bilgi yigini
üzerine dayanmislar, hatta bazi durumlarda bizzat kendileri birer bilim
adami niteligini tasiyarak bilimin çesitli alanlarina somut bilimsel
katkilarda bulunmuslardir. Yakin çaglardan iki örnek vermek gerekirse Descartes
analitik geometriyi yaratmis, Leibniz sonsuz küçükler hesabini bulmustur. Yine
tarih boyunca filozoflar bilimsel yöntem konusuyla ilgilenmisler ve bizi dogru
ve kesin bir bilgiye götürecek yollari arastirmislardir. Buna iliskin olarak da
yine yakin çaglardan Descartes, Locke, Kant v.b. gibi filozoflarin bilgi ve
yöntem konularindaki arastirmalarini anabiliriz. Yine filozoflar, çaglarinda
çesitli bilim dallarinda ortaya çikan çesitli sonuçlari tutarli bir bütün
içinde birlestirmeye çalistiklari gibi (örnegin XIX. yüzyilda tarih,
ekonomi, toplumbilim, biyoloji gibi çesitli alanlarda elde edilen sonuçlari
sisteminde birlestirmeye çalisan Marx’i ve yine «Sentetik Felsefe»sinde bu
türden bir çabaya girisen H. Spencer’i düsünelim), gelecekte bilimlerin kendi
alanlarinda yapacaklari çalismalara kilavuzluk edecek temel yöntembilimsel
varsayimlar da ortaya atmislardir (burda da iyi birer örnek olarak bir Hume
veya Kant’i anabiliriz) .
Iste acaba genel olarak bu açilardan, daha özel olarak baslica bilimsel yöntem, bilimsel zihniyet ve varsayimlar, somut biliimsel basarilar açisindan Yunan felsefesinin bu iki dönemine ait filozoflarin durumlari nedir?
Son
ögeden baslayalim: Ele aldigimiz bu iki döneme ait filozoflarin somut
bilimsel çalismalar açisindan durumlari nedir? Baska deyisle anlar hangi olçüde
bizzat bilim adamlaridirlar ve hangi öllçüde bilimin kendisine katkilari
olmustur? Yunan dünyasinda Hellenistik döneme, Iskenderiye okuluna kadar
bilimle felsefe arasinda kesin bir ayrim yapilmadigini, çesitli bilimlerin
felsefenin bünyesinde yer aldigini öncelikle belirtelim. Buna pa- ralel olarak
bu döneme kadar ortaya çikan çesitli fiilozoflarda filozofla bilim adami kisiliklerinin
birbirinden ayrilmaz olduguna isaret edelim. Nitekim üzerinde durdugumuz
dönemde karsimiza çikan bütün filozoflarin genel olarak ayni zamanda birer
bilim adami kisiligini tasidiklarini da görüyoruz. Ancak gene de bazi önemli
ayriliklara dikkati çekebiliriz: Bize Herakleitos, Parmenides ve Sokrates’e
izafe edilen herhangi bir bilimsel çalisma kalmamistir. Buna karsilik Thales,
Pythagoras, Aristoteles’e mal edilen çesitli alanlara ait somut bilimsel
çalismalar kalmistir. Bu bilimsel
çalismalardan
bazilarina kisaca temas edelim: Thales’in M.Ö. 585 yilinda meydana gelen bir
günes tutulmasini önceden haber verdigi bildirilmektedir. Yine bize
aktarildigina göre Thales, bir dairenin çapla iki esit parçaya bölündügünü,
ikizkenar, üçgenin taban açilarinin birbirine esit oldugunu, birbirlerini kesen
iki dogruda ters açilarin esit oldugunu, dairede çapi gören çevre açinin dik açi oldugunu (Thales
teoremi) bulmustur. Anaksimandros, ilk gök küresini, ilk yeryüzü haritasini
yapmis ve
Kant-Laplace kuranminin ilk taslagini vermistir. Anaksimenes’e atfedilen ilginç
bir deprem kurami ve ay tutulmasinin dogru açiklamasi vardir. Pythagoras’in
açi, Pythagoras teoremi ile birlestirilmektedir. Empedokles’in embriyoloji,
botanik, tip, kimya konusunda çesitli bilimsel gözlemleri ve çalismalari oldugu
söylenmekte ve çok yönlü bir bilgin oldugu üzerinde durulmaktadir. Ilk kez onun
havayi tarttigi, solunumla nabiz arasinda iliski kurdugu, psikoloji alaninda
bir algi kurami gelistirdigi haber verilmektedir. Platon’un matematik,
Aristoteles’in biyoloji, zooloji, botanik, astronomi meteoroloji alanlarinda
çesitli bilimsel çalismalari oldugu bilinmektedir. O halde genel olarak bu
sözünü ettigimiz dönemlere ait Yunan filezoflari matematik, astronomi biyoloji,
tip v.b. gibi çesitli bilimsel alanlarda çalismalar yapmislar, gözlem ve
deneylerde bulunmuslar ve bazi noktalarda gerçek bir katki niteligi tasiyan basarilar
göstermislerdir. Burada sadece Sokrates, Herakleitos ve Parmenides’in durumunun
farkli bir özellik gösterdigi anlasilmaktadir. Sokrates’in ne doga
arastirmalariyila ne de matematikle ilgilendigini, dikkatini ahlak,
bilgi ve erdem sorunlarina, insana yönelttigini biliyoruz. Parmenides, Aris-
toteles’in hakli olarak belirttigi üzere degismeyi, yani <<doga>>yi
reddeden bir filozoftur. Ünlü siirinin ikinci bölümü
<<Physis>>üzerindeyse de <<Physis>> veya
<<doga>> kendisi için salt bir görüntü oldugundan, onun bu konuda
sözlerini ne bizzat kendisi, ne de hakli olarak kendisinden sonrakiler ciddiye
almislardir. Bu konuda Herakleitos’un durumu biraz daha nüanslidir: Ilk kez olarak
belli bir biçimde doga yasalarindan söz ettigi halde, öbür yandan onda normal,
siradan bilgiye karsi bir küçümsemenin varligini görmekteyiz. Bu normal,
siradan bilgi, anlasildigina göre, asil felsefi bilgiye veya bilgelige karsit
olarak olagan bilimsel bilgileri de içine almaktadir. <<Çok sey bilmenin
bilgeligi ögretmedigi>>
vecizesinde en iyi biçimde dile getirdigi bu görüs, Herakleitos’u normal
ölümlülerin ugrastiklari doganin çesitli alanlarini konu olarak alan parça
parça arastirmalardan uzaklastirarak, bilgeligin konusu olan evrensel
<<logos>>u veya akli arastirmaya yöneltmistir.
Bu
bilimsel arastirmalarin karakteri, bu bilimsel çalismalarin gerisinde bulunan
yöntemle ilgili varsayimlar nelerdir? Baska deyisle bu sözünü ettigimiz
filozaflarin çalismalarini ele aldigimizda onlarin bilimsel yönteme iliskin
olarak gizli veya açik ne gibi bir görüsleri veya ana varsayimlari oldugunu görüyoruz?
Genel
olarak Yunan bilimine yöneltilen en önemli bir elestiri, onun gereginden fazla
dedüktif oldugu, buna paralel olarak deneye agirlik vermedigi yönündedir.
Yunanlilarin Euklides’in geometrisi ve Aristoteles’in mantiginda oldugu gibi
yapi bakimindan dedüksiyona dayanan bilimlerde en büyük bir basariya eristiklerine,
buna karsilik denel yönteme dayanan fizik, biyoloji, kimya v.b.
gibi doga bilimlerinde ayni basariyi gösteremediklerine dikkat çekilmektedir.
