“ANLAYAN TARIH” IN DIL TARIHI TEZI VE

KÜLTÜR DÜNYAMIZA ILISKIN BAZI ÇIKMALAR

TAYLAN ALTUG

 

Dil ile tarih iliskisini ve bu iliski baglaminda insanin tüm kültürel etkinligini sorusturan ve bu yönde kuramsal bir kavrama bütünlügü amaçlayan bir çalisma Anlayan Tarih. Sorusturmanin temelinde yorumbilgisinin (hermeneutik) kavram çerçevesi yer aliyor. Yorumbilgisi, kültür adi ile karsilayabilecegimiz tinsel nesnelerin ya da nesnellesmis tin'in (Geist) yapisini inceleyen bir anlama ögretisi olarak, bir yandan anlamanin kosul ve yapisina iliskin bir felsefi düsünüs; öte yandan da anlama ve yorumun nasil olmasi gerektigine iliskin bir yöntem ögretisi olarak belirlenebilir. Çagimizda felsefenin kendinin bilgisine yönelik zorlu sorusturmalarina bagli olarak olaganüstü bir önem ve ilgi kazanan; son derece kapsamli bir konu-alani olarak yeniden konumlanan dil, yorumbilgisinin de baslica konusunu olusturuyor.

 

Sunu hemen belirteyim: dil, tarih ve kültür kavramlarini, Türk düsünce ortami açisindan degisik ve yeni bir bakis açisiyla irdelemeye yönelik bu çalismayi, gereksinim duydugumuz çogul düsünmeye giden yolu boyutlandiran bir felsefe katkisi olarak görüyorum. Içerdigi sorun öbeginin yogunlugu ve bu sorunlarin ayni yogunlukta bir kavram örgüsüyle sunulusu, felsefe disi okumalar için belki itici kilacaktir bu çalismayi; ancak dil-tarih iliskisinin bu sürükleyici serüvenini sabirla izlemeyi üstlenenler sonuçta Dogu-Bati kültür sorunsalina iliskin kimi kuramsal tutamaklar ve ilginç ipuçlariyla karsilastiklarinda, belki benim duydugum gibi heyecan duymayacaklardir, ama hiç degilse, yaratici düsünmenin her zaman çok yönlü bakis açilarindan geçtigini sanirim anlayacaklardir.

Bu yazi çerçevesinde, son çözümde, Anlayan Tarih’e tartismali bir yaklasimi amaçliyorum. Ancak bu yaklasim, kaçinilmaz olarak Önay Sözer'in çalismasini kuran yorumbilgisi'nin görüs ve tezlerinin betimsel bir seriminden geçecek. Basta da söylendi: Anlayan Tarih’in kuramsal çerçevesini, yorumbilgisinin dil-tarih iliskisine bakis’i ve bu iliski baglamindaki sorun koymalar olusturuyor. Yorumbilgisi, en genelde, yazili yapitlarin yorumlanmasinda basvurulmasi gereken kurallarin bilgisi olarak tanimlaniyor. Yazili yapitlarin yorumlanmasi, o yapitlarin kotarildigi dilin yorumlanmasina bagli olduguna göre, bu durumda yorumbilgisi, tarihin anlamini tasiyan söz'ün; “kültür yaratici bir etkinlik” olarak dilin anlasilabilmesinin genel kurallarini içerip aydinlatacaktir. Çünkü dil, insan dilleri dizgesi olarak, yasanan tarihi kendinde tasiyan biricik bütündür. Yorumbilgisi tarihi bir bütünlük olarak görmektedir: her tarihsel dönem, evrensel tarihin bir parçasidir ve bu bütünün bir parçasi olarak anlasilmak gerekir. Tarih bir bütünlük olarak, kendisini bir baska bütünde, dil bütününde ortaya koyar, disa vurur. Bu bakimdan tarih, aslinda “dil tarihi” dir. Tarihin anlamli bir bütün olarak konumlanmasi, tarihi “nesnel tinin hareketi” olarak gören Hegel'e dayanir. Hegel'de tarih, anlam tarafindan yönetilen bir olus ve kendi içindeki idelerin neliginin açiga çiktigi, serpilip gelistigi bir hareket; anlamin adim adim gerceklestigi bir ilerlemedir.