Gerçekten de «aklin adeta kendi içine çekilerek kendi kendisiyle yetinebildigi
matematik ve özellikle geometri» alaninda, mantik alaninda Yunanlilarin
tartisma gö- türmez bilimsel bir basari örnegi sergiledikleri tarihsel bir
olgudur. Bunun en açik bir kaniti, bu alanlardaki çalismalarinin XIX. yüzyila
kadar rakipsiz bir biçimde varliklarini sürdürmeleri ve bu tarihten itibaren
gerek geometri, gerekse mantik alaninda gerçeklestirilen çagdas ilerlemelerin onlarin
degerinden hemen hemen hiçbir sey kaybettirmemesidir. Buna karsilik doga
bilimlerinde ayni ölçüde büyük bir basari gösterilememistir, Bunun da temelinde
bilim tarihçilerinin isaret ettikleri gibi denel yöntemin bilinçli ve sistemli
bir biçimde uygulanmamasi olayi vardir. Eski ve Orta çaglar söz konusu
oldugunda denel yöntem yerine daha genel ve yumusak bir ifade kullanilarak
gözlemlere önem verilmesinden söz etmenin daha dogru oldugu anlasilmaktadir.
Bu
genel dogruyu aklimizda tutma kosuluyla sözünü ettigimiz filozoflarin
bilimsel çalismalarina ve bilimsel yöntem hakkinda düsüncelerine baktigimizda
ne görüyoruz? Burada belirttigimiz sinirlamalar içinde birbirinden oldukça
farkli iki egilimi ayirdedebilecegimizi rahatlikla söyleyebiliriz. Bu
egilimlerden birinin en iyi temsilcisi Platon, digerinin ise birçoklarinin düsündügünün aksine olarak
Aristoteles degil, belki Empedokles, ama daha kesin olarak Demokritos’tur. Bu
egilimlerden birincisi ile kastettigimiz,, kesin ve bilinçli olarak duyulara,
duyusal gözlemlere karsi çikarak yerine salt akilci-dedüktif bir yöntemi koymak
isteyen bir bilgi ve bilim anlayisi, digeri ise bilgi ve bilimde aklin, akil yürütmelerin,
dedüksiyonun rolü ve degerini inkar etmemekle birlikte esas olarak duyusal
özlemlere, görünen dünyaya basvurulmasi gerektigini söyleyen bir bilgi ve
bilim anlayisidir. Bu anlayislarin herbirinin gerisinde de ona paralel bir
varlik anlayip ve bir bilgi kurami yatmaktadir. Platon’dan sonra bu birinci
guruba sokabilecegimiz diger filozoflar olarak Parmenides, Pythagoras, Sokrates
ve büyük bir ölçüde olmak üzere Aris- toteles’in adlarini verebiliriz. Ikinci
gruba sokabilecegimiz diger düsünürler ise basta Miletos okulu filozoflari
olmak üzere Iyonya tip okulunun temsilcileri (Hippokrates ve ögrencileri),
hakli olarak Miletos okulunun bir devami olarak kabul edilen sonraki Miletli
filozoflar (Hippon, Arkhelaos), sonra da çogulcu materyalistlerin diger önemli
temsilcisi Anaksagoras’tir.
Yunanlilarda
duyularla akil arasinda yapilan ilk ayrim ve duyularin aldaticiligi
üzerine ilk düsüncelerin ortaya çikisi hayli eski tarihlere gider. Bu ayrim ve
düsüncelerin sistemli ifadesini ilk kez Herakleitos-Parmenides zitliginda
buldugu görülmektedir. <<Nesnelerin Yaradilisi>> adli ünlü siirinde
Parmenides «Kullanma bakissiz gözü, uguldayan kulagi ve dili» der ve varliga
iliskin üzerinde tartistigi konuyu «logos»la, yani akilla karara baglamamiz
gerektigini belirtir. Bu temel düsüncesiyle tutarli ola- rak da duyularinin
kendisine gösterdigi sekildeki dünyayi, yani içinde hareket ve degismenin, olus ve yokolusun, çoklugun
bulundugu dünyayi reddeden salt akilsal-mantiksal bir varlik anlayisi, bir
evren tasarimi gelistirir. Asil var olan seyin ne oldugu ve ana niteligi
konusunda kendisiyle taban tabana zit düsüncelere sahip olmakla birlikte
Herakleitos da Parmenides’in bu duyular-akil ayrimini kabul eder ve onun
duyularin tümüyle yaniltici olduklari görüsünü benimser. Duyularimiz bize
evrende birtakim devamliliklar, degizmezlikler oldugunu göstermekteyse de
Herak- leitos onlara kesin olarak inanmamamiz gerektigini söyler. Akil ve
duyular arasinda yapilan bu ayrima ve duyulara yöneltilen bu elestirilere daha
sonraki filozoflarin hemen hemen hepsi belli ölçülerde katilirlar. Ancak bazi
duyularin aldaticiligini veya duyumlarin bazi durumlarda yanilticiligini kabul
etmekle tüm duyumlarin aldaticiligini ve bütün durumlarda geçersizliklerini
reddetmek arasinda çok önemli bir farklilik vardir ve bu farklilik Empedokles,
Anaksagoras ve Demokritos gibi filozoflarla Platon arasindaki temel ayriligi
olusturur. Gerçekten de gerek Herakleitos, gerekse Parmenides tarafindan
duyulara ve naiv duyumculuga yöneltilen elestiriyi bu sözünü ettigimiz
filozoflardan herbiri kendi payina hafifletmeye, düzeltmeye, bununla birlikte
bilgiye erisme konusunda duyularin kaçinilmazligini vurgulamaya ve onlari
yeniden degerli kilmaya çalisirlar. Duyularin kayitsiz- sartsiz ve sasmaz bir
biçimde dogruyu verdigini söylemeye cesaret etmemekle birlikte onlari toptan
reddetmenin ve onlar arasinda bir ayrim yapmamanin her türlü gerçek bilginin
yolunu kapamak anlamina gelecegini göstermeye çalisirlar. Empedokles,
<<Doga Üzerine>> adli siirinde Parmenides’e karsi <<Insanin
duyu organlarindan hiçbirine güvenini kismamasi gerektigi>>ni söyler.
Anaksagoras, görme duyusunun çok küçük varlik ve degismeleri bize vermedigini
belirtir. Bununla birlikte bunun için de yine duyusal bir gözleme basvurur.
Içlerinde kara ve ak boyalar bulunan iki kap alir. Bunlardan birini digerine
damla damla bosaltir ve gerçekte oldugu halde görme duyumuzun bu çok küçük
degismeyi bize veremedigine yine duyusal olarak isaret eder. Önüne tek boynuzlu
bir koç getirildiginde de ortada olaganüstü bir olayin olmadigini kanitlamak
üzere Anaksagoras a priori akil yürütmelerde bulunmaz; koçun boynuzunu
ve beynini açarak ortada sadece bir anomalinin bulundugunu gösterir. Bu konuda
en derli toplu kurami Demokritos gelistirir. Varliklarin nesnel ve öznel, birinci
ve ikinci dereceden nitelikleri arasinda bir ayrim yapan Demokritos, buna
paralel olarak duyular arasinda da bir ayrim yapar. Demokritos’a göre atomlarin
büyüklük, biçim gibi nitelikleri bizzat kendilerinde vardir. Buna karsilik
renk, ses, koku, sicaklik sogukluk gibi nitelikleri algilayan varliktan ileri
gelirler. O halde dogruyu verme açisindan da görme, tatma, koklama, isitme
duyulari ile dokunma duyusu arasinda bir ayrim yapmak gerekir. Demokritos
duyularla akil arasinda da ayrim yapar ve atomlarin salt duyularla
algilanabilen varliklar olmadigini bilir, Bununla birlikte atomlarin var olmasi
gerektigi düsüncesine duyusal gözlemlerle gözlemledigi varliklar ve olaylardan
hareketle vardigi gibi, atomcu kuramdan çikan sonuçlarin yine duyusal gözlemler
araciligiyla dogrulanmasi gerektigini hisseder. Daha sonralari Epikuros tarafindan da
tekrarlanacak olan çok önemli bir düsünceyi ortaya atarak, duyularin bazisinin
dogruyu ver- medigini gösteren seyin yine diger bir duyu organi veya duyum
olayi oldugunu belirtir. Bütün duyulardan güvenini çekecek bir davranisin,
buldugu seyin gerçekten dogru olup olmadigini anlayamama tehlikesiyle karsi
karsiya kalacagina isaret eder. Demokritos’ta duyular akla söyle der: «Zavalli
akil, delillerini bizden alip bizi yere vurmak mi istiyorsun? Bizi yere vurman,
senin yere yikilman olacaktir». Diogenes Laertius tarafindan toplanan
vecizelerinden birinde Epikuros bu ayni düsünceyi devam ettire- rek söyle der:
<<Eger bütün duyumlara karsi çikarsan, yanlis oldugunu düsündügün duyumlarini
ayirman için elinde bir dayanak noktasi olamaz>>.
Duyusal
dünya ile akilsal dünya, Idealler dünyasi arasinda bir ayrim yapan ve onlari
birbirinin ziddi niteliklere sahip iki ayri alan olarak alan Platon, bu
varlikbilimsel kurama uygun olarak duyularla akil arasinda köktenci bir ayrim
yapar ve duyularin herhangi bir biçimde bir bilgi degerine sahip
olabilecekileri görüsüne bütün gücü ile karsi çikar. Nasil beden ruh için bir
zindansa ve ruhun kendi özüne, yani kurtulusa erismesi, bedenden ve bedensel
olan herseyden kurtulmasina bagliysa duyular da akil için bir yardimci olmak
söyle dursun, bir engeldir. O halde bilim veya felsefe, duyulardan, duyusal
gözlemlerden, deneyden hareket ederek varligi anlamanin tersine, salt akilsal
kavramlardan hareketle evreni kurmaktan ibaret, olmak zorundadir. Aklin salt
kendi alani içinde kalarak kendi olanaklari ile gerçegi kurmasinin en iyi bir
örnegi matematik veya daha iyisi geometridir. Buradan hareketle Platon
Akademi’nin kapisina «geometri bilmeyen buraya giremez» yazisini yazdirir.
Platon’un
bilim veya her türlü dogru bilgi hakkindaki bu dedüktif-a priori’ci anlayisini
Menon, Phaidon, Parmenides gibi birçok diyalogunda görmek olanaklidir. Ancak
olgunluk dönemine ait, olan bir diyalogunda, yani <<Devlet>>te
bu anlayis en
çarpici bir biçimde ortaya çikar. Bu ünlü yapitinda Platon çesitli konular
arasinda dogal olarak ideal devletinde yöneticilere nasil bir bilim ve egitim programi uygulanacagi
sorununa deginir. Burada gözümüze çarpan çok önemli bir nokta duyusal
gözlemlere dayanan doga bilimlerinin hiçbirine bu programda bir yer
verdirilmemis olmasidir.
Filozof devlet adamina yarasir bilgiler, o da her türlü somut, pratik uygulama
olanaklari disarda tutulmak kosuluyla, aritmetik, geometri, astronomi ve müzik
alanlarina ait olacaktir. Burada astronomi ile ilgili düsünceleri Platon’un bu
a priori’ci bilim anlayisinin ne kadar derinlere gittigini göstermesi
bakimindan özellikle üzerinde durmayi gerektirir niteliktedir. Dogal olarak
bugün biz astronomiden gök cisimlerinin gözlemlenen hareketlerini ele alan ve
bu hareketlerin yasalarini ortaya çikarmaya çalisan bir bilimi anlariz. Platon
zamanina gelinceye kadar da o, genel olarak böyle anlasilmaktaydi. Platon ise
böyle bir astronomiye tamamen karsidir. Platon’a göre <<incelemek
istedigimiz görülen bir sey oldu mu, gerçek bilgiye varmamiz olanaksizdir.
Çünkü bilimin konusu görülen sey degildir>>. Gerçi gök yüzünde
<<görülen yildizlar, bu dünyanin en güzel, en düzenli seyleridir.>>
Ancak bu gözlemlenen yildizlar <<gerçek>> yildizlarin, yani akilla
kavranan yildizlarin yaninda sönük kalirlar. Dolayisiyla bu ikinci tür
yildizlar «gözümüzle degil, akil ve düsünce yolu ile kavranirlar». O halde
astronomi ne yapmalidir? Platon’a göre nasil gerçek bilim görünen varliklarla
degil, bu varliklarin birer kopyalari olduklari Idealarla ilgilenmek
durumundaysa, gerçek astronomi de görünen, gözlemlenen yildizlarla ve bu
yildizlarin hareketleriyle degil, bu yildizlar ve hareketlerinin birer örnegi
olduklari gerçek <<ideal>> yildizlar ve <<ideal>>
hareketlerle ilgilenmek zorundadir. O halde <<gerçek>> astronomi
yildizlarin nasil olduklari, nasil hareket ettikleri, nasil döndüklerini degil,
nasil olmalari, nasil hareket etmeleri, nasil dönmeleri gerektigini ele
alacaktir. Böylece astronomi, ilk bakista tahmin edebilecegimiz gibi,
matematikten yararlanan bir doga bilimi olmayacak, bizzat matematigin, daha
dogrusu geometrinin bir kolu olacaktir.
Görüldügü
gibi bu bizim bugün anladigimiz anlamda bir astronomi degildir. Bu bugün bizim
bilimden anladigimiz anlamda bir bilim de degildir. Eger deyim yerindeyse bu
astronominin bilimi degil, <<siiri>>dir. Platon gerek özel olarak
astronominin, gerekse daha genel olarak bilimin bizzat kendisinde, yapisinda
gerçeklestirmek istedigi bu kökten degisikligin son derece bilincindedir.
Nitekim bu sözünü ettigimiz pasajda astronominin yapisinda gerçeklestirmek
istedigi bu degisikligin tüm öteki bilim dal- larinda da gerçeklestirilmesi
gerektigini, onlarin da ancak bu kosullarla
<<yararli>>, yani gerçek anlaminda bilimsel birer bilim
olabileceklerini belirtir.
Platon’un
bilim ve bilimsel yöntem hakkindaki bu anlayisinin öncüleri Parmenides ve belli
ölçüde Pythagoras, izleyicisi ise yine belli bir ölçüde olmak üzere Aristoteles
olmustur. Yukarda isaret ettigimiz üzere Parmenides, Yunan dünyasinda salt
mantiksal bir varlik anlayisinin ilk bilinçli temsilcisi ve sözcüsüdür. O,
duyularin aldaticiligindan hareketle aklin salt kendi kavram ve ilkelerine
dayanan bir evren tasarimi gelistirmistir. Gözlemlenen dünyada nesnelerin
hareketleri, olaylari, birbirinden çikislari Parmenides ve daha sonra onun
ögrencisi ve izleyicisi olan Zenon için akilsal açiklamasi verilemiyecek bir
seydir, Varlik eger varsa – ki vardir – Parmenides’e göre aklin talep ettigi
ilke ve gerekirliklere uygun olmalidir. Yani öncesiz-sonrasiz, hareketsiz,
birlikli, tikiz bir doluluk olmalidir. Böyle bir varligin kaynagi, o halde,
salt akil ve onun a priori kurgulamalaridir.