Tarihi anlama pesindeki yorumbilgisi açisindan, bu anlama, tarih ancak bir kültür tarihi olarak görülürse mümkündür. Kültürün özü ise dil'dir. Bu durumda dil ve tarih, düsünme etkinligi olarak tinsellik baglaminda birbirine baglanir. Önay Sözer'in açiklamasiyla; dil ve tarih kavramlarini birbirine baglayan, onlari birbirine ortak yapan baglam, genel anlamda insan düsüncesi baglamidir. Buna göre, yorumbilgisi, kültür ve dil yapitlariyla onlarin ardindaki yaratici insan düsünmesinin iliskisini arastiran, bu iliskinin ancak tarihsel olarak kavranabilecegini ve tarihin bu iliskide yasarlik kazandigini ileri süren bir yöntem ögretisi olarak yeniden tanimlanmaktadir. Bu bakisla, kültürün kendisi de yaratici yönüyle yorumdan baska bir sey olmamaktadir zaten, öyle ki her kültür dilde kendi kendini yorumlarken ayni zamanda dünyayi da yorumlamis olmaktadir.

Yorumbilgisi için kurucu bilesenler olan anlam, tarih, dil düzeylerinin bir bütün olusturacak sekilde birbirleriyle bagintilanmasi, ögretiyi ilk kez evrensel bir anlama ve açim kurami olarak temellendiren Schleiermacher'de görülür. Schleiermacher'e göre anlama, tinsel yaratimlari, düsün ürünlerini, bunlarin yaraticilariyla kendimizi özdes kilarak zihinde yeniden kurup derinligine bilme biçimidir. Bu görüste temel, yasamin bireysel bir anlamaya bagli oldugudur. Ancak bu anlama bireysel olmayan bir sey araciligiyla, dil ile olur. Dil bireyin evreni anlama ortamidir, anlamlarin tasiyicisi dildir. Dil tarihin de tasiyicisidir, bir dilsel yapit belli bir tarihtir. Kisaca, tinsel içerigin özneler arasi denetlenebilir olmasini saglayan tek sey, onun “dile getirilmis” olmasidir. Böylece insan elinden çikan her sey, tinsel bir anlam yüklenir ki, bu anlam insandan çözülemez, ona aittir. Iste dil içinde somutlasan bu sey, tinsel nesnenin anlam yönüdür.

Simdi Anlayan Tarih'in ilk kuramsal ugragini olusturan Dilthey ve Heidegger'in düsünceleri çerçevesinde, temel kavramlardan “anlama”nin nasil bir içerik tasidigina bakalim. Bu kavramin tarihsel uzanimlari, yorumbilgisinin, egemen bilimci ideoloji ortamina bir tepki olarak ortaya çikis kosullarina baglanabilir. Yorumbilgisel düsüncenin ortak çikis noktasi, Avrupa kültürünün “tarihten kopma” olarak özetlenebilecek kültür bunalimidir, tarih'e yeniden baglanarak bunalimi asma istegidir. Avrupali insanin ulastigi soyut düsünce düzeyi, bilimsel düsünme ve onun gözalici kazanimlarina karsilik, aslinda bu insanin çesitli biçimlerde kendi geleneginden kopmuslugunun, açikça ve ortada kalmisliginin da bir göstergesidir. Soyut düsünmenin basatligi altinda konusmanin içi bosalmis, kendisi bos konusma olmustur. Öyle ki insan kendisini dile getirirken çoktan dilegetirilmis bulmakta, böylece de kendisine yabancilasmaktadir (Heidegger). Bu yabancilasma, tarihten, yasayan, hep sürmekte olan tarihten yoksunluk demektir. Bunalim, kültür degerlerinin gitgide soyutlasip biçimsellestigi ve bunun tarih, gelenek adina ne varsa ondan kopma anlamina geldigi bir “son-durum”dur. Kültür kendi temellerinden bosalmis, temelsiz kalmistir. Sorun, tarihsel nitelikli bu temele dönmektir, bunu gerçeklestirme yöntemi ise “anlama”dir.

Anlama kavraminin belirlenimi Dilthey çikislidir. Dilthey'in amaci, “positivism adi altinda kuramsal düzeyde temellendirilmis doga bilimleri karsisinda tin-bilimlerinin” alanini belirlemek ve bu bilimleri temellendirmektir. Dilthey'a göre tüm bilim deneyim bilimidir, ama her türlü deneyim, kökensel baglamini ve bu baglamin belirledigi geçerliligini bilincimizin kosullari içinde bulur. Deneyim bu kosullar içinde meydana çikar, yani bizim dogamizin bütünlügü içinde. Nasilsa öyle olan gerçeklik karsisinda biz yalnizca bilince verilmis olgulari içsel deneyimle kavrayabiliriz. Dis dünya bizim yasam bütünlügümüzle bize verilmistir. Baska yasam bütünlükleri de bizim yasam bütünlügümüzle vardirlar. Bu bakimdan tinsel olgular, egemen olmayi degil, anlamayi diledigimiz bir gerçeklik alani olustururlar. Dilthey'in kalkis noktasi, tin-bilimlerini bir birlik olarak doga bilimleri karsisinda sinirlamak; insanin kendisi hakkindaki bilincinin derinligine ve bütünlügüne erismektir. Tin-bilimlerindeki baslica güçlük, tekil ve bireysel olanin, genelgeçer ve nesnel bir bilgiyle kavranmasidir. “Tüm filoloji ve tarih bilimi, tekil olani anlayisimizin nesnellik kazanabilecegi görüsünde temellenir.” Tinsel yasami ve tarihi anlamada dile dayali yapitlar temeldir, bu yönde “yazinin sonsuz önemi suradan ileri gelir: yalniz dilde insanin iç durumlari kendi eksiksiz, tüketici ve nesnel anlatimina kavusmaktadir.”

Dilthey'in tarihe yönelik yorumbilgisel yaklasiminda anlayici psikoloji ve yasam kavramlari temeldir. Yasam, anlatim ile anlamin birbirinden ayrilmasi ile aydinlanir. Dilthey anlamayi söyle tanimlar: “Duyularimiza disardan verilen göstergeler araciligiyla içerdekini tanima süreci”, “duyu yoluyla verilen dislastirmalarina göre yasamin kendisinin taninma süreci”. Anlama, kendini içine koyma ve yeniden yasama ile gerçeklesir. Yeniden yasama, olup bitenin çizgisinde yaratma'dir. Anlama'nin yöneldigi son amaç tarihtir, “tarih bir baglam olusturan insanligin tümünün bakis açisindan kavranan yasanidir yalnizca.” Yasam adi verilen ve tarihsel olarak kavranan bu bütün, insanin kendi içinde olusturdugu her seyi, gücü, emegi ve çabasiyla basardigi herseyi kapsar. Birey onun anlamina, yasadigi zamanla sinirli olarak, kendi deneyimleri içinde sahip olur.

Yorumbilgisel düsünceye katilan bir baska halka, Heidegger'de ise, anlamak dogrudan dogruya “varolusun tarihselini” anlamaktir. Heidegger, Dilthey'm yasam kavramini “varolus”a çevirir; varolus tasarlanan bir sey degildir, o insanin sahip oldugu tüm olanaklarinin dislasmasidir. Öyle ki insan aslinda evreni degil, kendi olanaklarini, kendi ürünlerini yorumlamakta, anlamaktadir. Anlama insanin düsünsel bir yetisi degil, insan varolusunun temel hareketidir. Bu görüste anlama, bir yöntem olmaktan çikip, insanin varlik tarzi durumuna gelmektedir. Insan evreni de-

gil, kendi tarihi içinde kendisini anlamaktadir. Varlik her seyden önce bize dilde açilan bir tarihtir. Dil varligi yorumlar, onu gerçek anlamiyla bize açar; dile baktigimizda onun varlikla olan iliskisini orada bizim için hazir buluruz, dil yorumlanmis varliktir.