Yine
bilindigi üzere Yunanlilarda evrenin ilkelerinin sayilarda aranmasi gerektigini
ilk kez söyleyenler Pythagoras ve Pythagorasçilar olmustur. Onlar bu
görüsleriyle tutarli olarak sayilarla ilgili bilimleri, yani matematik,
astronomi ve müzigi de özel bir ilgiyle islemislerdir. Pythagorasçilarin
evrenin ilkelerinin sayilarda bulundugu görüsü, evrenin dilinin matematik
oldugu ve doga yasalarini ortaya çikarmak üzere matematige basvurmamiz
gerektigi seklinde anlasilabilir. Nitekim Yeni Çaglarin basinda Bati
düsüncesinde bu anlayis ortaya çikmis ve doga bilimlerinin gelismesinde çok önemli bir rol
oynamistir. Eddington, <<evrenin büyük mimarinin sadece matematikçi
oldugu gittikçe daha iyi anlasiliyor>> derken bu görüs, uzun yüzyillar
sonra çagdas bir
bilgin açisindan en iyi bir biçimde dile getirmektedir, Ne var ki gerek
Pythagorasçilar, gerekse onlarin bu konudaki en ünlü izleyicisi olan Platon onu
böyle saglikli bir biçimde anlamamaktaydilar. Onlar çogu kez hakli olarak «sayi
mistisizmi» diye ni- telendirilen salt matematik kurgulamalar veya fantazilerle
mesgul olmakta, bu kurgulamalarin gerçek dünyayi açiklamak bakimindan bir
degeri olup olmadigini anlamak üzere herhangi bir gözlem veya dogrulama
islemine gitmemektedirler. Aristoteles, Pythagorasçilarin temelinde sayi
mistisizmi bulunan astronomileriyle ilgili olarak çok ilginç bir elestiri yapar
ve onlarin astronomik gözlemlerin varligina taniklik etmedikleri bazi göksel
var- liklari, örnegin merkezi ates ve <<karsi-yer>>i kabulleri ile
ilgili olarak sunlari söyler: Bu okul, evrenin ortasinda merkezi bir atesin
bulundugunu, yeryüzünün ise yildizlardan biri olarak bu ortanin çevresinde
döndügünü, böylece gece ile gündüzü meydana getirdigini söylüyor, Bundan baska
onlar ikinci bir yeryüzü kabul ediyorlar. Ötekinin karsisindaki bu yeryüzüne
<<karsi-yer>> diyorlar. Bunu yaparken görüntülere uygun olarak
kendi düsüncelerini ortaya koyup nedenleri arastirmiyorlar. Tersine
kendilerinin birtakim düsünce ve kanaatlerine görüntüleri uydurmaya
çalisiyorlar.
Gerek
Bati, gerekse Dogu Islam kültüründe dogurmus olduklari etkilerinin çok büyük
olmasindan ötür Platon ve Aristoteles Yunan dünyasinin en büyük filozoflari
olarak kabul edilirler ve gerek varlik kuramlari, gerekse bilgi ögretileri
bakimindan birbirinden farkli iki gelenegin baslaticisi olarak görülürler. Buna
göre Platon saf idealizmin ve dedüktif bilgi kuraminin temsilcisidir.
Aristoteles ise realizmin ve akilci ampirizmin sözcüsüdür.
Gerçekten
de Platon ve Aristoteles’in gerek varlik, gerekse bilgi kuramlari ve bilim
anlayislari bakimmdan birbirlerinden belli farkliliklar gösterdikleri
görülmektedir. Platon duyusal evrenle akilsal evren arasinda bir ayrim
yapmakta, asil var olanin akilsal kavramlar, idealar oldugunu söylemekte, bilgi
anlayisinda ise Idealara yönelen a priori kurgulamalarin temsilcisi olarak
karsimiza çikmaktadir. Buna karsilik Aristoteles duyusal evrenle akilsal evreni
birlestirmekte, bilimin konusunun gözlemlenen dünya oldugunu söylemekte ve
dolayisiyla bilimle ilgili olarak empirik bir yöntemin uygulanmasini önerir
gibi görünmektedir. Gerek psikolojisinde, gerekse ahlak ve siyaset alanlarina
ait düsüncelerinde de Aristoteles Platon’a göre daha realist, daha empirist bir
filozof olarak karsimiza çikmakta, en önemlisi Platon’dan farkli olarak doga
bilimlerinde, yani biyoloji, zooloji, botanik v.b, gibi alanlarrdan çesitli
deneysel arastirmalarin sahibi olarak kendini takdim etmektedir.
Ancak Aristotales’in doga
incelemelerine iliskin deneysel arastirmalari hakkinda ciddi bazi kuskular
ileri sürüldügü gibi, varlik ve bilgi kuramlarinin daha yakindan incelenmesi,
onun Platon’a çok derinden bagli oldugunu göstermektedir.
Yukarda
Idealar evrenini duyusal evrenden ayiran Platon’un tersine olarak
Aristoteles’in bu iki evreni birlestirdigine ve bilime konu olarak bu görünen
dünyayi verdirdigini söyledik. Ancak bu birlestirmede Platon’cu ögenin bütün
agirligini korudugu anlasilmaktadir. Bunu Aristoteles’in metafiziginin temel
kavramlari olan madde-form ikilisini inceledigimizde açikca görmekteyiz.
Platon’da asil var olan Idealardir. Maddi dünya veya madde, bir gerçeklik degil, görüntü, daha
dogrusu bir <<hiçlik>>tir. Aristoteles asil var olanin ne oldugu
konusunda mütereddittir. Bazan madde ve formdan meydana gelen bireysel
varliklari asil var olan olarak kabul eder. Buna karsilik baska yerlerde gerçek
varliklarin formlar ol- dugunu savunur. Bu ikinci görüsün asil benimsedigi
görüs oldugu,
madde ve form kavramlarinin birbirleriyle iliskilerinden ortaya çikar:
Aristoteles zaman zaman maddenin de var oldugu, maddesiz bir formun (Tanri
hariç) var olmadigini söyler. Ancak madde nedir? Aristoteles’te madde bir
«imkan»dir (kuvve). Buna karsilik form, <<gerçeklik>>tir (fiil).
Aristoteles, madde ile formun birbirlerine çözülmez baglarla bagli olduklarini
söyler. Ancak madde, form kendisinden ne yapacaksa o seydir. Bundan çikan
sonuç, maddenin madde olarak asla var olmadigi, ancak forma göre bir
<<imkan>> olarak var oldugudur. Ancak evrende <<imkan>>, hiçbir
zaman <<imkan olarak>> var olamaz. Çünkü var olan,
<<gerçeklesmis>>olandir. O halde gerçekte var olan, madde degildir,
ancak ve ancak formdur. Madde, bizim varligi ele alisimizda tasarladi- gimiz,
yani ancak zihnmizde var olan bir kavramdir. Böylece Aristoteles son çözümde
Platon’un varlik ve gerçeklik anlayisini paylasmak durumundadir.
Kendi
payina asil var olani Parmenides gibi tasarlayan Platon, var olanin, yani
Ideanin, öncesiz-sonrasiz, hareketsiz, degismez v.b. bir varlik oldugunu söyler, Asil var olana herhangi bir anlamda yokluk
karisamiyacagina göre Idealar «olus»a tabi degildir; çünkü <<olan>>
bir sey, var degildir.
Yunan
dünyasinda olusun filozofu oldugunu iddia eden Aristoteles’te Idealarin yerini
formlar tutar. Ancak bu formlar da Idealarin tüm özelliklerine sahiptirler.
Yani onlar da degismezler, hareketsizdirler, olus ve yokolus içinde degildirler.
Örnejin insan olmaklik formunun daha az insan olmakliktan daha çok insan
olmakliga dogru bir gidisi, bir olusu söz konusu olamaz. Bir insan digerinden
daha az veya daha çok «insan» da olamaz. O halde olus, degisme formda degildir.
Peki nerededir? Formda olmadigina göre onun maddede olmasi gerekir. Ancak
madde, yukarda belirtigimiz gibi gerçekte var degildir. Onun maddeden, forma
dogru gidiste oldugu söylenebilir. Ancak bu da onun var olmayan bir seyden var
olan bir seye dogru gidiste oldugunu söylemekle ayni anlama gelecektir. Bundan
ötürü Aristotales’te de gerçek anlamda bir hareketin, olusun oldugu söylenemez.
Bu bakimdan da o, ne derse desin, Platon’un görüslerine derinden baglidir.
Varlik
kuraminda kendini gösteren bu derinden baglilik, bilgi kuraminda kendini
göstermemezlik edemez. Yukarda isaret ettigimiz gibi Platon’un dedüktif akil
yürütmeye önem verdigi, bunun en iyi bir örnegi olarak geometriyi önerdigi,
buna karsilik Aristoteles’in duyusal evrendeki duyusal formlari kavramak istedigi,
dolayisiyla daha çok gözlem ve deneye agirlik veren bir yöntemi uyguladigi
genellikle kabul edilir. Ancak aslinda Aristoteles’in bilim yöntemi de temelde
dedüktif akil yürütmelere daya- nan bir yöntemdir, Aristoteles’in klasik
mantigin kurucusu oldugu bilinir. Bu mantik ise bilindigi üzere dedüktif akil
yürütmelere dayanan bir dedüksiyon mantigidir. Aristoteles, matematik yerine
tümevarim yöntemini koymamistir. Kiyaslara dayanan apodiktik akil yürütmeleri
koymustur. Bilim, Aristoteles’te dogru ve zorunlu öncüllere dayanilarak
olusturulan apodiktik kiyaslarin sonuç önermelerinde bulunur. Aristoteles,
çagdas doga
bilimlerinin temelinde olan tümevarimi bilmez, daha dogrusu onu ya tam sayima
indirger veya analojik akil yürütme yerine kullanir. Ayrica o, tümevarima önem
de vermez. Bunun nedeni, zihninin gerisindeki bilimsel bilgi anlayisidir.