Buraya kadar sürdürülen kuramsal hazirlikta, dilin, anlamli tarihin temel düzeyi olarak öne çiktigini; giderek tarihi kusatan bütünlük olarak dilin kendisinin tarih oldugu düsüncesinin belirginlik kazandigini görüyoruz. Bu düsünce, Anlayan Tarih’in merkez figürü Lohmann'da, dil-tarihi tezi olarak özgün kuramsal boyutlar edinecektir. Tarihin anlam anahtari, dilsel yapitlar degil, dilin kendisidir artik. Lohmann'da dil, dogayi ve kültürü bütün olarak kusatan bir üst kavram olarak görünmekte ve kendi erekliligini gerçeklestirmeye yönelik bir eyleyen biçiminde konumlanarak tarihin öznesi durumuna getirilmektedir. Burada tinsel bütünlük olarak anlasilan tarih'in bütün belirlenmeleri, aslinda kendi “iç biçimi” dogrultusunda eyleyen dilin belirleylciligi aitinda gerçeklesir. Yani iç biçim olarak varlik kazanmis olan dil, bu iç biçimin sinirladigi olanaklar içinde gerçeklesen bütün tinsel belirlenmelerden sorumludur. Lohmann'in dil-tarihi tezinin kurucu ögeleri durumundaki iç biçim kavrami ve eyleyen dil düsüncesi Humbold'a aittir. Dili, “eklemlenmis sese düsünceyi anlatabilecek gücü vermek üzere Tin'in kendini sonsuz yineleyen çalismasi” olarak gören Humboldt'a göre dilin iç biçimi de, iste tinin bu çalismasiyla birlikte ortaya çikan “biçim”dir, yapidir; dil ile tinin içiçe geçtigi yerdir. Bu bakimdan bir halkin dünya görüsü, dilinin iç biçiminde içrektir.

Lohmann “iç biçim” kavramini “intentlonaité” (Husserl) ile ilgiye sokup, dilde dilin kendisinin de bilmedigi bir iç ereklilik oldugu düsüncesine ulasir. Dilde, dili bir eyleyen durumuna getiren bir intentionalite, bir yönelme vardir. Dilin içinde tasidigi yönelme, her bireysel konusmayi, bu konusmanin yaratici olanagi olarak asmaktadir. Demek ki dil, tek tek öznelerin konusmalarina bagli olmayan, tersine onlarin düsünme-konusma etkinliklerinin olanagi olarak onlari belirleyen bir amaçlilik tasimaktadir. Dil tarihi (= tarih) de, dilin iç biçimine bagli bu amaçliligin kendini ortaya koymasinin, açimlamasinin tarihidir. Dili “insanlarin birbiriyle konusmasi” olarak tanimlayan Lohmann, bu konusma içinde insan bilincinin gizlilikten açikliga çiktigini, bilinçsizlikten bilinçlilige geçtigini belirterek erekselligi son sinirina vardirir: “Düsünce ve kültürümüzün bugünkü ürünleri gizli olarak, biz onlari bilmeden, 'bilinçsiz bilinc’imizde zaten vardi, konusmaya basladigimizdan beri.”

Tarihin ereksel kavranisi, dil-tarihi kuraminin dügüm noktasi olarak alinabilir. Ereksellik, tarihin anlamli bir bütün olarak “okunabilmesi”nin kosuludur. Ancak tarihin bu tür ereksel anlamlandirilmasi, gerçek tarihi “okunan tarih”le özdes kilmak ve kendi tarihini tüm insanlik tarihi olarak görmek gibi sonuçlara yolaçar. (Borges'in öyküsünde Tlönlülerin gözlerinin Tlönlülerden baska bir sey görmemesi.) Buna bagli olarak, tarih belli bir dil tipinin (Hint-Avrupa dil tipi) kendi iç biçimine bagli erekselligini gerçeklestirerek kendini asmasi olarak konumlandiginda, böyle bir dinamizm göstermeyen dil tiplerinin tarihsiz sayilmasi da mantikça kaçinilmaz olacaktir. Bu tutumun gerisinde, kendi rasyonalitesi disinda gerçeklik kazanmis her seyde yine kendisini görmek isteyen Avrupa rasyonalisminin “dünyaya sonuna kadar düzen verme” tutkusu kendisini göstermektedir. Isin ilginç yönü de, söz konusu rasyonalismin ürettigi biçimsel, içi bos, yapay söylem biçimlerine karsi bir tutum olarak kendini koymak isteyen yorumbilgisel düsüncenin, bütünüyle bu rasyonalismin öndayanaklarina tutsak olmasidir. Bu tutsaklik “dil içi özgürsüzlük”te kendisini bir kez daha ele vermektedir. Bu yöndeki bnkabui, dil lie d~sunrne özdesliginde dile taninan belirleyicilik payidir. Ana belirlenimleriyle dil, düsünme tarzinin olusumunda baskin rol oynar. Dil-düsünme özdesliginde son sözü söyleyen, ilk sözü söyleyendir: düsünür, Lohmann'a göre, “ne kadar aydinlik düsünürse, o kadar saltlikla dilinin 'ide'sini gerçeklestirecektir.” Ve Whorf: “Batili dogabilimci kendisinin en özgür olduguna en bagimsiz düsündügüne inandigi tam da o anda en az özgür, en çok bagimlidir.” Bu durumu açiga çikarmada kullanilacak en uygun kavram, “dilin hilesi” olsa gerek. Kitapta dile getirildigi gibi, bu noktada karsilastirmali dilbilim özgürlüge açilan bir yol olarak görülebilir mi acaba? Sanmiyorum, çünkü karsilastirmanin nesnel olanagi, karsilastirilan ögelerin her ikisinin de disina çikabilmekle mümkün gibi görünüyor bana. Dilin disina çikabilmenin salt kuramsal tartismasini bir yana birakiyorum. Çünkü çok daha açik, somut, tarihsel bir olgu var ortada, o da su: benmerkezli Hint-Avrupa dilinin/kültürünün içinde yer alan bilimsel ya da felsefi herhangi bir kuramsal etkinligin (sorusturma konusu bambaska bir dil-kültür baglamma ili~kin de olsa), kendisim, bu dil-kültür baglaminin disina koymasinin oianaksiz olmasi. Bu durum acaba, sbzkonusu dil-kültür baglaminin temelinde yatan “körükörüne bir düzen verme tutkusu"nun (egemenlik tutkusu olarak da okuyabilirsiniz) dolayli bir sonucu mudur dersiniz? Bu ugrakta Önay Sözer'in saptamasi son derece yerinde: “Hint-Avrupa kültür baglaminin kendinden kopuklugu, en basta kendi varsayimlarinin kiblesi olmasi, bu kültürün baska kültürlerden kopukluguyla bütünlenmekle, özgürsüzlük burada tek basina kendine yargili olmayla esanlama gelmekte.”

Simdi Lohmann'in dil-tarihi tezinin en özgün yanini olusturan, Hint-Avrupa dil tipi/düsünme biçimine iliskin “kopula” eksenle çözümlemesine ve ürettigi ilginç sonuçlara bakalim. Varilmis noktadan geriye dogru giden bir yaklasim izlersek, su önermeyi baslangiç almaliyiz: Bilimsel, felsefi düsünme biçimi Hint-Avrupa dil ve kültürünün kendi dilsel yapisi içinde ürettigi, gelistirdigi bir sonuçtur. Bilimsel, felsefi düsünme biçiminin gerisinde ise, gerçekligi bir bilgi nesnesi olarak kendi karsisina koyan ve bunu yapmakla da ayni zamanda özne olarak kendi bireyligini üreten bir tavir yatmaktadir. Sözkonusu düsünme biçiminin ayirdedici yani, kavrami nesneye uygulama olarak yapilasan yargi verme'dir; Bu dil-düsünme biçiminin temelinde yer alan öge, Lohmann'in kopula'nin belirleyiciligi altinda çözümledigi iç biçim'dir. Lohmann'a göre Hint-Avrupa dil tipinde, bir fiilin çevresinde döngüsel bir düzenle kümelenen ögelerden olusan tümce, konusmacinin mantiksal karar verme yeri olmaktadir. Karar verme (fiil), burada tüm dönen iliskilerin merkezi durumundadir. Mantiksal anlamda yargi adi verilen bu tümce kurulusunun belkemigini olusturan öge kopula'dir. Kopula'nin gramatik islevi, öznenin belirlenimini yüklem olarak özneye baglamaktir. Fakat ayni zamanda kopula, bu yüklemlemeyle bir bütün olusturan bir baska isleve, “gerçek varlik”i dile getirme islevine sahiptir. Iste kopula bu yüklemleme ve varlik bildirme islevleriyle baslangicindan beri bir erekle birlesmistir: nesnel gerçekligin tanitilmasi ve öznel olandan ayrilmasi. Kopula'nin belirledigi Hint-Avrupa dil tarihinin kendinde tasidigi ve gerceklestirdigi erek de “kendi basina karar veren özne”, yani birey dedigimiz seydir. Kavrami nesneye uygulayan, kendi düsünmesiyle gerçekiligi nesnel olarak kavrayan, bilimsel felsefi düsünmenin ünlü figürü birey.