Aristoteles’e göre bilimsel bilgi, kanitlanmis bilgidir. Kanitlama, Aristoteles için, dogrulama, yani
bizim bugün anladigimiz anlamda varsayimlarin dis dünyadaki olaylara uyup
uymadigini deneysel olarak saptama ile ayni sey degildir. Kanitlama,
zihinsel-mantiksal bir islemdir. Bir önermenin kanitlanmasi, Sokrates’in de bir
insan oldugunun kanitlanmasi klasik örneginde oldugu gibi kendisine dayanilan
iki öncül gerektirir ve o, bu öncüllerle sonuç arasindaki dogru, yani
mantiksal-zorunlu bir iliskiden ibarettir. Ancak bu, öncül olarak alinan
önermelerin kendilerinin ne durumda olduklari sorununu gündeme getirir. Sözü
edilen sonucun bilimsel olabilmesi, bu öncüllerin kendilerinin de dogruluklari
kanitlanmis önermeler olmalarini gerektirir ve böylece Aristoteles’te
kanitlanmis önermeleri arastirma yönünde geriye dogru bir islem baslar. Ancak
bu geriye dogru gidiste sonsuza kadar gidilemeyecegi için bir yandan dogrulugu
kanitlanmamis aksiyonlara,
öbür yandan ampirik görülere dayanan ilkel önermelere ihtiyaç olacaktir. Gerek
Aristoteles, gerekse bizim için bugün önemli olan asil bu ilkel ampirik
önermelerin nasil elde edilebilecegidir. Ancak Aristoteles de özellikle bu
konuda suskundur.
Aristoteles,
formlari arastirmaya önem verir. Ancak bu formlari nasil arastiracagimiza,
yakalayacagimiza iliskin güvenilir bir yöntemin sahibi olmadigi için son
çözümde basvurdugu sey, herhangi bir empirik yöntem degil, önyargilaridir;
kisaca Platon’da oldugu gibi yine kurgusal birtakim kabuller ve bunlara
dayanilarak çikarilan sonuçlardir. Iste gözlem veya deneyler veya empirik
yöntem degil, bu kurgusal akil yürütmeler ve önyargilardir ki Aristoteles’i
dünyanin evrenin merkezi olduguna, çünkü evrenin merkezi olmasi gerektigine,
gök cisimlerinin dairesel hareketler yaptigina, çünkü dairesel hareketler
yapmalari gerektigine, boslugun olmadigina, çünkü mantiksal olarak boslugun
olmasinin olanaksiz oldugu görüsüne iter. Bu a priori yöntem
sayesindedir ki Aristoteles bir cismin sol tarafinin sag tarafindan daha soguk
oldugunu, sogukla sicak, agirla hafif, dogal hareketle zorla hareket arasinda
mutlak bir farklilik oldugunu kesfeder. Bu a priori kurgulamalara dayanarak
Aristoteles ay-alti alemiyle ay-üstü alemi arasinda mutlak bir ayrim yapar;
ay-alti alemine dört unsu- ru ve olus ve yokolusu, ay-üstü alemine eteri ve mutlak mükemmelligi
koyar. Yine bu a priori yöntem sayesindedir ki o, kaç türlü hayvan olmasi ve
hayvanlarin hangi organlara sahip olmalari gerektigini kesfeder. Kalbin,
düsüncenin merkezi oldugunu gösterir, solunumun kani sogutmaya yaradigini,
karin donmus su
olmadigini kanitlar(!).
Bilimi
olanakli kilan ögeler arasinda en önemlilerinden biri, bilimsel yöntem yaninda
bilimsel zihniyettir. Bilimsel zihniyet, evrene bilimsel bir bakisi, evrenin
bilimin konusu olacak düzenliliklere sahip bir yapi oldugu yönünde genel bir
anlayis içine alir. Yunan’da Homeros’un çok-tanrici dünyasindan Iyonya
fizikçilerine giden zaman süreci içinde bu alanda büyük bir gelismenin
gerçeklestigi görülmektedir. Homeros’un çok-tanriciligi evrene dogaüstü
birtakim güçlerin sürekli müdahalesi ve kaprislerini yerlestirerek onda bilimin
konusu alabilecek degismezlik ve diizenliliklerin arastirilmasini olanaksiz
kilmaktaydi. Ilk Yunan filozofla- rinda tanrisal kapris ve müdahalelerin hemen
hemen hiç ise ka- ristirilmamasi yönünde bir egilimin yaninda evrende birtakim
yasalarin hüküm sürdügüne iliskin belli bir anlayis egemen olmaya baslar.
Anaksimandros, ana ilkesi Apeiron’undan seylerin nasil meydana geldigine
iliskin bir açiklama vermek üzere ortaya çiktiginda bunu belli bir
yasaya baglama ihtiyacini duyar ve henüz belli bir ölçüde mitolojik bir
karakterde olmakla birlikte böyle bir yasa ortaya atar: Evrende her nesneye ve
her varliga belli bir yasama süresi veya olçüsü ayrilmistir. Bizim doga yasasi
anlayisimiza en fazla yaklasan bir görüsü de ilk kez Herakleitos ortaya atar:
Ana ilke olan atesten diger varliklarin meydana gelisi ve tekrar ona
dönüslerini, genel olarak olusu düzenleyen simsIkI bir yasa vardir. Bu
logos’tur. Ancak Popper’in yerinde olarak belirttigi gibi Herskleitos’un bu
yasasi da hala büyülüdür. O, mantik açisindan Anaksimandros’un kara güçleri ile
bir sonraki asamada Leukippos ve Demokritos tarafindan savunulacak olan doga
yasasi kavrami sirasinda bir yerde durmaktadir. Hala tam olarak
mitolojik-dinsel kiliktan kurtulamamistir. Ve Herakleitos bugün bizim
anladigimiz anlamda soyut doga yasalari ile yaptirima dayanan toplumsal yasalar
arasinda tam bir ayrim yapmaz. Bugün anladigimiz anlamdaki yasa fikrini ilk kez
çok bilinçli ve hemen hemen tam bir biçimde ortaya atan Demokritos’tur.
Var
olan seylerin atomlar, bosluk ve bu boslukta atomlarin hareketleri oldugunu
ileri süren Demokritos, doga yasalarinin öncesiz bir zamandan beri atomlarm bu
boslukta mekanik bir biçimde birbirlerine çarpmalarindan ve bunlardan dogan
olusumlardan ibaret oldugunu söylemistir. Arkasindan bir cezalandirma, bir
yaptirim fikrini sürükleyen toplum yasalariyla dogal yasalar arasinda kesin bir
ayrim yapan Demokritos, bu ikincilerin simsIkI bir biçimde belirlenmis olan bir
evrende mekanik nedensellikler sonucu ortaya çiktigini söylemistir.
Demokritos’a göre ister cansiz, isterse canli doga söz konusu olsun,
varliklarin yapi ve olusumlarinda ne rastlantinin, ne de erekselligin yeri
vardir. Hersey, atomlarin sahip olduklari iç ve özniteliklerinden ötürü tam bir zorunluluk altinda,
mekanik yasalara uygun olarak ortaya çikar.
Bu
yasa, nedensellik ve determinizm kavramlari çagdas doga bilimlerinin temelinde
bulunan yasa, nedensellik ve determinizm kavramlarinin hemen hemen aynidir.
Bununla birlikte ne yazik ki bu fikirler Yunan dünyasinda daha da açikliga
kavusturularak ileri götürülmeyecekler; doga arastirmalarina uygulanmalari
suretiyle kendilerinden beklenilecek olumlu sonuçlari vermeyeceklerdir. Bunun
nedeni onlarin Atina Okulunun kurucusu diye adlandirabilecegimiz Sokrates’te
karsilastiklari çok ciddi ve köklü muhalefettir.