Bu ilginç çözümlemenin bizim kültürel dünyamiza iliskin olarak yaptigi bir çikma da var. Lohmann'in iki dil tipini karsilastirirken (Hint-Avrupa ve Hami-Sami) ileri sürdügü bir önerme bu: “Gövde ve sözcük bükümü yapan Hint-Avrupa dil tipinde gövde ve sözcük'ün ilgisi nesneyedir, oysa Arapçanin kök-bükümü durumla olan bir ilgiyi gösterir: bu da birini bilime, ötekini yalnizca Allahin iradesine dayanan bir din anlayisina vardirmistir.” Ve ardisira su saptama: “Arap kültürü tarihsel geçmisini sürekli simdi'sine yayan, neredeyse geçmisiyle simdisi arasinda bir ayirim tanimayan bir kültürdür.” Bu varsayimlarin, her ne kadar farkli bir dil tipi (Ural-Altay) içinde boyvermis olsa da, Osmanli düsünce-kültür gelenegini anlamada da geçerli oldugunu düsünüyorum. Lohmann'in dilsel ilgi çerçevesinde yapmis oldugu, nesneye yönelme-duruma yönelme ayrimi, dünya karsisinda farkli tinsel tavirlara sahip iki ayri kültürel biçimlenmenin özgüllüklerine isik tutuyor. Gerçekten de geleneksel Anadolu Türk toplumunda gerçekligi bir bilgi nesnesi olarak karsisina koyan, gerçeklik üzerine kendi basina karar veren özne figürü bulunmadigi gibi; nesneye kuramsal bir yönelmenin de sözkonusu olmadigi biliniyor. Bu kültür bütününde tinsel ilgi, “insanin kendisini ahlaksal kisilik olarak içinde buldugu belli bir zamandaki durumla” baglantilidir. Burada durum kavramini, mutlak irade idesine bagli, ilk ve son defa verilmis monolitik ideolojiye baglamak istiyorum. Osmanli toplumsal formasyonunda birey, gerçeklilikle kendisi arasinda, her zaman, kendisini toplumsal “bir”ligin ayrilmaz bir parçasi olarak algilamasini saglayan dini ideoloilyi bulmaktadir; öyle ki bireyin gerçeklige yönelimi her zaman bu mutlak ideoloji katmanindan geçmekte ve aslinda bir türlü bireysellesmemektedir. Verilmis dünya tasariminin disinda gerçeklige soru yöneltmenin bütün yollari tikalidir.

Bu noktada Lohmann'in “ahlaksal kisilik” saptamasinin altini çizmek istiyorum. Osmanli dünyasinda, toplumsal varolus kosullarinin ürettigi insan-biriminde agir basan, akilsal kisilik de-gil, ahlaksal kisilik olmustur. Burada sözkonusu olan elbette toplumsal ahlaksalliktir. (Ahlaksal kisilik, büyük ölçüde, dini ideolojinin insan iliskilerindeki dolasimin bir ürünüdür.) Simdi ahlaksal kisiligin basat olmasi, tinsel yasamda inanma'nin bilmenin yerini almasi olgusuyla örtüsmektedir. Ahlaksal kisilik, kendisini bireysel kanalda bir türlü varedemeyen (nesnellestiremeyen) öznelligin, toplumsal iliskiler bütünü içersinde kendisini üretebilecegi biricik kaliptir, baska bir deyisle, ahlaksallik tek insanin biricik varolma alanidir, öyle ki bu alanda tek insana yalnizca toplumsal bütünün ayrilmaz bir parçasi ve bütünün bir temsilcisi olarak varolma hakki taninir. Bu nedenle o gerçeklik karsisinda her zaman bir toplumsal özne'dir. Dolayisiyla buradaki insan-doga iliskisi, gerçeklik karsisinda kendi basina yargi veren bireyi sart kosan kuramsal bir özne-nesne iliskisi olmayip; her zaman tek insani bütün içinde eriten ve onun birey-özneligine izin vermeyen monolitik ideoloji içinde kapanmis pragmatik bir iliski olmaktadir. (Bizierin salt bilmek için bilmenin anlamini bir türlü kavrayamamis olmamiz bundan midir?) Teorik ilgiden yoksun pragmatik iliskide, mutlak iradeye tabi ahlaksal kisiligin doga karsisindaki tavrini buluyoruz. Birey sorunu bir yana; teorik ilgi zaten ideoloji tarafindan gediksiz biçimde tüketilmis oldugu için, toplumun maddesel yasaminin yeniden üretilmesine dönük pragmatik ilgiden baska geriye bir sey kalmamaktadir.