SIk
sIk isaret edildigi üzere Sokrates Iyonya filozoflari tarzinda bir doga
arastirmacisi degildir. Onun ana ilgi ve kaygilarinin ahlak ve insanla ilgili
sorunlar etrafinda döndügü bilinmektedir. Bununla birlikte Sokrates’in Iyonya
Okulunun çalismalarindan haberdar olmamasi düsünülemez. Platon, Sokrates’in
ölümünden önce ögrencileri ile ölüm, ölümden sonra insani bekleyen kader, ruhun
ölümsüzlügü üzerine konusmalarini anlatan ve son derece agir bir dinsel
atmosfer tasiyan ünlü diyalogu Phaidon’da Sokrates’in doga arastirmalari
alanindaki ilginç bir yaklasimindan söz eder. Öncelikle Sokrates’in, ancak daha
önemlisi burada Sokrates’i konusturan Platon’un kendisinin doga arastirmalari
alanindaki temel görüsünü, daha genel olarak tüm Atina okulunun evrene genel
yaklasimini yansitmasi bakimindan bu pasaj son derece önemlidir ve hakli olarak
sIk sIk üzerinde, durulmustur.
Bu
pasajdan anlasildigina göre eskiden gençliginde bir ara Sokrates de fizik
incelemeleriyle ilgilenmistir. Bu arada eline Anaksagoras’in yazilari geçmis ve
onun evrenin varliga getirilisini akilli bir varliga, Nous’a mal ettigini
görmüstür. Her seye düzen verenin ve her seyin nedeninin <<zihin>>
oldugu yönündeki bu fikre vurulmustur. Bunun üzerine çok heyecanlanmis ve Anak- sagoras’in her
var olan seyin nedenini bu ilkesiyle açiklayabilecegini ummustur. Sokrates’in
bekledigi, Anaksagoras’in örnegin dünya eger bir tepsi biçimindeyse, bunun onun
için en iyi bir sekil olmasindan ötürü böyle oldugunu, eger evrenin
merkezindeyse, bunun da onun için en iyi olmasindan ötürü böyle oldugunu
kendisine anlatmasidir. Sokrates günes, ay ve öteki yildizlar, on- larin
kürelerinin hizlari, yön degistirmeleri hakkinda da bu ayni tür açiklamayi
beklemektedir. Istedigi, herseyin akilli, bilinçli, amaç güden bir varlik
tarafindan yapildigi ve düzenlendiginin gösterilmesidir. Bu kendisine
gosterildigi takdirde o, baska bir «neden» aramak ihtiyacini duymayacaktir.
Ancak
Sokrates’in bu umudu uzun sürmez. Çünkü arastirmasini sürdürdügünde
Anaksagoras’in herseyi «dogal» nedenlere baglayan bir açiklama modeli
getirdigini görür. Çünkü Anaksagoras seylerin varligini, biçimlerini,
olusumlarini açiklamakta bu Nous’u, yani Akil veya Zihin’i hiç kullanmamakta,
nesnelerin düzenini Sokrates’in deyimiyle <<gerçek>> nedenlere
baglayacak yerde <<havadan, sudan, eterden ve daha bir sürü birbirini tutmaz
seylerden söz açmakta ve bunlari neden olarak göstermektedir>>. Bu
açiklama Sokrates’e çok aykiri gelir. Ona göre bu, su anda kendisinin içinde
bulundugu durumunu, yani hapiste olusunu, ken- di özgür iradesi ve bilinci ile
kendisinin seçmis ve gerçeklestirmis oldugunu kabul etmek yerine, dis nedenlere, anatomi ve
fizyoloji olaylarina, su anda kaslarinin, kemiklerinin durumuna dayanarak
açiklamaya çalismakla ayni anlama gelir. Oysa kendisinin su anda hapiste
bulunusunun nedeni kaslarinin, kemiklerinin, liflerinin su veya bu durumda
bulunmasi degildir (bunlar, sonuçtur); kendi özgür iradesi ile almis oldugu bir
karardir. Bu da Atina mahkemesinin yargilarina, Atina’nin yasalarina saygili
olarak ölümü bekleme kararidir. Bundan dolayi bu birinci, yani <<dogal>> nedenlere, neden
adini vermek, Sokrates’e göre «sapikligin son haddi» olacaktir. Biraz daha
sonra Sokrates bu sapikligin son haddine erisen kisilerle kimleri kastettigini,
ad vermeksizin gayet açik bir biçimde ortaya koyar: Bunlar, Iyonya filozoflaridir.
Bu Iyonya filozoflarindan veya fizikçilerinden biri, Sokrates’e göre, dünyayi
kasirga ile sararak, onu oldugu yerde, gökte tutturmaktadir. Bir baskasi onu
temeli ve destegi hava olan genis bir ha- mur teknesi olarak anlamaktadir. Bu filozoflar,
nesnelerin olanakli oldugu kadar iyi bir durumda olmasinin nedeni olan kudreti
aramamakta ve tanimamaktadirlar. Oysa Sokrates’e göre böyle bir kudret,
tanrisal bir kudret vardir. Nesneleri birbirlerine baglayan ve tutan iyilik ve
gerekliliktir.
Sokrates’in
bu sözlerinden birkaç önemli sonuç çikmaktadir: Sokrates, Iyonya filozoflarinin
doga arastirmalarina ve bu arastirmalarinda kendisinden hareket ettikleri ana
yaklasimlarina karsidir. Bu yaklasim, seyleri dogal nedenlerle açiklama
yönündeki bir yaklasimdir. Buna karsilik Sokrates seylerin ve olaylarin,
kendisinin hapiste bulunusu olayinin açiklanmasi türünden açiklamalari
gerektirdigi görüsündedir. Hapiste bulunusunun nedeni, kendisini yargilayan
yargiçlarin verdikleri bilinçli ve iradi kararlari, kendisinin de kaçmayi
reddederek iradi ve bilinçli bir bi- çimde ölümü göze alma kararidir, Bunun da
nedeni, daha derinlerde, <<iyi>> hakkindaki anlayisidir. O halde
evrendeki tüm varliklar ve olaylar, bu biçimde bilinçli ve iradi,
<<iyi>>yi gözeten ve hersey için iyi olani gerçeklestiren tanrisal
bir kudretin amaçli eylemleri olarak açiklanmalidir. Kisaca Iyonya
fizikçilerinin dogal mekanik nedenselliklere dayanan açiklama modelleri
terkedilerek onun yerine erekçi bir açiklama modeli egemen kilinmalidr.
Kendisi
bir doga bilgini olmamakla birlikte Sokrates, doga bilimlerine Yeni çaglarin
baslarina kadar varligini sürdürecek olan bu teleolojik açiklama yöntemini
verdirecektir. Doga olaylarina bu yaklasim tarzi, doga yasalarini bu açiklama
biçimi bu erekçi nedensellik ve determinizm anlayisi Platon tarafindan da aynen
kabul edilecek, Aristoteles’te ise en mükemmel biçimini alacaktir. Platon ve
Aristoteles arasinda bu konudaki en önemli fark, belki sadece bu birincinin
erekçiligin ilkesini, yani Tanri veya Demiurgos’u evrenin disina yerlestirmesi,
ikincinin ise bu ilkeyi doganin içine sokarak bir panteizme gitmesinden ibaret
olacaktir.
Aristoteles’in
doga bilimi anlayisi, esasta, evrendeki varliklari ve olaylari, bu
varliklarin erekleri ve olaylarin
hedefleri ile açiklamaya dayanir. Aristoteles’te görmeyi açiklayan göz
degildir; gözü açiklayan görmedir. Balta, kesmeyi açiklamaz; kesme, baltayi açiklar. Bu anlayis ise
hakli olarak isaret edildigi gibi, Aristoteles’i tamamen sözel birtakim
açiklamalara götürür. Taslarin niçin düstügü, bazi insanlarin niçin köle
olduklari sorularina verilecek cevap, Aristoteles’te, dogalarindan ötürü böyle
olduklaridir. Bernal’in da belirttigi gibi aslinda burada <<Tanri’nin
emri böyledir>> dense de pek farkli olmazdi. Ama bu cevap Aris-
toteles’ten çok Platon’un cevabidir. Aristoteles’in açiklamalari bu anlamda
biraz daha bilimsel bir hava tasir.