Sonuçta, bir yanda özne ile nesne arasindaki sürekli gerginlige ve öznenin egemenlik yönelimine dayanan bir kültürün tarihsel sürekliligi; öte yandan bilgi etkinligi içersinde (yorumbilgisine göre dilin iç biçimsel geregi) birbirinden ayrisamamis özne ile nesnenin ideoloji katmanindaki uyum ve dengesine dayanan bir kültürün tarihsel süreksizligi ya da “kendisi için hep süren bir simdiki zaman” süregenligi. Osmanli siyasal örgütlenmesini nitelemede kullanilan “denge”, “uyum”, “düzen” kavramlari, tinsel yasamin da belli basli özelllklerini verir durumdadir. Nitekim tinsel baglamda insan ile doga arasinda kurulan böyle bir denge ve uyumdur ki burada sözkonusu olan; kendi basina nesne tasarimina açilamayan, her zaman nesneye iliskin toplu tasarimin (bütün zamanlar için geçerli mutlak tasarim) içinde yine kendisine dönen bir tinsel etkinlikle karakterize olur. Bu noktaya iliskin yorumbilgisel saptama söyle dilegelir: Türk dilinde kökün biçim ögesiyle yogrulmasi degil, belli bir düzen içinde yerlestirilmesidir anlami yaratan. Bu anlam kullanisa çok bagli ve kendi içine kapalidir.

Bitirirken, Önay Sözer'in, çalismasinin sonunda kendi kültür dünyamiz için önerdigi çözüm düsüncelerini ele almak istiyorum. Sözer'in ilk önerisi, kendi dil ve kültürümüzle ilgili tüm bilgilerimizin kendi kuram ve yöntemlerimizle elde edilmesi, kendi bilmimizin kendimizce yapilmasi. (Burada kendi bilimimiz'den ulusal (!) bir bilim anlasilmiyor kuskusuz, daha çok kendi gerçekligimize iliskin özgün kuram üretimi anlasiliyor.) Bu, herkesçe kabul edilebilecek bir özlem, üstelik hayli eski ve bir türlü gerçeklesemeyen bir özlem. Önay

Sözer'in kendisi de bu durumu biliyor ve özlemin neden gerçeklesemedigini de söyle açikliyor: bizim kültürümüz, kendi dil-düsünme baglami içinden salt kendi gelismesiyle bilimleri ve bilimsel düsünmeyi çikaramamis bir kültürdür. Türkiye'nin iki yüz yili askin süredir yasadigi paradoksal durumun yorumbilgisel saptanisi böyle. O halde ne yapilmali? Önay Sözer'e göre, bizim için kendimizi (dil ve kültür tabaninda) anlama gereksememiz, bilimsel düsünmeyi olusturma amacina yönelik olmalidir. Kendimizi anlamamiz ise bilimsel düsüncenin kendi düsünme tarzimizdaki tabanini aramizla örtüsmektedir. Burada sunu sormak istiyorum: acaba tarihsel olarak olusmus böyle bir taban var midir (ya da kalmis midir), yoksa bu ancak olusturulabilecek, gerçeklestirilmesi gereken (ya da Bati etkisiyle gerçeklesmekte oldugunu söyleyebilecegimiz) bir taban midir? Baska bir deyisle, dilin yapisi içinde bilinçsiz olarak sakli bulunan düsünme tarzinin kendine özgü bilimsel düsünmeye ulastirilmasi midir sözkonusu olan; yoksa düsünme tarzinin bizzat kendisinin dönüstürülmesi ve Bati'nin tarihsel olarak ürettigi “bilimsel düsünme”yle örtüsen, bizim için yeni bir düsünme tarzinin olusturulmasi midir amaçlanan?

Birinci almasigin Önay Sözer'in egiliminin bu yönde oldugu görüluyor; zaten ikinci almasik, dilin iç biçimine bagli düsünme tarzinin degistirilebilir oldugu seklinde dil tarihi tezine aykiri bir sav içeriyor) olabilirligine, ikici (dualist) bir tinsel varolus alani içerisinde bir “kültürel belirsizligi” yasayan Türkiye toplumu için pek ihtimal veremiyorum. En azindan suna dayanarak söylüyorum bunu: bugün için “biz” dedigimiz sey hiç de açik ve belirli bir bütün degil.. Tersine o kadar karmasik, biz'le biz-olmayan'in o kadar içiçe girdigi bir kültür kaos'u ki yasanan, bu noktada artik biz-olan'in pek çok ögesi biz-olmayan; biz-olmayanin pek çok ögesi de biz-olan durumuna gelmis bulunuyor ve tinsel bir bütünlük olarak “biz” henüz olusturamadigimiz soyut bir rasyonalite olarak uzaklarda duruyor. Bu bakimdan Türkçe'nin iç biçiminin saglayacagi degismezlerden yola çikarak elde etmeyi umdugumuz düsünme tarzi, bu iç biçimden bütünüyle kopuk bir düsünme tarzi olabilecegi gibi, bu iç biçimin var kildigi inanç kaliplarina bagli bir düsünme tarzi da olabilir gibi geliyor bana. Burada açikta kalan nokta, dilin iç biçimi kavramini temel alan kuramsal yaklasimin, kültür etkilesmesi, kültürel geçisim ya da daha modern tanimiyla kültür egemenligi sorununa nasil bir açiklama getirebilecegidir.

Simdi de Önay Sözer'in yukardaki önerisinin ardisira gelen su önermeyi irdelemek istiyorum: bilim alinabilen bir seydir, oysa bilimsel düsünme alinamaz, olsa olsa sürdürülebilir. Burada bilimin alinabilirligi, bilimsel düsünmenin alinamazligi tezi, eger bilim kavramiyla teknoloji ya da uygulanabilir bilimsel sonuçlar kastediliyorsa, bizi Ziya Gökalp sorunsalina (hars-medeniyet) göndermektedir. Ancak bilim kavramiyla, kuramsal bir etkinlik olarak bilim kastediliyorsa; ben, bu sekilde anlasilan bilimin, bilimsel düsünmeden koparilamaz, giderek bilimsel düsünmeyle özdes bir bütünlük oldugu konusunda israrliyim. Bu bakimdan, bilimin, canli dil-düsünme iliskisinde düsünmenin dili birakmasinin bir sonucu olmasi nedeniyle alinabilir oldugu düsüncesini, yukardaki savin bir gerekçesi olarak göremiyorum. Çünkü burada “kopma”nin kendisi de dil ve düsünmeyi kusatan tinsel tarihin içsel ve organik bir ögesidir. Bu yüzden, bilim, düsünme tarzi olarak bagli oldugu bu tarihten kopartilip yalitilarak; tasinamaz. Bu durumda Önay Sözer'in bilimsel düsünmenin alinamazligi, ancak sürdürülebilirligi savini, bilimsel düsünmenin “içsellestirilmesi” seklinde yorumluyorum. Ve bu yorum baglaminda Önay Sözer'e katiliyorum: bilimsel düsünme (ben buna yaratici düsünme demek istiyorum, çünkü kültürel sorunun çözümünü yalnizca bilimde ve bilimsel düsünmede degil, her alanda yaraticiligini ko yabilen bir düsünme biçiminde görüyorum.) bizim gerçeklestirmemiz ve bu gerçeklestirme ile bizim kilmamiz gereken bir tinsel etkinliktir. Simdi sorun, bu düsünme biçimini her zaman -pratikte- dissal olan'dan (Bati'da üretilmis kuram ve yöntemlerden) geçerek nasil içsellestirebilecegimiz noktasinda dügümleniyor. Soru su: bilimsel düsünmeyi sürdürme mi, yoksa onun pesinde sürüklenme mi? Tarihi anlamak da, içerdigi asilmaz görünen güçlüklere karsilik, iste bu noktada önem kazaniyor.

Yazko Yayinlari,Felsefe Yazilari. 4. Kitap, Sayfa : 138-148

1982

Öneri katki ve elestiri

Cogito