Somut
bilimsel basarilar, bilimsel yöntem ve bilimsel zihniyet açilarindan yaptigimiz
bu küçük inceleme bize neyi göstermektedir? Hemen hemen tüm bu alanlarda Atina
felsefesinin Sokrates-öncesi felsefeye kiyasla herhangi bir ilerleme
olusturmadigini. Atina felsefesinin ne çaginin bilimsel sonuçlarini dikkate
almasi, ne de bilimin gelecekteki gelismelerine açik olmasi veya onlara yol
göstermesi anlaminda Sokrates-öncesi felsefeye oranla bir ilerlemeyi temsil
etmedigini, hatta bunun tersine bir geriye gidis
hareketi olarak ele alinabilecegini görüyoruz.
Yine açikca gördügümüz üzere Atina felsefesi bilimsel bir felsefeye iliskin
olarak Iyonya Okulunda temelleri atilmis olan bazi önemli düsünceleri gelistirmeye çalismamis tam
tersine var gücüyle onlara karsi çikarak aslinda yeni bir kilik altinda eski
mitolojik-dinsel anlayislari muzaffer kilmaya çalismistir. Bundan dolayidir ki
Yeni Çaglarin baslangiçlarinda Bati’da gerek bilim, gerekse bilimsel bir
felsefe alaninda gerçeklestirilen bütün devrimler ancak Atina okulunun ortaya
attigi tüm anlayislarin yikilmasi ve Iyonya felsefesinin temel tezlerine geri
dönülmesi sayesinde olanakli olabilmistir. Bu bakimdan Farrington’un da isaret
ettigi gibi insanlik düsünce tarihini su biçimde üç devreye ayirabiliriz: 1)
Evrenin dogal bir bilgisinin olanaklarinin ortaya çiktigi ve bu bilginin
elde edilmesinin kosullarinin ana hatlariyla belirlendigi devre, yani Sokrates-öncesi
Yunan felsefesi ve bilimi devresi, 2) Bu bilginin önce kaybedildigi, sonra
yavas yavas
yeniden kazanildigi devre, yani Sokrates’ten Galile’ye kadar olan devre, 3) ve
nihayet Sokrates’le Galile arasindaki iki bin yillik boslugun kapatilarak yeniden
Iyonya fiziginin ve felsefesinin ana tezleri ve sonuçlarinin canlandirildigi
çagdas devre.
Bu
son devrenin bilimde ve felsefede temel anlayis
ve ilkelerinin neler oldugunu kisaca gözden
geçirirsek, onun ilk devreye neler borçlu oldugunu ve aradaki boslugu
atlayarak yeniden Iyonya bilimi ve felsefesine nasil baglandigini açik bir
biçimde görebiliriz.
Yeni
Çag’in Bati felsefesi ve biliminin temel görüslerinden biri evrenin sonsuzlugu
ve her tarafinda ayni yapida olup, ayni yasalar tarafindan yönetildigi
görüsüdür. Evrenin sonsuzlugu görüsü, G. Bruno’nun en çok tepki yaratan ve
Kilise tarafindan yakilarak öldürülmesine neden olan temel tezlerinden biridir.
Evrenin her tarafindan ayni yapida oldugu ve ayni yasalar tarafindan
yönetildigi görüsü de Galile’de en yetkili temsilci ve sözcüsünü bulur ve
Descartes basta olmak üzere Hobbes, Spinoza v.b. gibi diger ünlü filozoflar
tarafindan savunulur, Yeni Çagda da ilk kez bu görüsleri savunanlar
karsilarinda en güçlü otoriteler olarak Platon ve Aristoteles’i bulacaklardir.
Çünkü gerek Platon, gerekse Aristoteles üzerinde yasadigimiz dünya ile gök
cisimleri ve göksel alem arasinda temel bir ayrim yapmislar ve
Aristoteles evrenin sonlu oldugunu her türlü delillerle kanitlamaya
çalismistir. Daha önce isaret ettigimiz gibi gerek Platon, gerekse
Aristoteles’e göre yer ve gök cisimleri gerek yapilari, gerekse hareketleri
bakimindan birbirlerinden tamamen ayri özelliklere sahiptirler. Içerdigi bütün
dinsel ve diger alanlara ait uzantilari ile birlikte bu Platon-Aristotelesçi
fizik veya metafizik, Iyonya doga filozoflarinin kesinlikle karsi çiktiklari
eski, arkaik-mitolojik bir anlayisin ürünüdür. Thales, Anaksimandros,
Anaksimenes’ten Ansksagoras ve Demokritos’a kadar bütün Iyonya filozoflari
varligin tümünü ayni maddeden türetirler, seyleri ayni yasalara tabi kilarlar
ve evrende bu türden farkli alanlar ayrimi yapmazlar. Burada Anaksagoras’in
günesin kizgin bir maden külçesi oldugunu söyledigi için Atinalilar tarafindan
dinsizlikle suçlanmis oldu- gunu hatirlamamiz yerinde olur. Demokritos ise
evrenin gerek mekanda, gerekse zamanda sonsuz oldugunu, her tarafinda ayni
yasalarin hüküm sürdügünü olanakli olan en kesin ve açik bir biçimde dile
getirmistir.
Yeni
Çag’in baslangiçlarinda en büyük bilimsel devrimlerden birini Kopernik
gerçeklestirir ve dünyanin evrenin merkezinde olmayip günesin etrafinda dönen
basit bir gezegen oldugunu söyler. Kopernik’in bu görüsü ortaya atarken
bogusacagi kurumlardan
biri Hiristiyan kilisesi ise digeri tüm fizik ve astronomisi ile bu görüsün karsisina
dikilen Aristoteles’tir. Oysa Sokrates-öncesi dönemde Pythagorasçilar evrenin
merkezine atesi koyarak dünyayi onun etrafinda döndürdükleri gibi daha geç
dönemde yine bu okulun içinden çikan Aristarkos en bilinçli bir biçimde
dünyanin günesin etrafinda döndügü görüsünü savunmustur.
Yeni
Çag biliminin fizik ve astronomi alanlari yaninda biyoloji, tip ve psikolojide
etkisinden en çok kurtulma ihtiyacini duyacagi genel bir görüs, bütün bu
alanlarda varligini kuvvetli bir sekilde gösteren Sokrates-Platon-Aristotelesçi
erekçilik görüsüdür. Harwey, Darwin ve diger doga bilginleri biyolojide, Galile
Descartes ve Hobbes gibi filozoflar fizikte, yine belli ölçüde Descartes ve
özellikle Spinoza psikolojide bu anlayisla savasarak yerine genel olarak <<mekanikçi>>
diye adlandirabilecegimiz bir görüsü geçirmeye çalisirlar. Organlarin anatomi
ve fizyolojilerini, islevleri ile açiklayan Aristoteles her tarafta birtakim
bitkisel, hayvansal, insani ruhlar yaratarak canlilik ve zihin faaliyetlerini
bu ruhlara mal etmis ve tüm evreni dev bir teleolojik yapi olarak tasarlamaya
gitmistir. Türler arasinda geçis anlaminda evrensel evrimi reddeden Aristoteles, ancak
türler içinde maddelerinden formlarina yani ereklerine gidis anlaminda kismi ve
siradüzenci bir evrimi kabul etmistir. Büyük kan dolasimini açiklamasinda
Harvey bu teleolojik açiklamaya karsi çikarak kalbin çalismasini mekanik bir
biçimde açikamistir. Darwin XIX. Yüzyilda temelde mekanik nitelikli evrensel
evrim kuramini ortaya atarken karsisinda Hiristiyan kilisesi yaninda
Aristoteles’in otoritesini bulacaktir. Oysa Anaksimandros, Empedokles ve
Demakritosçu biyolojilerde bütün bu çagdas ana görüsler açik bir biçimde öne sürülmüslerdir.
Anaksimandros insanlarin önceleri suda yasayan varliklardan evrimleserek
bugünkü duruma geldiklerini söylemis ve bunu kanitlamak üzere ilginç bir gözlemde bulunmustur.
Em- pedokles evrimle ilgili olarak bugün bize çocukça gelebilecek, ancak
açiklama ilkesinin niteligi bakimindan Darwin’ci kurama çok uygun düsen bir
görüs ortaya atmistir. Ona göre evrende dört unsurun rastlantisal bir tarzda
birbirleriyle birlesmeleri sonucu önce bitkiler, sonra hayvanlar ve insanlar
ortaya çikmistir. Dogada önce hayvanlarin organlari, yani gözsüz yüzler,
bedensiz kollar v.b. meydana gelmis, bu organlar birbirleriyle birlesmis,
sonsuz kombinezonlar içinde kendi kendini devam ettirebilen, yani yasayabilen
birlesmeler veya organizmalar devam etmistir. Burada önemli olan, ereklerine
uygun olan organizmalarin tümüyle mekanik bir biçimde, sonsuz bir meydana
gelmeler ve ortadan kalkmalar zinciri sonunda dogmalari ve yapisinda devam
edebilir bir nitelik tasiyan organizmalarin yine tamamen mekanik bir evrim
olayi içinde
ortada kalip devam etmeleri düsüncesidir. Buna benzer ilginç bir görüse
Anaksagoras’ta da rastlanir. Anaksagoras, <<insanin elleri oldugu için
bütün hayvanlar arasinda en akillisi oldugu>>nu söyler. Bu bilgiyi bize ileten
Aristoteles, daha sonra bu görüsü kendi yorumu içinde degistirerek insanin enakilli
bir varlik oldugu için elleri olmasinin mantikli oldugunu, çünkü elin bir alet
oldugunu ve doganin herseyi onu iyi kullanana verdigini söyler. Oysa
Anaksagoras’in sözünden açikça ortaya çikan insanin akilli oldugu için
ellerinin kendisine doga tarafindan verilmis oldugu degil, elleri oldugu için akilli bir varlik oldugudur ve bu görüs de görüldügü gibi Iyonya
filozoflarinin genel açiklama ilkelerine gayet uygundur.
Demokritos’a
gelince, onun tip ve biyoloji konusuyla da ilgilendigi, adina mal edilen
yapitlarindan anlasilmaktadir. Ancak bu yapitlarindan hiçbiri zamanimiza kadar
kalmadigi için onun bu alana ait özel görüslerini bilme olanagindan yoksunuz.
Bununla birlikte genel atomculuk kuramindan buna iliskin bazi ipuçlari elde
edebiliriz, Tüm varolan atomlari mekanik bir bi- çimde birbirleriyle
çarpismalari ve birlesmeleriyle açikladigina göre Demokritos’un insani
varliklari, insan organizmasini da buna uygun bir biçimde açiklayacagi
apaçiktir. Sisteminin hiçbir yerinde atomlarin ve onlarin birlesmelerinden
baska bir ilke tanimadigina göre Demokritos’un canlilik olaylarini, organizmayi
ve insani da bundan farkli bir biçimde açiklayacagi düsünülemez. O halde yeni
çaglar bu bakimdan da Iyonya felsefesinin ve onun temel tezlerinin bir
devamidir.
Sokrates’in
insani ahlaksal insandir. Bundan ötürü Sokrates’ in psikolojisi ahlakliligin ve
erdemin ne oldugu hakkinda dogal bir bilgisi olan insani varlik veya insan ruhu
disinda özel olarak ruhla ve ruhsal olaylarla ilgilenmez, Sokrates için insan,
özgür ve bilinçli bir varlik olarak kendi kaderini belirleyen bir varliktir.
Insan ruhu da sadece bu özgürlük ve bilinçliligin, erdem hakkindaki bu dogal
bilginin ilkesi olan bir seydir. Platon’da insan ruhu, bedene düsmüs tanrisal
bir varliktir. Platon’un ilgisi de bu tanrisal varligin beden zindanindan
kurtarilarak mutluluga eristi- rilmesine yöneliktir. Dolayisiyla Platon da
insan ruhuna ölümsüzlük ve gelecekteki kurtulusun tasiyicisi bir varlik olarak
yari dinsel, yari ahlaksal bir amaçla yaklasir. Atina felsefesinde, gerçekten
bilimsel bir psikoloji yaklasimina en yakin bir anlayisi Aristoteles temsil
eder. Ruhun tinselligi, ölümsüzlügü, ahlaksal ve dinsel kaderi Aristoteles’in
pek fazla, üzerinde durdugu seyler degildir. Yalniz onda da ruh bedenin formu
veya eregidir. O da ruh ve beden arasinda temel bir ayrim yapar ve ruhsal veya
psi- kolojik olaylari açiklarken erekçi bir bakis açisini benimser.
Yeni
Çaglarin psikolojisi, Descartes’la birlikte hayvanlarin ruhlarini ortadan
kaldirmak ve onlari birer makineye indirgemekle ise baslar. Hobbes’la birlikte
insan ruhunun ilkece ayrildigi ve ayricaligi ortadan kaldirilir ve zihinsel
veya ruhsal olaylar maddenin genel hareketi içinde yer alan maddi olaylar
olarak açiklanirlar. Spinoza’da da ne oldugu bilinmeyen özgür irade ve kendi
özel yasalarina sahip insan ruhu anlayisi terkedilir ve tüm zihinsel-ruhsal
olaylar, özgürlük ve insan iradesi de içinde olmak üzere doganin evrensel determinizmi içine
sokulurlar. Çagdas psi- kolojide de ruhun ahlaksal, dinsel kaderi kendi alanina
yani dine terkedilirken, öte yandan Platon-Aristotelesçi ruh-beden dualizmi bir
yana birakilir ve bedenin veya organizmanin islevi olarak ruh anlayisi, her
türlü cagdas psikoloji
kuraminin ana varsayimi haline gelir.
Iyonya
filozoflarinda çagdas bir psikoloji kuraminin bütün ögelerini arastirmak
kuskusuz fazla hayalci olacaktir. Ancak ruha ve ruhsal olaylara bu yaklasim
tarzi, belki Pythagoras ve Pythagorasçilar dista olmak üzere onlarin tümünün
benimsedigi bir görüstür. Iyonya filozoflari insana doga içinde özel bir yer
vermedikleri gibi, ruhu da bedenden tamamen ayri bir yapiya ve özelliklere
sahip kendi basina bir varlik olarak ele almazlar. Tha- les’te ruh, tüm geri
kalan varliklar gibi sudan, Anaksimenes’te havadan yapilmistir. Anaksagoras’ta
ruh, sadece diger maddelerden daha ince bir madde olabilir. Demokritos’ta ise
kesinlikle diger atomlarla ayni yapida olan, yalniz sekilleri bakimindan
digerlerinden farkli olan atomlardan meydana gelen bir kümedir. Ruhla beden
arasindaki her türlü ayriligi reddettikleri için Descartes’ inki gibi dualist
bir dünya görüsünün psikoloji alaninda ortaya çikardigi sorunlar,
Sokrates-öncesi fizikçiler için söz konusu degildir. Yine Iyonya filozoflari
Sokrates veya Aristoteles gibi insandan kalkarak dogayi aciklamaya çalismazlar,
tersine dogadan kal- karak insani, bu arada insan ruhunu ve zihinsel olaylari
anlamaya çalisirlar. Bu bakimdan da onlar Hobbes-Spinoza’ci psikoloji
çizgisinin baslangiçlarinda bulunurlar.
Gerçek
bilim ve bu bilime dayali gerçek bir bilimsel felsefeye iliskin olarak Yunan
felsefesinin Sokrates-öncesi dönemi ile Atina okulu arasinda yaptigimiz bu
karsilastirmanin, basta sordugumuz <<Iyonya fizyologlari mi, Atina filozoflari
mi?>> sorusuna kesin olarak <<Iyonya fizyolaglari>> biçiminde
cevap vermemiz gerektigini gösterdigi kanisindayiz.